KEFÂLET'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ
2015 Önce kelime üzerinde duralım. Kefâlet lûgatta; bir şeyi diğer bir şeye mutlak surette eklemek manasınadır.(98) Resûl-i Ekrem (sav)'in parmaklarını göstererek: "Yetime kefil olan ve ona bakan kişi, cennette bu parmağın bu parmağa yakın olduğu gibi bana yakın olacaktır" demesi, yani yetimi kendi ailesine bir ferd olarak ekleyen kişi, onun sorumluluğunu üstlenen kişi demektir.(99) İslâmi ıstılâhta. "Bir şeyin (Mal, nefis veya borç) mutâlebesi (taleb edilmesi) hakkında bir zimmeti, diğer bir zimmete eklemeye kefâlet denilir"(100) tarifi esas alınmıştır. Bir kimsenin şahsına kefil olmaya (Kefâlet-i binnefs), bir malın edasına kefil olmaya (Kefâlet-i bi'lmal) ve bir malın teslimine kefil olmaya (Kefâlet-i bi't-teslim) denilir. Alış-verişte tüccar genellikle müşteriden kefil ister. Burada da "Borca kefâlet" hadisesi gündeme girer. Bu bir anlamda kefil olan kimse açısından; başkasının mes'ûliyetini, gönül rızasıyla üzerine almaktır. Herhangi bir şeyi taleb eden kimse; taleb ettiği şeyin ortadan kalkmaması için, kefil isteyebilir. Bu bir anlamda; birbirini tanımayan kimselerin, kendilerini tanıyanlar vasıtasıyla alış-veriş etmelerini kolaylaştırır. Kefâlet'in rüknü: İcab ve kabûldür.(101) Yalnız kefilin icâbı (kabul ettiğini beyanı), kendisine kefil olunan kimse reddetmediği müddetçe, kefâlet için geçerlidir. Kefilin icâbı; örf ve adette teâhhüde delâlet eden sözlerle gerçekleşebilir.(102) Meselâ: "Ben kefilim", "Tamam, kefil oldum" veya "Borcunu ödemezse, benden talep edebilirsin, tazmin ederim" gibi!.. Kefâletin meşruiyyeti; icmâ ile sâbittir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kefil, borcu yüklenen kimsedir"(103) Hadis-i Şerif; icmânın delilidir. İbn-i Münzir, "Bir kimse, bir şahsa, (onun emriyle birine karşı) herhangi bir mal için kefil olsa, kefil olan bu kimsenin o malı ödemesi gerekir ve kendisi de kefil olduğu şahsa rücû eder"(104) hükmünde, icmâ olduğunu kaydeder.
2016 Kefâlet'in sahih olabilmesi için; bazı şartların bulunması gerekir. Bu şartlar; "1) Kefil'de aranan şartlar, 2) Kendisine kefil olunan şahısta aranan şartlar, 3) Mekfûlün leh (Alacaklı olan) hususunda aranan şartlar, 4) Kefilin ödemeyi ve teslim etmeyi taahhüd ettiği şeyde bulunması gereken şartlar" şeklinde tasnif edilmiştir.(105) Şimdi bunları sırasıyla gündeme getirelim.
2017 KEFİL'DE ARANAN ŞARTLAR: Kefil; başkasına ait bir mes'ûliyeti üzerine alan kimsedir. Dolayısıyla şu şartların bulunması zaruridir. Birincisi: Akıllı olmalıdır. Çünkü kefâlet bir akid'dir. Delinin yapacağı akid, hak meydana getirmez. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Üç kişi muâheze olunmaz!.. Uyanmadıkça uyuyan, bulûğa ermedikçe çocuk, akıllanmadığı süre içerisinde deli"(106) buyurduğu bilinmektedir. İkincisi: Bülûğa ermiş olmalıdır. Bir çocuk; bûlûğa ermeden önce kefil olsa, bu sahih değildir. Velev ki, bûluğa erdikten sonra "Ben ona kefil olmuştum" dese, hiçbirşey talep edilemez. Çünkü bu tavır; kefâletin geçersiz olduğuna da delâlet etmektedir. Üçüncüsü: Hürriyet'dir. Kefâlet akdinin sahih olabilmesi için; kefil olan kimsenin hür olması şarttır. Beden sıhhati hususunda ûlema; farklı görüşlere varmıştır. Hasta bir kimsenin kefâleti; malının ancak üçte birinden sahih olur.(107) Zira ölümü halinde; malının ancak üçte birini vasiyyet edebilir. Üçte ikisi vârislere ait bir haktır.
2018 KENDİSİNE KEFİL OLUNANDA (ASİL'DE) ARANAN ŞARTLAR: Kefâletin sahih olabilmesi için; kendisine kefil olunanda bazı şartların bulunması gerekir.
Birincisi: Kendisine kefil olunan kimsenin; teslim almaya muktedir olması gerekir. İflâs etmiş kimsenin veya ölünün borcuna kefil olunamaz. İmameyn'e göre müflisin borcuna kefil olmak sahihtir.
İkincisi: Kendisine kefil olunan kimse; malûm olmalıdır. Meselâ: "Senin insanlara sattığın her mala ben kefilim. Çünkü insanlar borçlarını öderler. Ödemezlerse ben tazmin ederim" denilse, bununla kefâlet sahih olmaz. Zira meçhul olması halinde; icab ve kabûlün tamamlanması mümkün değildir.(108)
2019 MEKFÛLÜ'N LEH'LE (ALACAKLI İLE) İLGİLİ ŞARTLAR: Kefâletin sahih olabilmesi için; alacaklı ile ilgili şartlar da vardır.
Birincisi: Alacaklının mâlûm olması şarttır. Meselâ: Bir topluluğa; "sizin sattığınız şeylere kefilim" denilse, alacaklı mâlûm olmadığı için kefâlet sahih olmaz.
İkincisi: Mekfûlün leh (Kefâlet taleb eden, alacaklı) akıllı olmalıdır.(109)
2020 MEKFÛLÜ'N BİH'LE (KEFİLİN TAAHHÜD ETTİĞİ ŞEY'LE) İLGİLİ ŞARTLAR: Kefâletin sahih olması için; kefilin ödenmesini veya teslim edilmesini taahhüd ettiği (Mekfûlü'n bih'de) hususta, bazı şartların bulunması gerekir.
Birincisi: Kefilin ödenmesini veya teslim edilmesini taahhüd ettiği hususta; kendisine kefil olunan kimsenin (Asil'in) icbar edilebilmesi şartı aranır. Meselâ; emânet'e kefil olmak mümkün değildir. Rehineler, ödünçler ve icâreler de böyledir. Ancak Emânet bırakılan şeyin temkini, rehin bırakılan şeyin sahibine iadesi ve icârın müstecire tahrip edilmeden verilmesi gibi hususlarda kefil olmak câizdir. Çünkü bu hususlarda; Asil'i (Kendisine kefil olunan kimseyi) icbar etmek mümkündür. Ancak kocanın elinde bulunan mehre; kefil olunamaz. Çünkü kocayı (Mehri ödemesi hususunda) icbar edebilme gücünün bulunması gerekir. Yine "Şâhidi, hâkimin huzuruna getirmek için kefil olmak câiz değildir". Çünkü icbar etme gücü yoktur.
İkincisi: Mekfûlü'n bih'i; kefilden almaya güç yetirmek de şarttır. Kısas'ta ve had'lerde kefil olmak bâtıldır. Yeri bilinmeyen bir şahsa; kefil olmak da, böyledir. Çünkü kefilden almaya güç yetirilemez.
