15. BÖLÜM: ÇEŞİTLİ MESELELER

ET İHTİYACININ KARŞILANMASI (HAYVAN KESİMİ VE AVLANMAK)
1968 Kur'ân-ı Kerim'de: "Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan, (Henüz canı üstünde iken yetişip) kestikleriniz müstesnâ olmak üzere; boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, süsülmüş, canavar yırtmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde (putlar adına) boğazlanan (hayvan)lar, fal oklarıyla kısmet (ve hüküm) aramanız üzerinize haram edilmiştir"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fûkahası: "Şer'i usûle riâyet ederek hayvanı kesmek; helâl olmasının şartıdır. Çünkü Allahû Teâla (cc): "Ancak boğazladıklarınız (kestikleriniz) müstesnâ" buyurmuştur. Esasen hayvanı kesmek; temiz olanları, pis olan kandan ayırdığı için oldukça önemlidir."(2) hükmünde ittifak etmiştir.
1969 Fıkıh kitablarında "Zebâih"; başlı-başına bir bölümdür. Şimdi bu kelime üzerinde duralım. Zebâih; "Zebihâ'nın" çoğuludur. Zebihâ ise; boğazlanmaya (kesilmeye) elverişli hayvandır.(3) Hayvanı kesmek; insanın kendi arzusuyla (ihtiyari) olabileceği gibi, ızdırarı (ister-istemez) de olabilir ve bu şekilde ikiye ayrılır. İhtiyari kesmenin rüknü; öküz ve koyun gibi hayvanları, gerdanı ile çenesi arasından (kudret bulunduğu zaman) deve gibi hayvanı göğsünden kesmektir. Izdırari kesmek ise; herhangi bir yerinden kan akıtmak ve yaralamaktır. Bu genellikle avlanmada meydana gelir.(4)
1970 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hayvanı kesmek; göğsü (gerdanı) ile çenesi arasında gerçekleşir, vâki olur"(5) buyurduğu bilinmektedir. Mâlum olduğu üzere; göğüs ile çenenin arası, damarların toplandığı yerdir. Bu sebeble; pis olan kanın en seri şekilde akmasına elverişlidir. Hayvanın damarları; nefes borusu (Hulkûm), Yemek borusu (Mer'i) ve vedâcandır. Vedec; boynunun (şah damarı) iki tarafında bulunan damara verilen isimdir. Tesniyesine (ikilisine) "Vedâcan" denilir. Halk arasında "Can damarları" tabiri yaygındır. Çoğulu ise "Evdâç" gelir. Nitekim, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Evdaçı, dilediğin yerden kes"(6) Hadisinde, çoğul olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla hangi aletle olursa olsun (Tırnak ve diş müstesna); İslâmi usûle riâyet ederek, bu dört damarın (veya üçünün) kesilmesi halinde helâl olur.(7) Ancak bu damarların tamamını kesmek, sünnete daha uygundur. Ayrıca bazılarını kesip, bazılarını geriye bırakmak sûretiyle; hayvana eziyet etmek de, mekruhtur. Fûkaha; "Hayvanı kesmeden önce, bıçağı keskinleştirmek menduptur"(8) hükmünde ittifak etmiştir. Hayvana gereksiz yere acı vermemek hususunda Sahabe-i Kiram'dan rivâyet mevcuttur. Fakat bayıltarak kesmek (bayılma anında murdar olarak ölüp-ölmediği bilinemiyeceği için) câiz değildir.
1971 Allahû Teâla (cc) her şeyde; güzelliği ve iyiliği vâcip kılmıştır. Kesilecek hayvanı yatırıp; daha sonra bıçağı keskinleştirmeye (bilemeye) başlamak ve hayvanı o halde bırakmak mekrûhtur. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) her şeye karşı ihsânı (iyiliği) vâcip kılmıştır. Bunun için öldürürseniz (Kısas vs. gibi), o öldürmeyi güzel yapınız. Hayvan kestiğiniz zaman kesmeyi iyi yapınız (acı çektirmeyiniz). Ve sizden birisi bıçağını keskinleştirsin (bilesin) ve kestiği hayvanı rahatlatsın"(9) buyurduğu bilinmektedir. Hayvanın acısı dinmeden; derisini yüzmek mekruhtur.(10) Bilindiği gibi; hayvan kesen kimsenin kıbleye doğru yönelmesi ve Allahû Teâla (cc)'nın ismini anması (Besmele) çekmesi esastır. Eğer kasden besmele çekmezse; kestiği hayvanın eti yenilmez. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
1972 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz. Çünkü bu muhakkak ki bir fıskdır. Filhakiyka şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi dostlarına (Tağutlara) mutlaka telkinlerde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz ki siz de Allah'a eş tanıyanlarsınızdır"(11) hükmü beyan buyurulmuştur.