Üçüncüsü: Borcun sahih olmasıdır. Kumar borcuna kefil olmak sahih değildir.(110)
2021 Şurası unutulmamalıdır ki kefil; kesinlikle (Kefil olduğu mal, borç, nefis vs..) mes'ûldür.(111) Dolayısıyla kefil olma hususunda ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetini iyi bilmek gerekir. İbn-i Abidin "Dürri'l Muhtar'da" yer alan: "Ancak kefil olunmaması daha ihtiyatlı bir davranış olduğuna da yer verilir. Çünkü Tevrat'ta şöyle bir ifâdeye rastlandığı da ilâve edilir: "Kefil olmanın başlangıcı kınamayı, ortası pişmanlığı, sonu da borçlu olup sorumluluğu gerektirir" hükmünü izah ederken şunları zikreder: "Bu da; kefil olma ile karşı tarafa yapmış olduğu iyiliğe karşı nedâmet duyması söz konusu olduğu zaman böyledir. Ama nedâmet duymayacak olur, insanlara yardımın gerekli olduğuna inandığı takdirde kefil olma durumu iyi bir davranıştır. Veya ihtiyatlı bir davranıştır... Müslüman kardeşine; yardım elini uzatması sevâbı gerektiren bir husustur. Bunun için Fetih'te şu ibârelere yer verilir: Kefâletin ihtivâ ettiği çok güzel taraflar mevcuttur. Bunlardan birisi "malının zayi olacağı, alamayacağı korkusunda bulunan alacaklı kişinin bu düşüncesini ondan atma, ödeyemediği takdirde şahsına bir zarar geleceği korkusu taşıyan borçlunun bu korkusunu izâle etme gibi hususları ihtivâ etmesi bakımından" faydaları ihtivâ ettiği muhakkaktır. Bu da her ikisi için nimettir. Buna göre kefâlet; alicenaplığın gereği bir husus olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. "Tevrat'ta şöyle yazılır ilh!." Mültekatta gördüğüm bir ifâdeye göre, "Rumeli illerinde bir kapı üzerinde bu şekilde yazı olduğunu gördüm" diye bahsedilir. Buna göre; buradaki ifâde üzerine ikinci bir sûret eklenir ve "İnanmayan kişi denesin ve bu denemesiyle kefil olmanın felâket mi, selâmet mi olduğunu açıkça görsün" denmektedir.(112)
2022 VA'DELİ BORÇ'A KEFÂLET: Günümüzde genellikle; va'deli satışlar revaçtadır. Malûm olduğu üzere; peşin satışı ile va'deli satış arasında, korkunç fiat farklılaşması ortaya çıkmıştır. İtimad senedi hükmünde olan paranın; enflasyon karşısında hızla değer kaybetmesi ve fâiz oranı; bu korkunç fiat farkını gündeme getirmiştir. İşin ilginç tarafı; helâl ve haram hususunda titizlik göstermesi gereken, hatta şüphelilere yaklaşmaması icâbeden kimseler dâhi; câhiliye devrine âit özellikler taşıyan (Tefecilik, fâizcilik vs.) ekonominin bu durumunu gizleme gayretindedirler. Va'de sebebiyle meydana gelen normal fiat farklılaşması hususunda; fûkaha ihtilâf ederken, bunlar faiz sonucu meydana gelen farklılaşmaya (müçtehid imamların içtihadlarını da, te'vil ederek) fetvâ vermeye cüret etmektedir. Bu konu üzerinde daha önce kısaca durmuştuk!...(113) Şimdi vâdeli borca kefâlet üzerinde duralım. Feteva-ı Hindiyye'de: "Bir kimse; kendisine va'deli borcu bulunan şahıstan, kefil taleb ettiği zaman, bu vâde, kefil için de geçerli olur."(114) hükmü kayıtlıdır. İbn-i Münzir: "Ölen kimsenin insanlardaki va'deli alacakları, onun ölümüyle müecceliyet (Acele ödenme mecburiyeti) kazanmaz. Aksine va'desi gelinceye kadar beklenir"(115) hükmünde, icmâ olduğunu kaydetmektedir. Dolayısıyla va'deli borca kefil olan kimse; vade sonunda (Ödenmediği takdirde) mes'ul olur. Ödendiği takdirde; kefâlet'ten (Kefil olma mes'uliyetinden) beraat eder.
HAVALE'NİN TARİFİ VE MÂHİYETİ
2023 Önce kelime üzerinde duralım. Havale; lûgat yönünden ihâle manasına isimdir ve mutlak sûrette "nakletmek" manasına gelir.(116) İslâmi ıstılâhta: "Borcun, bir kimseden, diğer bir kimseye nakledilmesine havale denilir"(117) tarifi esas alınmıştır. Havale; sadece borçlarla ilgili bir anlaşmadır. Şöyle ki; borçlu olan kimse, alacaklıyı kendisinden uzaklaştırıyor ve kendisinin alacaklı olduğu başka bir borçluya onu havale ediyor. Istılâhta ise; mutlak manada bir nakil değil, borcun nakledilmesinden ibârettir. Çünkü havale eden demek; "Borcu nakleden" demektir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Varlıklı (Zengin ve muktedir) olan kimse; kendisine havale olunan kimseye tâbi olsun"(118) buyurduğu bilinmektedir. Buradaki tâbi olsundan maksad; havaleyi kabul etsin demektir.
2024 Havale'nin rüknü: Tarafların rızasını beyan eden icâb ve kabûldür. İcab; havale edenin teklifidir. Yani borçlunun alacaklıya: "- Seni ben filânın üzerine, alacağım şeyle havale ettim" demesidir. Kabul ise; alacaklı üzerine havale yapılan kimselerin her birinin ayrı ayrı "Kabûl ettim", veya "Râzı oldum" demesiyle gerçekleşir.(119) Havalenin hükmü şudur: Muhil (Havale eden kimse) borcundan kurtulmuş olur. Eğer o borçla ilgili kefili varsa, o da kefâlet'den beraat eder. Havaleyi kabul eden kimse; borçlu duruma geçer.(120)
2025 Havalenin sahih olması için; çeşitli şartlar aranır. Bu şartların bazısı borcu havale eden kimsede (Muhilde), bazısı havaleyi kabul eden kimsede (Muhtâlun leh'de), bazısı havale eden kimsenin borcunu ödemesi gerekende (Muhtâlûn Aleyh'de) ve bazısı da havale olunan borçta aranır.(121) Havalenin sahih olmasının ilk şartı; bunların tamamının rızasıdır. İbn-i Abidin bu hususta şunları zikretmektedir: "Havalenin sahih olmasının şartı ilh.." Nehir'de şöyle denmiştir. Havale edenle ilgili olarak havalenin sahih olmasının şartı akıldır. Dolayısıyla deli olanın havalesi, henüz meseleyi idrak edemeyen, mümeyyiz olmayan çocuğun havalesi de sahih olmaz. Onun için ikinci şart rızâdır. İkrah edilen (Zorlanan, tehdit edilen) kimsenin havalesi de sahih değildir. Baliğ olmaya gelince; bu sıhhatinin değil nefâzının şartıdır. Çünkü akil olup, baliğ olmayan mümeyyiz çocuğun havalesi, velisinin icâzetine mütevakkıf olarak sahihtir. Hürriyet şartlardan değildir. Çünkü mutlak olarak kölenin havalesi sahihtir. Ancak kendisine ticaretle izin verilen mezûn dediğimiz kölenin havalesinde borç hemen taleb edilir. Sıhhatli olma şartı da yoktur. Çünkü hasta olan kişiden havale sahihtir. Alacaklı olan ve lehinde havale yapılan kişi hakkında ise bu şartlar; akıl ve rızâ şartıdır. Hür ve baliğ olma şartı bunda da nefâzının şartıdır. Küçük ve mümeyyiz olan çocuğun alacağının başka birine havale edilmesi, onun da bu havaleyi kabul etmesi (velisinin icâzetine mütevakkıf olduğu gibi) havaleyi üstlenen ikinci borçlunun, birinciden daha zengin, borcu ödeyebilir durumunda olması şartına da bağlıdır. Yetimin malıyla ilgili olarak borçlusunun havale kabul etmesi de, aynen buna benzemektedir. Havalenin sahih olmasının şartlarından birisi de meclistir. Haniye'de bu konuda şöyle denmektedir: "Burada şart olan yalnız alacağı havale edilen kişinin mecliste bulunmasıdır. Bulunmadığı takdirde onun lehine yapılan o havale sahih olmaz. Ancak bu durumda onun yerine havaleyi kabul edecek başka bir kişi, yani vekili (nâibi) varsa o zaman sahih olur. Havaleyi kabul eden; yani borcu yeniden üstlenen kişinin mecliste olmaması, havalenin sahih olmasına mâni teşkil etmez. Buna göre kendisine havale yapıldığını duysa ve kabul etse sahihtir. Bezzaziye'de de bu açıkça ifâde edilmiştir. Tabii ki bu kabulde rızâ'nın olması muhakkaktır. Çünkü kabule zorlanan kişinin, kabulü sahih olmayacağından havale de sahih olmaz. Havalenin sahih olmasının şartlarından biri de; havale edilen nesnenin ödenmesi lâzım gelen bir borç olmasıdır. Kefâlette olduğu gibi burada da kitâbet bedeli olan borçta havale sahih olmaz. Hepsinin rızâsı şarttır. Havale edenin rızâsı şarttır. Çünkü kişiliği olan insanlar, borçlarının başkaları tarafından üstlenilmesine tahammül etmezler, rızâ göstermezler. Onun için açıktan râzı olması şart koşulmuştur. Alacağı olan kişinin de rızâsı şarttır. Çünkü bu havalede ona âid bir hakkın, bir zimmetten, diğer bir zimmete intikâli sözkonusudur. Zimmetler değişiktir. Onun için, onun rızâsı da şart koşulmuştur. Borcu üstlenen; havaleyi kabul eden, üçüncü kişinin de rızâsı şarttır. Zira havale borç ile bir kimseyi ilzâm etmektedir. Kendisi böyle bir borcu iltizâm etmediği takdirde, borçla ilzam etmek mümkün değildir. İltizâm etmesi de rızâsına bağlıdır"(122)
2026 Havale; mutlak ve mukayyed olmak üzere ikiye ayrılır.(123) Havale-i mutlak'da kendi arasında; "Mutlaka-i Hal" ve "Mutlaka-i Müeccel" olmak üzere tasnif olunur. Fûkaha; bu tasnifi, borcun mâhiyetini esas alarak yapmıştır. Günümüzde; "Müşteri Senetlerinin" birbirine verilmesi sûretiyle, havale yapılmaktadır. Ancak havalenin sıhhat şartlarına riayet edilmediği için; birçok mesele çıkmakta, ihtilâflar mü'minlerin kardeşliğine zarar vermektedir. Ticaretle meşgul olan mü'minler; gerek kefâlet, gerek havale hususunda titiz olmak zorundadırlar.
ÂRİYET'İN (ÖDÜNÇ VERMENİN) ÖNEMİ
2027 Arapça mütehassısları "Âriyet" kelimesinin lûgat manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sıhâh'ta: "Âriyet; teşdid ile "Âriyyet" şeklindedir. Sanki o; âr'a (Utanmaya) mensûbtur. Çünkü Âriyet (Ödünç) istemek; utanma vesilesi ve ayıbtır" şeklinde izâh edilmiştir. Hidâye'de: "Âriyet; ariyye'dendir. Âriyye ise atıyye (ihsan, ikram)dır" denilmiştir. Kâfi'de ise: "Âriyet; teâvürden'dir. Teâvür ise; nöbetleşe manasınadır. Sanki Âriyet veren; mülkü ile faydalanma hususunda kendisine geri verilinceye kadar, başkasına nöbet vermiştir"(124) şeklinde izâh edilmiştir. İslâmi ıstılâhta: "İvazsız (Herhangi bir karşılığı olmadan, ücretsiz) menfaati temlik etmeye "Âriyet" denilir. O bir nevi ihsan ve atıyyedir.(125) Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Safvan (ra)'dan cihad için, zırhları ödünç (İâre) olarak aldığı bilinmektedir. Bir kimsenin; bütün ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılaması mümkün olmaz. Hatta öyle zaman olur ki; zengin bir kimse dâhi, ödünç (İâre) talebinde bulunabilir. Mü'minlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını; (misli olan mallarda) iâre olarak karşılamaları "Kardeşlik Hukuku'nun" tâbi bir sonucudur. Âriyet'in (Ödünç'ün) rüknü; icab, kabûl ve taleb edilen malın teslimidir. Mûirin (Ödünç veren kimsenin) sükûtu kabûl sayılmaz. Sarih olarak beyan etmelidir.(126) Âriyet veren kimseye "Mûir", âriyet (ödünç) alan şahsa "Müsteir" ve âriyet (Ödünç) almaya da "İstiâre" denilir.
2028 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sütü için alınan koyun (Minhe) geriye verilmeye müstehâktır. Ariyye (Ödünç alınan) ise; tediye edilmek durumundadır"(127) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası: "Menfaati bir bedel (ivaz) karşılığı olmaksızın; rücûu kâbil olmak üzere, temlik edilen mala Âriyet (Ödünç) denilir. Ödünç veren kimse (Mûir) istediği vakit; iâre'den geri dönebilir. Bunun herhangi bir zamanla sınırlandırılması sözkonusu olamaz. Müsteir (Ödünç alan kimse) herhangi bir ücret ödemeden Âriyet'in (Ödünç verilen malın) menfaatine mâlik olur. Ayrıca Âriyet; (Ödünç alınan mal) ödünç alan kimsenin (Müsteir'in) elinde, emânet hükmündedir. Herhangi bir kasdı veya kusuru olmadığı halde; telef olur veya kıymetine zarar verecek bir hal zuhûr ederse, tazmin etmek (Ödemek) durumunda değildir. Ancak kasden veya kusur sonucu telef olursa; tazmin etmek durumundadır"(128) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Şafii (rha): "Ödünç alan kimse'nin (Müsteirin) kasdı veya kusuru olmasa da; Âriyet (Ödünç) olarak aldığı şeyin telef olması durumunda ödemek zorundadır. Çünkü o başkasının malının menfaatini taleb etmiştir. Mûir (Ödünç veren kimse) geriye almak istediği zaman; aynen teslim etmesi vâciptir. Eğer helâk olmuşsa, ödemek durumundadır"(129) hükmünü zikreder. Esasen ödünç alan kimsenin kusuru sözkonusu olursa; bütün müçtehidlere göre, ödenmesi şarttır. Nitekim İbn-i Münzir: "Bir malı Âriyet olarak alan kimse; onu telef ederse, ödemek zorunda kalır"(130) hükmünde icmâ olduğunu beyan etmektedir.
2029 Âriyet'in (Ödünç vermenin) sahih olması için; hem ödünç veren kimsenin (Mûir'in), hem ödünç alan şahsın (Müsteirin) akil ve mümeyyiz olması şarttır. Bulûğa ermiş olmaları şart değildir. Ancak delinin veya sabi'nin "İâre Akdi" yapmaları sahih olmaz. Zira her ikisi de şer'an mes'ûl değildir. İkincisi: Ödünç verilen şeyin (Müstearın) mâlum olması gerekir. Meselâ: Bir kimse; iki hayvanından birini iâre olarak verse, fakat hangisi olduğunu tayin etmese akid sahih olmaz. Üçüncüsü: Ödünç olarak verilen şeyin (Müsteârın) kullanılmaya elverişli olması şarttır. Meselâ: Kaçak olan bir beygirin, iâre olarak verilmesi sahih değildir. Zira ödünç alan kimsenin; onun menfaatinden faydalanma imkânı yoktur. Dördüncüsü: Ödünç olarak verilen şeyin (Müstear'ın); ödünç alan kimseye teslimi esastır. Nitekim Mecelle'de: "Âriyetde kabz şartı olup; kabl el-kabz hükmü yoktur" hükmü kayıtlıdır. Esâsen İmam-ı Yusuf (rha)'un, "Ödünç verilen mal teslim edilmediği müddetçe, iâre akdi mün'akid olmaz" buyurduğu bilinmektedir. Zirâ akdin konusu; ödünç olarak verilecek mala (Müsteara) dayanmaktadır.(131)
2030 Ödünç olarak verilen malın (Müstearın) herhangi bir masrafı sözkonusu ise; bu masraf müsteir'in (Ödünç alan kimsenin) üzerinedir. Meselâ: Bir çiftçi hayvanını âriyet olarak (Ödünç); diğer bir çiftçiye verse, onun beslenmesi müsteir'e (Ödünç alana) âittir. Mecelle'de: "Müsteârın (Ödünç alınanın) nafakası ödünç alanın (Müsteirin) üzerinedir" denilmiştir. Ödünç veren kimse; herhangi bir zaman ve mekân kaydı ortaya koymazsa "İâre-i Mutlaka", aksi halde ise "İâre-i Mukayyede" gündeme girer. Mü'minler; ahidlerinden dolayı mes'ûldürler. Ödünç veren kimse; kardeşine belli bir süre tanımışsa, mutlaka o süreye riâyet etmelidir. Ödünç alan kimse için de; aynı husus geçerlidir.(132) Fukaha; "Tarafların herhangi bir şart koşmaması durumunda; o beldede ki, örf ve adetin geçerli olacağı" hususunda müttefiktir. Dikkat edilecek husus; ödünç veren kimse, "İâre akdi" sonucunda, herhangi bir fazlalık taleb etmemelidir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Menfaat sağlayan her ödünç; fâiz çeşitlerinden birisidir" buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif; Abdullah İbn-i Mes'ûd, İbn-i Abbas ve Abdullah b. Selâm'dan mevkûfen rivâyet edilmiştir. İmam-ı Kasani: "Menfaat sağlayan (Ödünç verene) her ödünç akdi, Resûl-i Ekrem (sav) tarafından nehyedilmiştir. Çünkü burada ödünç verenin lehine şart koşulan menfaat, karşılıksız bir fazlalıktır ve bu açıdan fâize benzemektedir" hükmünü zikreder. Esasen Âriyet (Ödünç verme) herhangi bir bedel karşılığı olursa; icâre'ye (Kira'ya) dönüşür. Zira belli bir süre ortaya konularak; ödünç verilen mal için, ücret tesbit edilmiş olur. Mü'minler; ister mutlak, ister mukayyed olsun, birbirlerine "iâre'de" (Ödünç vermede) cömert olmalıdırlar. Çünkü kardeşinin bir sıkıntısını gideren kimsenin; âhiret hayatı noktasından, kazancı büyüktür. Bilhassa ticaretle uğraşan mü'minler; birbirlerinden ödünç almak mecburiyetini hissederler. Burada dikkat edilecek husus; piyasada "Misli bulunan" malların, iâre akdine konu edilmesidir. Eğer misli olmayan mallar sözkonusu olursa "iâre" (Ödünç alma) hükmü, cereyan etmez. Misli olmadığı için aynen iâde edilmesi sözkonusu olmaz.(133) Dolayısıylâ taraflardan birisinin zararı gündeme girer. Şurası da unutulmamalıdır ki; Âriyet, hem borç, hem borç değildir. Şimdi "Karz-ı Hasen" (Güzel borç) üzerinde duralım. Maalesef günümüzde bu iki mâhiyet arasındaki incelik; Türkçe'de her ikisine de, "Borç" denilmesi yüzünden, kavranamamaktadır. En azından geniş bir kitle; "Ödünç" almak (İâre akdi) ile borcun (Karz'ın) aynı şey olduğu kanaatindedir. Ayrıca veresiye alış-verişten doğan borç ile; diğer (Elden verilen) borç arasında; farkı beyan edecek, herhangi bir kelime Türkçe'de yoktur. Ancak Arapça'da "Karz"; genellikle elden verilen borcun adıdır. Veresiye alış-verişten doğan borca "Deyn" denilmiştir. Daha önce de izâh ettiğimiz gibi; ödünç almada (İâre'de) "Mülkiyet" gündeme girmez. Bir anlamda; ödünç alınan (Müsteâr) emânet hükmündedir. Ödünç alanın kasdı veya kusuru olmadan telef olursa, tazmin etmesi gerekmez. Karz'da ise; durum farklıdır.