1973 Yine diğer bir Âyet-i Kerîme'de: "Allah size ölüyü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muzdar kalırsa (o kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktarı) aşmamak şartıyla, onun üzerine bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkı ile esirgeyicidir"(12) buyurulmuştur. M. Ali Sabuni şunları kaydediyor: "Uhille li gayrillâhi" (buradaki) ihlâl kelimesi; sesi yükseltme anlamında olduğu gibi, çocuğun dünyaya gelişinden hemen sonra ağlayarak sesini yükseltmesine de denir. Müşrikler, bir hayvanı kestikleri sırada Lat ve Uzza isimli putların adlarını seslerini yükselterek anarlardı. Buna göre ayetin icmâli anlamı şudur: Putlar, tağutlar ve Allah ismi dışındaki diğer adlarla kesilen hayvanların etleri size haram kılınmıştır"(13)
1974 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Müslüman; hayvanı Allahû Teâla (cc)'nın ismi üzere keser. İster besmele çeksin, ister çekmesin"(14) buyurduğu da bilinmektedir.
1975 Hanefi fûkahası: "Besmeleyi kasden terkeden kimsenin kestiği hayvanın eti haram olur. Eğer unutup terkederse kestiği helâl olur"(15) hükmünde müttefiktir. İmam-ı Şafii (rha) indinde; ister kasden terketsin, ister unutarak besmele çekmesin, helâl olur. Çünkü "Allah'ın adını zikretsin-zikretmesin müslümanın kestiği helâldir" hadisi, ayetin hükmünü tahsis etmiştir. Ayrıca besmele çekmek; kesilen hayvanın etinin helâl olması için şart olsaydı, unutma özürü sebebiyle düşmezdi. O halde müslüman olmak, besmele makamına ikâme edilmiştir.(16) İmam-ı Malik (rha) indinde; Allah'ın adı zikredilmediği müddetçe, kesilen hayvanın eti yenilemez. Besmelenin kasden terkedilmesi ile unutularak terkedilmesi arasında bir fark yoktur. Bu ihtilâf; Usûl-i fıkha dayanır. Sünnetin; bazı ayetlerin hükmünü tahsis etmesi ve bununla ilgili kaidelerdeki farklılaşma, muhtelif hükümleri beraberinde getirmiştir.
1976 Hanefi fûkahası; "Hayvanı keserken besmele çekmek şarttır. Zira Allahû Teâla (cc): "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyiniz" buyurmuştur. Buradaki hüküm; tahrim (haram kılma) içindir. Ayrıca Hz. Adiy b. Hatem et-Tai (ra)'den şöyle rivâyet olunmuştur. Resûl-i Ekrem (sav) başkasının av köpeğinin yakaladığı hayvanla ilgili olarak: "- Şüphesiz ki sen, kendi köpeğini bırakırken besmele çektin!.. Fakat başkasının köpeği için besmele çekmedin"(17) buyurmuştur. Buradaki hüküm açıktır. Resûlullah (sav) haramlığı; besmele çekmeyi terketme sebebine bağlamıştır."(18) hükmünde müttefiktir. Unutmak şer'i bir özürdür.
KİMLERİN KESTİĞİ HAYVANIN ETİ YENİLMEZ?
1977 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bugün size bütün iyi ve temiz (nimetler) helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir"(19) hükmü beyan buyurulmuştur. Tevrat ve İncil'e göre amel eden ehl-i kitab'ın; Allahû Teâla (cc)'nın ismini anarak (yani besmele çekerek) kestiği hayvanın eti helâldir.(20) Fakat Allahû Teâla (cc)'nın ismine; kendi inancından bir akideyi atıf yaparak keserse (Meselâ: Bismillahi ve ruhû'l kudüs, Bismillâhi ve isa vs.) o hayvanın etini yemek haram olur. Bunun dışında; bugünkü ehl-i kitab; Resûl-i Ekrem (sav) ve Sahabe dönemindeki ehl-i kitab'la aynı mıdır? suali çerçevesinde birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Şöyle ki; Resûlullah (sav) dönemindeki ehl-i kitab ihtilâf ettikleri konularda, Tevrat veya İncil'in hükümlerine tâbi oluyorlardı. Nitekim Abdullah b. Ömer (ra)'den şu şekilde rivayet edilmiştir: Resûlullah (sav)'a; zinâ etmiş bir yahudi erkekle, bir yahudi kadın getirmişler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "- Zinâ eden bir kimseye siz Tevrât'ta ne (ceza) buluyorsunuz?" sualini tevcih etmiştir. Yahudilerden birisi: "- Yüzlerini siyaha boyar, kendilerini hayvan üzerine bindirir ve yüzlerini birbirine ters döndürürüz. Bu şekilde sokaklarda dolaştırırız" cevabını verir. Resûlullah (sav): "- Doğru söylüyorsanız, o halde Tevratı getirin" diye emreder. Yahudiler hemen Tevrat'ı getirip, okumaya başlarlar. Recm ayetine gelince, okuyan genç yahudi elini o ayetin üzerine koyar, evvelini ve sonunu okur. Recm ayetini gizlemiştir. Abdullah b. Selâm; Resûl-i Ekrem (sav) ile birliktedir ve Tevrat'ı çok iyi bilmektedir. Resûlullah'a: "- Buna emir buyur da, elini kaldırsın" diyerek istirhamda bulunur. Yahudi elini kaldırınca recm ayetini gizlediği ortaya çıkar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) her ikisinin de (Tevrat'ın hükmüne göre) recmedilmesini emretmiştir. Abdullah b. Ömer (ra): "- Ben de onları recmedenler arasındaydım. Yemin olsun Yahudinin kadını kendi vücûdu ile koruduğunu gördüm"(21) buyurmuştur. Rivayetten anlaşılacağı üzere o dönemde "Ehl-i kitap" aralarındaki ilişkilerini şeriatlarına göre düzenlemeyi kabul ediyorlardı.