KARZ-I HASEN'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ
2031 Önce kelime üzerinde duralım. Kârz: lûgatta, geri almak üzere verilen demektir.(134) "Kesmek" manasına da gelir. Borç veren kimse; kendi malından bir kısmını kesip ayırarak, başkasına verdiği için "Karz" denilmiştir. İslâmi ıstılâhta: "Misli olan maldan; benzerini geri almak üzere başkasına vermeye karz denilir"(135) tarifi esas alınmıştır. Hanefi fûkahası; çarşı ve pazarda benzeri sürekli olarak bulunan malları, "Misli" kabul etmiştir. Borç veren kimseye "Mukriz", borç alana "Müstakriz" ve borç alma işine de "İstikrâz" denilir.(136) Sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızâsını gözeterek; hiçbir karşılık beklemeden ve menfaat ummadan, verilen borca "Karz-ı Hasen" denilmiştir.
2032 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hakikat sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar ve Allah'a "Karz-ı Hasen"le borç verenler (yok mu?) Onların mükâfatı kat kat artırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfat da vardır"(137) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler: Bu Âyet-i Kerîme'deki "Sadaka"dan kasdın; farz olan zekât olduğunu beyan etmişlerdir. "Karz-ı Hasen" hususunda ise; "Allahû Teâla (cc)'nın herşeyden müstağni olduğunu, dolayısıyla sırf kendi rızâsını gözeterek borç verenlerin; kendisine borç vermiş hükmünde olacağının müjdelendiğini" zikretmişlerdir. Ayrıca "Zekât'ın" dışında; sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızâsı için, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını, herhangi bir süre beyan etmeden, borçla giderenlerin uhrevi mükâfatlarının fazla olacağı kaydedilmiştir.(138) Bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Kimdir o adam ki; Allah'a güzel bir borç versin de, (Allah da) ona kat kat fazlasıyla (verdiğini) ödesin!.. Allah (kimini) daraltır, (Kimini) genişletir. Siz (Hepiniz) ancak O'na döndürüleceksiniz"(139) hükmü beyan buyurulmuştur. Abdullah İbn-i Mesûd (ra)'un rivâyet ettiğine göre; bu âyeti duyan Ebû'd-Dahhân El Ensari (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "- Yâ Resûlallah!.. Allah bizden borç mu istiyor?" diye sorar. Allah (cc)'ın Resûlü "- Evet ey Ebû'd Dahhâh" deyince, o zaman Resûl-i Ekrem (sav)'e hitâben: "- Elini ver yâ Resûlallah!.. Hurmalığımı Rabbime (Yolunda harcanmak üzere) borç veriyorum" diyerek, hepsini infâk eder. Resûl-i Ekrem (sav) Cennet'te Ebû'd-Dahhâh (ra)'a, içinde altıyüz hurma bulunan bir bahçenin verileceğini, karısının ve çocuklarının da orada kendisiyle berâber bulunacağını müjdeler.(140)
2033 Karz'ın rüknü; tarafların rızâsını beyan eden icab, kabûl ve malın teslimidir. İmam-ı Muhammed (rha) mal teslim olunmasa dahi; icab ve kabul'le "Karz Akdi'nin" tamamlanacağını esas almıştır. Tarafların akıllı ve mümeyyiz olmaları, akdin sıhhati için şarttır. Bulûğ şartı aranmamıştır. Ancak çocuğun velisinin izni gerekir. Bu da sıhhatinin değil, nafiz olmasının gereğidir. İkinci şart: Çarşı ve pazarda misli olan malın bulunmasıdır. "Karz" genellikle; piyasada geçerli olan para vasıtasıyla gerçekleşen bir akiddir. Çünkü borç talebinde bulunan kimse; para ile ihtiyacını karşılayabilir. Üçüncüsü: Bir şahsın diğerine, herhangi bir menfaat şart koşmadan "Karz"da bulunmasıdır. Esasen borç verene; menfaat temin eden (Dünyevi açıdan) her türlü karz yasaklanmıştır.(141) Hatta borç veren kimse; borç talebinde bulunana: "- Borcunu öderken, bana bir de yemek yedirirsin" dese, bu şart sebebiyle "Karz" câiz olmaz. Çünkü yemek; herhangi bir karşılığı olmayan fazlalıktır. Hatta alacaklının (Mukriz'in); başka bir şehirde tahsil edilmesi şartıyla, borç vermesi dahi câiz değildir. Zira yoldaki emniyetini; borçluya yüklemiş olur. Bu da karşılıksız bir menfaat hükmündedir. Günümüzde; belirli bir mal özelliği taşımayan ve itimad senedi durumunda olan kağıt paraların (Nakid); sürekli değer kaybetmesi dikkate alınarak, "- Efendim!.. Borç veren kimse (Mukriz) sürekli zarardadır. İhtiyaç sahibi olduğu gerekçesiyle; borçluya belli bir süre de koymuyoruz. Bu defa iş; onun insafına kalıyor şeklinde sızlanmalar mevcuddur. Tabii bu; borç alıp-verme hâdisesini, asgariye düşürmektedir. Bilhassa hızla para basma olayının arttığı (Emisyon) ve enflasyonun yükseldiği dönemlerde; kağıt para karşılığı borç veren kimselerin (Mukriz'in) zarara uğradığı bir gerçektir. Ancak "Karz" tarifinden de anlaşılacağı üzere: "Misli olan maldan; benzerini geri almak üzere başkasına verilendir, "mutlaka kağıt para değildir!.. Dolayısıylae "Karz-ı Hasen"; bu bahanelerle, terkedilmemelidir. Kaldı ki müddet; ihtiyaç sahibi kimsenin (Borçlu'nun) zor duruma düşürülmemesi için, "İslâmi kardeşlik noktasından" zikredilmez. Fakat mukriz (Borç veren kimse) kendi ihtiyacını beyan ederek; her an geri isteyebilir. Bu onun şer'i hakkıdır.(142) Hatta belli bir müddet zikredilmiş olsa dâhi; o müddete, sırf "Ahde riâyet" noktasından uymak durumundadır. Diğer borçlardan; bazıları hakkında, te'cil caizdir. Ancak "Karz" hakkında tecil muteber değildir.(143) Borç veren kimse (Mûkriz); istediği zaman geri alabilir. Borç talebinde bulunan kimse (Müstakriz) bunu bilmelidir. Zira "Borç talebi" içinde bulunduğu bir haldir!.. Mükellefe; içinde bulunduğu hal ile ilgili ilimler ise "Farz-ı Ayn"dır.
VEDİÂ VE EMÂNET'İN MÂHİYETİ
2034 Önce "Vediâ" ve "Emânet" kelimelerinin lugat manaları üzerinde duralım. Vediâ; mutlak manada "bırakmak ve terketmek" demektir.(144) Emânet ise; masdar olarak "Eminlik, başkasının hak ve hukukuna riâyet" manasına kullanılır. İslâmi ıstılâhta: "Muhafaza edilmesi için; emin olarak bilinen bir kimseye teslim edilen mala vediâ denilir"(145) târifi esas alınmıştır. Genellikle vediâ ile emânet aynı manada kullanılır. Fakat aralarında ince bir fark vardır. Meselâ; rüzgâr sonucu bir kimsenin evinin bahçesine, komşusunun bir eşyası düşse; aralarında akid olmadığı için, ev sahibinin nezdinde o eşya "Vediâ" hükmünde değildir, fakat emânettir. Zira mü'minler; her hakkı, hak sâhibine teslim etme hususunda emindirler. Türkçe'de "Vediâ" kullanılmamış; genellikle "Emânet" kelimesi yaygınlık kazanmıştır. "Galat-ı Meşhur, lügati fâsihten evlâdır" kaidesine uyarak, emânet kelimesini kullanalım. Esâsen emânet; Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerekse bütün yarattıklarının hukuku ile ilgili tekliflerinin tamamına verilen bir isimdir. "Mü'minler emindir" derken; İslâm'ın bütün emir ve nehiylerine, hiçbir mâzeret ileri sürmeden tâbi oldukları kasdedilir.
2035 Emânet'in rüknü; serâhaten yâhud delâleten icab ve kabûlün gerçekleşmesidir. Emâneti koyan kimse: "- Sana emânet ediyorum, veyâ emânet koydum" diyerek icâb'ta bulunur. Kendisine güvenilen kimse ise: "- Kabûl ettim, aldım veya bunların benzeri bir hükümle" kabul ederse emânet gerçekleşir. Örfen kabul de geçerlidir. Eşyayı koyduğu zaman susmak ve itiraz etmemek gibi!.. Şayet bu işe râzı değilse: "- Ben emânet kabul etmiyorum" diyerek, durumu açıklığa kavuşturabilir. Serâhaten ve delâleten hükmü, icab sâhibi için de geçerlidir.(146) Emânet'in hükmü: Kendisine emânet konulan kimse üzerinde; emanet edilen şeyin korunmasının vâcib olmasıdır.(147) Zira icâb ve kabûl sonucu; taraflar arasında "Emânet Akdi" gerçekleşmiştir.
2036 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kendisine emânet konulup; ihânet etmeyen kimse, (Emânetin) zararını tazmin etmez"(148) buyurduğu bilinmektedir. Ancak ihânet ederse veya ihmal sonucu; emânet zâyi olursa, ödemek durumundadır. İbn-i Münzir "Emânetçi, vediâyı (Emâneti) muhafaza altına alsa, sonra da onun kaybolduğunu söylese, sözü yemin etmesi şartıyla kabul edilir"(149) hükmünde, icmâ bulunduğunu kaydeder. Hanefi fûkahası: "Herhangi bir kasdı veya kusuru olmadan; emânet eşya kaybolur, çalınır veya telef olursa, emânetçi bunu tazmin etmez. Eğer bu gibi hallerde ödemesi emredilirse; hiç kimse "Emâneti" (Vediâ'yı) kabul etmez. Halbuki buna ihtiyaç vardır."(150) hükmünde müttefiktir. İmam-ı Malik (rha) "Emâneti kabul eden kimse; töhmet ve zann altında kalmaktan kurtulmalıdır. Bu da ancak ödemekle mümkün olur"(151) hükmünü zikreder.
2037 Emânet (Vediâ) belli bir ücret karşılığı teslim edilmişse; sakınılması mümkün olan bir sebeble, telef veya zâyi olursa tazminat gerekir.(152) Ayrıca kendisine emânet bırakılan kimse; bu emâneti, kendisi ve ailesi vasıtasıyla muhafaza etmek durumundadır. Başka birisine (Ailesinin dışında) teslim eder ve emânet telef ve zâyi olursa, tazmin etmek durumundadır.(153) Mecelle'de: "Müstevdâ (Kendisine emânet bırakılan kimse) kendi malını nerede hıfz ederse (Muhafaza ediyorsa) vediâ'yı dahi orada hıfz edebilir"(154) hükmü kayıtlıdır. Esâsen tıpkı kendi malı gibi muhafaza ederken kaybolursa; zararı ödemesi gerekmez. Nitekim İbn-i Münzir: "Emânetçi, vediâyı (Emâneti) sandığında, dükkanında veya evinde kendisi korur iken telef olursa, ödemekle sorumlu olmaz"(155) hükmünde icmâ bulunduğunu kaydeder. Esasen akid sebebiyle; bizzat kendisinin koruması vâciptir. Aile çevresinin ihânetinden korkarsa; onlardan dâhi, saklamak zorundadır.
HERHANGİ BİRŞEY BULUNDUĞU ZAMAN NE YAPILMALIDIR? (LUKÂTA)
2038 Önce "Lukâta" kelimesi üzerinde duralım. Lugatta; yerden alınıp kaldırılan mala verilen isimdir. Kaybedilmiş, düşürülmüş bir mala da; genellikle yerden kaldırıldığı için bu isim verilmiştir. Sokağa bırakılmış çocuğa "Lâkit" denilir. İnâye'de: "Lâkit ile lukâta; lâfız ve mana itibariyle birbirine yakındır. Lâkit; fakirlikten veya zinâ töhmetinden korkularak hamam kapısına veya yol üzerine bırakılan çocuktur. Lukâta ise; sâhibi bilinmeyen ve yerde bulunan maldır" denilmektedir. İslâmi ıstılahta da: "Herhangi bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen mala lukâta denilir" tarifi esas alınmıştır. Kelime manasıyla, ıstılâhi manası arasında fark yoktur.(156) Yerde bulunan birşeyin; alınıp-alınmaması hususunda ûlema ihtilâf etmiştir. Bir kimse lukâtayı yerden aldığı takdirde; sahibine vermeyeceğini (Nefsine mağlup olacağını) bilirse, yerde bırakması farz olur. Eğer sahibine vereceği hususunda kendine güveni varsa ve almadığı takdirde kaybolacağını (Zannı gâliple) bilirse, kaldırması vâcip olur. Fakat böyle bir tehlike sözkonusu değilse alıp-almama hususunda muhayyerdir. Bu durumda da lukâtayı almak mübahtır.(157) Feteva-ı Hindiyye'de "Farklı görüşler" zikredildikten sonra: "Âlimlerimizin tercih ettiği kavil; lukâtayı yerinden alıp kaldırmanın daha efdal olduğudur. Muhıyt'de de böyledir"(158) hükmü kayıtlıdır.
2039 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Lukâtanın (Bulduğun malın) özelliklerini iyi tanı, sonra onu bir sene târif ve ilân et" buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası: "Herhangi birşey bulan kimse; onu sahibine vermek için aldığına dâir şâhid tutar. Bulduğu yerde ve insanların cemaat halinde olduğu mahalde: "Ben bir lukâta buldum. Sahibini bilmiyorum. Kaybeden gelsin ve malını târif etsin, kendisine vereyim" diye ilân eder. Lukâta kendi yanında "Emânet" hükmündedir. Bulduğu malın değeri bin dirhemden (veya yüz dinar'dan) fazla ise, sünnet gereğince bir yıl ilân eder"(159) hükmünde ittifak etmiştir. Mecelle'de: "Bir kimse yolda yahud diğer mahalde bir şey bulup da, kendisine mal olmak üzere ahz etse gasıb hükmünde olur"(160) buyurulmuştur. İbn-i Abidin (lukâtaya) "Şahid tutulan kimselerin âdil olması şarttır. Şâhid tutmada; lukâtayı yerden alıp kaldıran kimsenin "Benim yanımda bir buluntu vardır. Bunu arayan bir kimseyi işitir ve görürseniz haber veriniz, bana müracaat etsin" demesi kâfidir. Lukâtanın bir ve birden fazla olması arasında fark yoktur. Çünkü lukata cins isimdir. Bilhassa bu zamanda lukatanın altın veya gümüş olduğunu belirtmek vâcip değildir. Lukâtayı ilân edene "Münşid", lukâtayı arayan kimseye "Naşid" adı verilir. Lukâta bulan kimse; sokaklar, çarşılar, mescid kapıları ve kahvehaneler gibi insanların toplandığı yerlerde "Ben bir lukâta buldum, arayan kimseye tesâdüf ederseniz, bana yollayın" diye ilân eder. Çünkü bu gibi yerlerde yapılan ilânlar çabuk duyulur. Bununla beraber lukâtanın bulunduğu yerde ilân edilmesi daha evlâdır. Çünkü sahibi orada arar"(161) hükmünü zikreder. Şimdi bu ilân ne kadar devam eder? sualine cevap arayalım. Essah olan kavle göre; "- Artık sahibinin aramaktan vazgeçtiğine kalben kanaat getirilinceye kadar" sürer. Bu İmam-ı Serahsi'den nakledilen kavildir. Hidaye ve Muzmerat'ta bu esas alınmış; Cevhere'de ise "Fetvâ bu kavil üzeredir" diye zikredilmiştir. Bu kavil zahir-i rivâyete muhâliftir. Zahir rivâyete göre; târif ve ilân müddeti -Lukâta az olsun, çok olsun- bir senedir. Buna göre bazıları "Her Cum'a", bazıları "Her ay", bazıları ise "Her altı ayda bir târif ve ilân olunur" demişlerdir.
2040 Eğer lukâta; beklemeye tahammülü olmayan veya bekletildiği takdirde özelliğini kaybedecek bir mal olursa; Kadı'nın (Hâkim'in) huzurunda satışı yapılır ve parası muhafaza altına alınır.(162) Malın sahibinin bulunması halinde; malın değeri (Parası) kendisine teslim edilir. Eğer bu satışa râzı olmazsa; ikâle (Satışı bozma) hakkı vardır.
2041 Lukâtayı bulan ve sahibine vermek niyyetiyle, şâhid tutarak alan kimse; bütün arama ve gayretlerine rağmen sahibini bulamazsa ne yapacaktır? Hanefi fûkahası: "Eğer lukâtayı bulan kimse; çok fakir ve muhtaç bir kimse ise, ilân müddetinin tamamlanmasından sonra kendi nefsine harcayabilir. Zengin ise; sahibinin adına fakirlere tasadduk etmesi gerekir. Bunun dışında; "Beytü'lmal'e" konulmak üzere, Ulû'lemr'e veya Kadı'ya (Hâkim'e) teslim edebilir"(163) hükmünde müttefiktir. Lukâtayı bulduktan sonra; şâhid tutan ve ilân eden kimse, herhangi bir kusuru olmadan bunu kaybederse, tazmin etmek mecburiyetinde değildir. Çünkü o lukâta; yanında emânet hükmündedir.(164) Kasdı ve kusuru olmadığı süre içerisinde; emânet'in, zâyi olmasından mes'ûl olmaz. Ancak şâhid tutmaz ve ilân etmezse; kaybolması durumunda ödemek mecburiyetindedir.