1978 Resûl-i Ekrem (sav) döneminde; Yahudi ve Hristiyanların, hayvan kesimi hususundaki itikadları: "- Keserken mutlaka Allah'ın ismi anılmalıdır. Aksi halde helâl olmaz" noktasındadır. Müslüman olarak Abdülvahid Yahya ismini alan Rene Guenon: "Modern batının hristiyan olduğu söylenir. Ama bu yanlıştır. Modern tavır temelde din düşmanı olduğu için, Hristiyanlığa da düşmandır"(22) hükmünü zikrediyor. Bilindiği gibi; halkının büyük çoğunluğu Hristiyan olan ülkelerde; felsefi hareket büyük güç kazanmıştır. Esasen bugün; İncil'in hükümlerine göre yönetilen, herhangi bir devlet de mevcut değildir. Ancak ehl-i kitap olan (lâikliği reddeden) ferdlerin varlığı mâlumdur.
1979 "Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir" Âyet-i Kerîme'sini; "Allah (cc)'tan başkasının adı anılmadıkça, kitap ehlinin yemeği size helâldir" şeklinde tefsir eden ûlema çoğunluktadır. Çünkü Bakara Sûresi'nde "Haram yiyecekler" zikredilirken: "Bir de Allah'dan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı" hükmü yer almıştır. Bu iki Âyet-i Kerîme; birbirinin hükümlerini tahsis eder. Dolayısıyla ister müslüman, ister ehl-i kitab olsun; Allah'ın ismini anmak ve O'na kat'iyyen ortak koşmamak zorundadır. Eğer Allah'ın ismi ile beraber; herhangi bir tağut'un ismi anılırsa, yenmesi helâl olmaz. Nitekim Allahû Teâla (cc)'nın varlığını inkâr eden ve hiçbir dine mensup olmayan kimselerin; kestiklerinin, haram olduğu hususunda ittifak vardır.(23)
1980 Veseni (Heykellere ibâdet eden) Mecûsi ve mürted'in kestiği (hayvanın eti) yenilemez, haramdır.(24) Mecûsilerle ilgili olarak sorulan bir suale Resûl-i Ekrem (sav): "Onlarla, ehl-i kitap ile gittiğiniz yoldan gidiniz. (Muameleniz aynı olsun) Ancak bunu; onların kadınları ile evlenmeden ve kestikleri hayvanın etini yemeden yapınız"(25) şeklinde cevap vermiştir. Mâlum olduğu üzere; putlara ibâdet edenlerin kestiği (hayvanın eti) yenilemez.
1981 Bilindiği gibi İhrâmlı kimsenin avlanması haram kılınmıştır. Dolayısıyla ihrama giren kimsenin av hayvanlarından kestiği de yenilemez. Ayrıca Harem'de kesilen hayvanın etinin yenilmesi de câiz değildir.(26) Daha önce Hacc bahsinde "İhrama giren kimsenin cinâyetleri" başlığı altında, bu konuyu izâh etmiştik!..(27) Sonuç olarak; hayvan kesen kimsenin tevhide bağlı olması (müslüman) veya tevhid iddiasında bulunması (ehl-i kitap) şarttır. Bunun dışında; keserken Allahû Teâla (cc)'dan gayrının adını anmaması gerekir. Allahû Teâla (cc) ile birlikte herhangi birisinin (Atıf yapılarak) anılması da; kesilen hayvanın etini haram kılar.