REHİN'İN TARİFİ, MÂHİYETİ VE HÜKMÜ
2042 Rehin'in "Emânet'le" ilgisi açıktır. Zira rehin bırakılan mal, (kendisine rehin bırakılan kimsenin elinde) "Emânet" hükmündedir. Rehin; lûgatta mutlak sûrette alıkoymak demektir.(165) İslâmi ıstılâhta: "Maldan alınması mümkün olan bir hak sebebiyle; alış-verişe konu olan (mütekavvim) bir malı, hak yerine getirilinceye kadar alıkoymaya (Habsetmeye) rehin denilir"(166) târifi esas alınmıştır.
2043 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer bir sefer üzerinde iseniz, Borcu yazacak bir kâtip de bulamadınızsa, o zaman (borçludan) alınmış rehinler (de yeter). Eğer birbirinizden emin olmuşsanız, kendisine inanılan adam (borçlu) Rabbi olan Allah'dan korksun da, emânetini tastamam ödesin. Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, hakikat şudur ki, onun kalbi bir günâhkardır. Allah ne yaparsanız hakkı ile bilendir"(167) hükmü beyan buyurulmuştur. Rehin yalnız seferde değil, mûkim iken dâhi verilebilir. Fakat seyahat halinde iken yazma işi güç olduğundan, borcun teminatı olarak rehin vermek daha lüzûmlu hale gelir. Âyet-i Kerîme'de sefer halinin zikredilmesinin sebebi de budur. Mûkim halde iken; rehin verilemez manasına değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) Medine'de mûkim iken; kendi zırhını ailesinin geçimi için, otuz vasak arpaya karşılık zimmiye (Yahudi'ye) rehin olarak vermiştir.(168) Dolayısıyla Rehin; kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bir akiddir. Senet garantisi yerine geçmek üzere borçlu; alacaklı olan kimseye rehin bırakabilir.(169) Rehin; borcun vesikası hükmündedir.
2044 Rehin'in Rüknü; tarafların rızâsını ortaya koyan icab, kabûl ve malın (Rehin bırakılan) teslimidir. Rehin veren kimseye "Râhin", rehin alan kimseye "Mürtehin", ve rehin olarak alıkonan şeye de "Mürtehen" adı verilir.(170) Rehin veren kimsenin sarih izni olmadığı müddetçe; rehin alan kimse, o maldan kat'iyyen faydalanamaz.(171) Çünkü o sadece vesikâ (Senet) hükmündedir. Başka bir kimseye devredilmesi de mümkün değildir. Ancak rehinin muhafaza edilebilmesi için; belli bir masraf sözkonusu ise, bu doğrudan doğruya rehin alan kimseye aittir. Ancak rehin bırakan kimse; sırf kendi arzusuyla bu masrafı üzerine alırsa, teberrû hükmünde olur, sonunda hak talebinde (masrafı istemek sûretiyle) bulunamaz.(172)
2045 Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem (sav): "Rehin kilitlenmez" hadisini esas alarak; "rehin bırakılan şeyin; rehin alan kimsenin mülkiyetine dâhil olamayacağında" ittifak etmiştir. Ayrıca kendisine rehin bırakılan bir at; ihmâli sonucu ölünce Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rehin alan kimseye" hitâben; "Senin hakkın gitti" buyurduğu bilinmektedir. Eğer borcun miktarı ile rehin alınan malın kıymeti birbirine eşit olursa; (Telef olma durumunda) rehin bırakan kimsenin borcu düşer. Yine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rehin bırakılan şeyin kıymeti bilinmediği zaman (Örtülü hâle gelince); o hakkında verildiği borcun mukâbilinde, tazmin olunur" buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla alacağına karşı rehin isteyen kimse; onu muhafaza etme hususunda hassasiyet göstermek mecburiyetindedir"(173) hükmünde ittifak etmiştir. Rehin bırakan kimsenin; istediği zaman, bu malı geri talep etmesi mümkündür. Çünkü rehin bıraktığı malı geri alması, borcu düşürmez. Hatta rehin alan kimse (Alacaklı); aynı malı; borçluya, iâre (Ödünç) olarak verebilir. İmam-ı Şafii (rha) "rehin alan kimsenin elinde; rehin aldığı mal telef olsa, tazmin etmesi gerekmeyeceğine" hükmetmiştir. Yani rehin alınan malın helâk olmasının borcu iskât etmeyeceği görüşündedir.(174) İbn-i Münzir: "Rehin; rehin alan kimsenin hakkı ödeninceye kadar, rehin veren tarafından satılamaz, hibe edilemez, sadaka olarak verilemez ve kendisine teslim edilen şahsın elinden çıkarılamaz"(175) hükmünde, icmâ bulunduğunu kaydeder.
2046 Taraflar (Rehin alan ve veren) rehin olan malın; "Âdil bir kimsenin yanına bırakılması" hususunda ittifak ederlerse, bu câizdir. Âdil olan kimsenin; borç ödeninceye kadar, rehini taraflardan herhangi birine verme hakkı yoktur.(176) Eğer verirse; meydana gelebilecek zararı tazmin etmek (ödemek) durumundadır. Zira mal hususunda; rehin koyan kimsenin "Emânetçi'si" olduğu gibi, hak hususunda da, rehin alan kimsenin emânetçisidir. İkisinden biri, diğerine yabancıdır. Bilindiği gibi; yabancıya verilen emânetin zâyi olmasında tazmin mecburiyeti vardır. Kendisine "yed-i adl" (Âdaletli el) denilmiştir. Nitekim Mecelle'de: "Deyn (borç) baki iken adl olan kimse; râhin ve mürtehinden birinin rızâsı olmadıkça, rehni diğerine veremez ve verirse istirdada (geri verilmesini istemeye) selâhiyeti vardır. Ve kalb el istirdâd (Geri almadan önce) rehin telef olsa, adl anın kıymetine zâmin olur"(177) hükmü kayıtlıdır. Dolayısıyle tarafların rızâsı ile; kendisine rehin bırakılan kimse, "Borç ödeninceye kadar" görevini sadakatle yerine getirmek mecburiyetindedir. Emâneti kabul ederken taraflara; bu hususta, herhangi bir talebi kabul etmeyeceğini bildirmelidir. Eğer rehin alınan mal; âdil olan kimsenin elinde iken, hiçbir kasdı olmadan telef olursa, rehin alan kimsenin zararına telef olmuş sayılır. Çünkü bu noktada âdil kimsenin eli; rehin alan kimsenin eli hükmündedir.(178) Eğer borcun ödenmesi hususunda herhangi bir müddet tayin olunmuşsa; süre dolduktan sonra, rehin bırakılan mal satılır ve ücreti alacaklıya teslim edilir. Bu hususta âdil kimse; vekil hükmündedir.(179) Şimdi vekâlet üzerinde duralım.
VEKÂLET'İN ÖNEMİ VE MÂHİYETİ
2047 Vekâlet; lûgat yönünden muhafaza etmek, korumak manasınadır. Allahû Teâla (cc)'nın güzel isimlerinden birisi olan "Vekil" de; bu mâhiyettedir. Bu sebeble: "- Seni malıma vekil ettim" diyen kimse hakkında biz; "- Ancak o kimse, muhafaza etmeye mâlik olur" deriz. Ba'zıları: "Vekâletin tertibi; tefviz ve i'timâd manasına delâlet eder" demişlerdir. Tevekkül de; bu mâhiyettedir. Nitekim: "Allah (cc)'a tevekkül ettik" denir. Yani "Biz işlerimizi Allahû Teâla (cc)'ya tefviz ve teslim eyledik" manasınadır. Tefviz; bir işin idâresini birine vermek veya işleri birine ısmarlamaktır. Bu sebeble; tevkil (Vekil kılma); lugat yönünden, işi başkasına tevfiz etmek, ısmarlamak demektir.(180) İslâmi ıstılâhta: "Bir kimsenin, başka bir kimseyi; kendi yerine koymasına ve tasarruflarını belirlemesine vekâlet denilir"(181) tarifi esas alınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in alış-veriş işlerinde Hz. Hizâm (ra)'ı vekil tâyin ettiği bilinmektedir.(182) Daha önce Hz. Ali (ra)'nin; davalarını tâkip etmesi için, kardeşi Akil b. Ebi Talib (ra)'i vekil tâyin ettiğini zikretmiştik!.. Hanefi fûkahası: "Bir kimsenin; kendisinin akid yapması câiz olan her hususta, bir başkasını vekil tâyin etmesi sahihtir. Çünkü insan; bazı hallerde, kendisi bizzat yapma gücüne hâiz olmayabilir. Bu gibi durumlarda; ehil olan bir kimseyi, vekil tâyin ederek ihtiyacını giderir"(183) hükmünde ittifak etmiştir. İbn-i Münzir: "İlim sahiplerinden ileri gelenlerin hepsinin icmâ'ına göre: mahkemeye gidemeyecek durumda olan hasta ile şehirde bulunmayan kimse, haklarını talep edecek ve kendileri adına konuşacak bir vekil tâyin etme yetkisine sahiptirler"(184) hükmünü zikreder.
2048 Vekâletin rüknü; kendisi ile vekâletin sabit olabildiği hususi sözlerdir. "- Seni, şu malı satman için vekil tâyin ettim" demek gibi!.. İstihsânen vekilin; vekâleti kabul etmesi, sıhhatinin şartlarından değildir. Fakat vekâleti kabul etmediğini açıkça söylerse, o vekâlet reddedilmiş sayılır. Şâyet; "İstersen vekilim olmayı kabul et ve şu malımı sat" der, muhâtabı olan kimse susar ve satışı yaparsa caiz olur. Fakat "Hayır!.. Kabul etmem derse" bâtıl olur. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(185)
2049 Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde "Vekâlet" daha ziyâde; alış-veriş işlerinde yaygındır. Haklarını savunmada güçlük çeken kimseler; Kadı (Hâkim) huzurunda, vekilleri tarafından temsil edilmektedirler. Günümüzde de; en çok ticari işlerde ve "Avukat" adı altında mahkemelerde, vekillere rastlanmaktadır. Sonuç olarak; insanların ihtiyaçlarında fazla bir değişiklik sözkonusu değildir. Vekâlet'in hükmü; vekilin, kendisini tâyin eden kimsenin (Müvekkilin) yerine geçmesi ve onun adına tasarrufta bulunmasıdır. Vekil tâyin eden kimsenin koyduğu şartlara aynen riâyet gerekir. Sarih bir izni olmadığı müddetçe vekil; bir başkasını vekil tâyin edemez.(186) Vekâletin sıfatı'na gelince; vekâlet câiz olan akidlerden (Sözleşmelerden) ibarettir. Vekil müvekkilini, müvekkil de vekili istediği an azledebilir. Belli bir süre ile sınırlandırılması mecburiyeti yoktur.(187) Vekil; yapacağı veya yaptığı iş karşılığında müvekkilden ücret talebinde bulunabilir. Bu gibi hallerde vekil; ecir (ücretli) durumuna geçer.(188) Herhangi bir ücret tâyin olunmamışsa vekil'e; ecr-i misli (Ehl-i vukuf'un tayin edeceği ortalama ücret) ödenir. Müvekkilin ölümü halinde; vekâletten azil kendiliğinden gerçekleşir.(189) Müvekkilin veya vekil'in; cinnet getirmesi veya akli dengesini kaybetmesi durumunda, aralarındaki akid (Sözleşme) sona erer. Nitekim Mecelle'de: "Müvekkilin yahud vekilin tecennüm etmesiyle (cinnet getirmesi ve delirmesiyle) vekâlet bâtıl olur"(190) hükmü kayıtlıdır. Esâsen bu gibi durumlar ferdi; tasarruftan alıkoyan ve velisinin yardımını gerektiren hallerdir. Fıkıhta bu hâle "Hacr" denilmiştir. Şimdi kısaca bu meseleyi izaha gayret edelim.
FERD; HANGİ HALLERDE TASARRUFTAN MEN EDİLİR? (HACR) 2050 Hür, akıl-baliğ ve ehliyet arızası bulunmayan bir kimse; malını dilediği gibi sarfedebilir. Mülkiyeti kullanma hakkı; diğer insanlara (kat'i olarak) zarar verdiği sâbit olmadığı müddetçe, sınırlandırılamaz. Fakat ferd; bâzı hallerde tasarruftan menedilir. Şimdi "Hacr (veya hıcr)" nedir? sualine cevap arıyalım. Hacr; lûgat yönünden mutlak manada alıkoymak ve men etmek manasına gelir. İslâmi ıstılâhta: "Bir kimseyi, bazı sebeblerden dolayı sözlü (Şifâhi) tasarruftan men etmeye hacr denilir"(191) târifi esas alınmıştır. Genel olarak ferdi; tasarruftan alıkoyan sebebler, üç kısımda izâh edilmiştir. Bunlar: Küçüklük (Sabi'lik), Kölelik ve cinnet getirmektir.(192) Hacr altına alınmış kimseye "Mahcur" denilir. Sebebler ortadan kalktığı zaman Kadı (hâkim) haklarını iâde eder. Bu durumda kendisine me'zûn (İzin verilmiş) denilir.
2051 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yetimleri nikâh (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye bunları tez elden yemeyin. (Velilerden) Kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise; o halde örfe göre (bir şey) yesin. Artık onların malını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şâhid bulundurun. Tam bir hesab sorucu olmak bakımından ise Allah yeter"(193) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayette; nikâh çağına varıncaya kadar yetimlerin denenmesi emredilmektedir. Belli bir yaş beyan edilmemiş; rüşde ermek şart koşulmuştur. O döneme kadar; mallarının tasarrufunun; velilerine âit olacağı da hassaten zikredilmiştir. Bu bir anlamda; küçük çocuğun, malı hususunda tasarruf hakkının bulunmadığının delilidir. İbn-i Abbas (ra) ve Said İbn-i Cübeyr (ra)'e göre; "Dinini ve malını muhafaza edecek güce gelen kimse, rüşde ermiş sayılır". Bazılarına göre ise; fuhşiyattan ve israftan kaçınan kimse, rüşde ermiştir. Esâsen "Akıl ve salah'ın" birarada zikredilmesi; hacr halinin kaldırılması hususunda Kadı'nın (Hâkim'in) içtihadına ihtiyaç belirtmektedir. Hz. Aişe (ranha) vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyuyan kimse uyanıncaya kadar, küçük çocuk büyüyünceye (buluğa erinceye) kadar, deli akıllanıncaya yahud şifa buluncaya kadar"(194) buyurmuştur. Bunlardan kalemin kaldırılması; tasarruf haklarının bulunmamasıyla ilgilidir. Çünkü bu haller "Ehliyet noksanlığı ve arızasını" beraberinde getirir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her talak (boşama) câizdir. Sadece küçük çocuğun (Sabi'nin) ve mecnunun (Cinnet getirmiş, bunamış kimsenin) talakı câiz değildir, vâki olmaz"(195) buyurduğu bilinmektedir. Zira bunların; şehvet duyguları ya yoktur veya mâhiyet değiştirmiştir. Nikâh nimetinin kadr-û kıymetini kavrayamazlar. Dolayısıyla sözlü tasarruftan men edilerek (Hacr konarak); ehliyetin yerine gelmesi beklenir. Bilindiği gibi "Kölelik Hâli"; mükteseb ehliyet arızalarından birisidir. İslâm'a karşı savaşma sonucu ortaya çıkmıştır. Bir insan; ruhlar aleminde gerçekleşen mîsakı reddederek müslümanlara karşı fiilen savaşırsa "Köle Hukuku" gündeme girer. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Köle ve mukâteb herhangi bir şeye mâlik olamaz, ancak talaka (Boşamaya) yetkilidirler"(196) buyurduğu bilinmektedir. Çünkü köle de olsa; nikâh nimetinin kadrini bildiği için, ehil sayılır. Diğer tasarrufları ise; efendisinin iznine tâbidir. Me'zun (İzinli) kölenin, tasarruf hakları, kendine iâde olunur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha); bir kimse rüşde ersin-ermesin, yirmibeş yaşına kadar beklenir. Yirmibeş yaşından sonra malı kendisine teslim edilir. Çünkü: "Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değiştirmeyin, mallarınızı onların mallarına katarak (helâl, temiz malınızı kirletip) yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır"(197) Âyet-i Kerîme'si tahsis belirtmemiş, yetimin malının mutlaka kendisine teslimini şart koşmuştur. Diğer Âyet-i Kerîme ise; malın teslimini rüşde ermekle sınırlandırmıştır. Eğer yetim evlenecek yaşa geldiği halde; temyiz gücüne kavuşmazsa beklenebilir. Ancak bu bekleme süresi yirmi beş yaşını aşamaz. Nitekim Hz. Ömer (ra)'den de; yirmibeş yaşına geldiğinde kendisine teslim edileceğine dâir rivâyet vardır.(198)
2052 Çocukluk, kölelik ve cinnet getirmek (Delirmek) dışında; bazı hallerde, Kadı'nın (Hâkim'in) muayyen şahıslar hakkında "Mahcuriyet" kararı verme hakkı vardır. Bazı kimselerin; zararı bütün ümmete dokunan fiillerinden dolayı, hacr edilmeleri câizdir.(199) Meselâ: Yeterli bilgiye sahip olmadıkları halde; doktorluk yapan ve verdikleri ilâçlarla, insanların ölümüne sebeb olan kimseleri tasarruftan menetmek şarttır. Zira insanların "Can emniyetini" muhâfaza etmek esastır. Yine büyücülük, muskacılık, cinlerle temas ve sihir gibi işlerle meşgul olan kimseler tasarruftan menedilirler. Din âlimi geçinen ve insanlara hileli yollar öğreten "Mâcin Müfti'nin" tasarruftan men edilmesi; "Din Emniyeti'nin" sağlanması için zarûri olur. İflâs ettiği halde; insanlardan bunu gizleyip, sürekli borçlanmak sûretiyle hileli yollara sapan tüccarın men edilmesi; "Mal Emniyetini" korumak noktasından elzemdir. Ancak bu çeşit "Hacr"ın; mâhiyeti farklıdır. Nitekim İmam-ı Kasani; "Bununla murad, hacrin hakikati değildir. Tasarrufun geçerli olmasını meneden şer'i hükümdür. Görülmez mi ki; mâcin müfti, eğer fetvâdan menedildikten sonra, fetva verse ve isâbet etse caiz olur. Şâyet mahcuriyetinden önce fetva verip hata etse, câiz olmaz. Kezâ bilgisiz doktor; menedildikten sonra ilâç satsa, fakat isâbetli olsa, satışı geçerli olur" hükmünü zikreder. Esasen kat'i mahcuriyet sebeblerinin dışındaki haller; doğrudan doğruya, ümmetin uğrayabileceği zararlara karşı Kadı'nın (Hâkim'in) tedbir almasıdır. Nitekim bir kadı (Hâkim) muayyen bir şahıs hakkında mahcuriyet kararı verse; aynı şahıs bu kararı, diğer bir Kadı'ya müracaat ederek kaldırılmasını talep edebilir. Eğer müracaat edilen kadı (Hâkim); mahcuriyet kararını kaldırırsa, bu câizdir. Çünkü ictihadların farklılaşması mümkündür ve sahihtir.(200) Fakat muayyen bir şahıs hakkında "Mahcuriyet" kararı verildiği zaman; kendisine izin verilinceye kadar, aynı mesleği icrâ etmesi mümkün değildir. Mutlaka Kadı'nın (Hâkim'in) hükmü gerekir. Fûkaha; malını har vurup, harman savuran sefih kimseler başta olmak üzere; kimlerin hangi sebeblerle "Mahcuriyetine" karar verileceğinin üzerinde hassaten durmuştur. Mahcuriyet kararının verilmesinden önce ferdin uyarılmasının vâcip olduğunda ittifak vardır. Bunun sebebi şudur: tasarruftan men etmek, insanın bazı haklarına el koymak manasına gelir. Bu sebeble; ağır bir cezâ hükmündedir. Zarûri olmadığı müddetçe bu yola gidilmez. İkâz (Emr-i bi'l maruf) sonucu; hatalı yoldan dönme ve mahcuriyete muhatab olmama imkanı doğar. Sebeb yokken; insanın haklarına engel olmak, zûlümdür ve haramdır.
İKRAH'IN TARİFİ VE MÂHİYETİ
2053 İkrah; lûgatta bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya zorlamaktır. İslâmi ıstılâhta: "Bir kimseyi; tehdit ederek (icbarla) râzı olmadığı bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya, haksız yere sevk etmektir. Tehdit edilen kimseye "Mükreh" denilir.(201) İcbar etmek (Mecbur bırakmak) manasına gelen "Cebr" aynı mâhiyettedir. Cebrin karşılığı (zıddı) "İhtiyâr" meselesi farklıdır. İkrah bazı hallerde; ihtiyarı ifsad eder, bazı hallerde ise; ferdin "İki şerden birisini seçmesi" sözkonusu olduğundan, ihtiyâr mevcuttur.(202) Şöyle ki; ikrah altında olan kimsenin, ölüm tehlikesi veya bir uzvunun koparılması sözkonusu olursa "İkrah-ı Mülci" gündeme girer. Bu halde; hem rızâ, hem ihtiyâr ortadan kalkar. Ancak hapis etmek, dövmek veya bağlamak gibi durumlarda (Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olmadığı sabit ise) "İkrah-ı Gayri mülci'den" sözedilebilir. Bu halde ferdin rızası yoktur, ancak ihtiyârı mevcuttur.
2054 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa (Ona) Allah'dan hiç bir şey (Yardım) yoktur. Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size (asıl) kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah'adır"(203) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'nin nüzûlünü farklı hâdiselere bağlamışlardır. Ancak mâhiyet ve getirdiği hüküm noktasından ittifak vardır. İbn-i Abbas (ra) "Meğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız" hükmünün tefsirinde: "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem o anda günahı kaldırıldığı için mes'ûl olmaz"(204) diyerek, "İkrah-ı Mülci" anındaki duruma işâret eder. İbn-i Kesir: "Bazı yer ve zamanlarda kâfirlerin (şerrinden) korkanlar; niyyet ve kalblerinden değil de, dış görünüş itibariyle kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler"(205) buyurur. İmam Ebû Bekir El Cessas: "Hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imhâ edilmesinden korkmanız halinde; kalbiniz imanla dolu olduğu halde, onlara dost görünmeniz müstesnâ'dır"(206) hükmünü zikreder. Hanefi fûkahası: "Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olursa; diliyle küfür kelimesini izhar etmesinde günah yoktur. Çünkü Hz. Ammar bin Yasir (ra) ikrah-ı mülci ile mübtelâ olduğu zaman Resûl-i Ekrem (sav): "- (Küfür kelimesini söylerken) Kalbini nasıl buldun ya Ammar?" sualini sormuştur. Hz. Ammar b. Yasir (ra): "- İman ile mutmain olarak ya Resûlallah" cevabını verir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Eğer yine aynı işkenceyi yaparlarsa, sen de aynısını yap (ve kurtul)" buyurmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın şu hükmü, bunun üzerine inzâl buyurulmuştur: "Kalbi iman üzere (sâbit ve bununla) mutmâin (ve müsterih) olduğu halde (Cebr-ü) ikrâha uğratılanlar müstesnâ olmak üzere, kim imanından sonra Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine (i kabûl) açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azabtır" (En Nahl Sûresi: 106) Çünkü ikrâh altında iken (dil ile küfür kelimesini) söylemek, imanın zail olmasına sebeb teşkil etmez. Zira kalben tasdik mevcuttur. O şartlarda dahi; kelime-i küfrü söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmamaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeble ikrah altında (Kelime-i küfrü söylemek) câiz olur. Denildi ki; sabreder; küfür kelimesini söylemez ve bu sebeble katledilirse, büyük sevab kazanır. Zira Hz. Habib (ra) küfür kelimesini, bütün işkenceye rağmen söylemedi ve onu idâm ettiler. Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Habib'e "Seyyid-i Şühedâ" ismini verdi ve buyurdu ki: "- O cennette benim arkadaşımdır". Çünkü o halde (İkrah-ı Mülci anında) dâhi küfür kelimesini söylemenin haramlığı bâkidir. İslâmı aziz kılmak için; kafirlerin dediklerini yerine getirmekten imtinâ etmek azimettir. Kelime-i küfrü söyleyip kurtulmak ise farklıdır. Çünkü o halde iken (İkrah-ı Mülci halinde) sadece günahı kaldırılmıştır"(207) hükmünde müttefiktir.
2055 İkrah'ın (Tehdit'in) sâbit olabilmesi için bazı şartlar vardır. Aksi takdirde ikrah sahih olmaz. Birincisi: Tehdit eden kimsenin (ister devlet, ister ferd olsun); tehdit ettiği şeyi hakikaten yapabilecek kudrette olması gerekir. Bu "İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azâm Ebû Hanife (rha) "Zorlama ancak sultandan (Devlet'ten) tahakkuk edebilir" buyurmuştur. Çünkü kudret; asker olmadan sağlanamaz. Asker ise devlete bağlıdır. Fûkaha: "- Bu ihtilâfın kaynağı delile değil, zamana dayanır. İmam-ı Azam (rha)'ın zamanında, devlet'ten başka hiçbir güç, tehdit ettiği şeyi yapabilecek kudrette değildir. İmameyn'in (rha) zamanında ise; fesâd zuhur etmiş ve iş zorbaların eline geçmiştir. Fetvâ İmameyn'in kavli ile verilir." İkincisi: Mükellefin; tehdit eden kimsenin, tehdit ettiği şeyi yapabileceğine inanması ve korkması şarttır. Meselâ: Bir çocuk, şunu yapmazsan seni döverim dese, ikrah olmaz. Çünkü dediğini yapabilme gücü yoktur; mükellefin de, buna inanması ve korkması düşünülemez. Üçüncüsü: Mükellefin; tehdit edildiği konu; ya kendi hakkı, ya kul hukuku veya Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olmalıdır. Kendi malını telef etmesi, başkasının hakkını iptal etmesi, şarab içmesi, zinâ etmesi vs. gibi!.. Dördüncüsü: Tehdit eden kimsenin; öldürmeyi veya bir uzvu koparmayı zâhiren ilân etmiş olması gerekir. Yani rızâyı yok eden ve ızdırabı beraberinde getiren bir hal gündeme girmelidir.(208) Ferde; herhangi bir zarar vermeyen zorlamalar; "İkrah" hükmünde değildir. Çünkü ikrah olabilmesi için; rıza'nın kesinlikle ortadan kalkması gerekir. Bu asgari şarttır. Zira insanın "rızâsı ve ihtiyarı" mevcutken; amellerinden mes'ûl olmaması düşünülemez.
MÜSABAKALAR VE GÜNLÜK HAYAT
2056 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Seni Allahû Teâla (cc)'yı anmaktan alıkoyan her şey kumardır"(209)