1982 Hayvanı kesecek kimsenin; bülûğa ermiş olması şart değildir. Yaptığı işin mâhiyetini bilen ve usûle uygun hareket edebilen; bir çocuğun, kestiği hayvanın eti helâldir. Bu hususta; cinsiyetin de, herhangi bir önemi yoktur. Dolayısıyla hayvan kesimini kadın da yapabilir(28)
1983 Hayvanı kesecek kimsenin; bütün azalarının sâlim olması da gerekmez. Nitekim İbn-i Münzir: "Dilsiz (Ahras) kimsenin kestiği hayvanın eti yenilebilir"(29) hükmünde, icmânın varlığını kaydeder. Ehl-i Kitab olan kadın ve çocuk da; Allah (cc) adını anmak sûretiyle kesebilir.(30) Sonuç olarak; ihrama girmiş kimsenin dışında herkes (Erkek, kadın, çocuk vs.) Allahû Teâla (cc)'nın adını anmak ve usûle riâyet etmek sûretiyle hayvanı kesebilir. Bütün mesele Allahû Teâla (cc)'ya iman eden veya tevhide inandığını iddia eden (Kitap ehli) bir kimsenin; "Allah (cc) adını anarak ve hiçbirşeyi O'na ortak koşmayarak" kesim işini yapmasıdır. Mürted, veseni ve mecûsi kadın da; tıpkı erkek gibidir, kestikleri yenilemez. Çünkü bunların herhangi bir kitabı yoktur.
BESMELE NASIL VE NE ZAMAN SÖYLENMELİDİR? 1984 Besmele'den maksad; Allahû Teâla (cc)'nın herhangi bir ismini zikretmektir. Esasen meşru olan her işe başlarken "Besmele" çekilmelidir. Aksi takdirde; yapılan amelde bereketsizlik ortaya çıkar.(31) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık üzerine Allah'ın ismi anılan (besmele çekilen hayvan)lardan yeyiniz. Eğer O'nun ayetlerine iman edenler (den) iseniz"(32) hükmü beyan buyurulmuştur. Kesilecek hayvanı kesecek olan kimsenin kıbleye doğru yönelmesi sünnettir. Daha sonra sesli olarak; "Bismillâh-Allahû Ekber-Allahû A'zam-Allahû'r-Rahman, Allâhu'r-Rahim ve bunlar gibi" Allah'ın isimleri anılır. Tehlil (Lâ ilâhe illâllah), Tesbih (Sübhânâllah) veya Tahmid (El-Hamdû Li'llâh) demek de mümkündür.(33) Fakat dua hükmünde olan ibâreler (allahümmağfirli -Allah'ım bana mağfiret et gibi) besmele hükmünde değildir. Allahû Teâla (cc)'nın ismini Arapça söylemek şart değildir. Ancak müslümanların; başta besmele olmak üzere, namazlarını edâ edebilecek kadar sûreyi (Hangi kavimden olursa olsun) ezberlemeleri farzdır. Fakat yeni müslüman olmuş bir kimse; kendi kavminin diliyle Allah (cc)'ın adını anarak hayvanı kesse yenilir. Çünkü farklı dillerle de olsa; Allahû Teâla (cc)'nın adını anmak kâfidir.
ETİ YENEN VE YENMEYEN HAYVANLARIN TASNİFİ
1985 Hanefi fûkahası: "Yaratılışları itibâriyle insanlardan kaçan ve korunan hayvanlara "Av Hayvanları" denir. Av hayvanları da iki çeşittir. Birincisi: Karada yaşayan av hayvanları. İkincisi: Denizde yaşayan av hayvanları. Hayvanların doğumları (Karada veya denizde) dikkate alınır, yaşayışları arızidir"(34) hükmünde müttefiktir, insanlardan kaçmayan ve korunma ihtiyacı hissetmeyen hayvanlara "Ehlileştirilmiş hayvan" denilir.
1986 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyiniz, Allah'a şükrediniz. Eğer (gerçekten) O'na kulluk ediyorsanız"(35) hükmü beyan buyurulmuştur. Temiz olan rızıkları yemek mübâh; şükretmek ise, vâciptir. Bilindiği gibi "Haram" kat'i nasslarla sâbit olan bir hükümdür. Yeryüzündeki hayvanların tamamını tek tek saymak ve tasnife tâbi tutmak güçtür. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır" Hadis-i Şerif'ini esas alan Hanefi fûkahası: "Azı dişi bulunan; yırtıcı ve et yiyici, her hayvanın eti haramdır. Ayrıca pençesi ile avlanan kuşun eti yenilemez"(36) hükmünde ittifak etmiştir. Dikkat edilirse; tasnif edilirken, hayvanın veya kuşun özelliği zikredilmiştir. Yırtıcı ve et yeyici olan vahşi hayvanların tamamı (Sırtlan ve Tilki de dâhil) haram kılınmıştır. İbn-i Münzir: "İlim sahiplerinin hepsi; yırtıcı hayvanların tamamının etinin yenmesinin, haram olduğunda birleşmişlerdir"(37) hükmünü zikrederek, bu konuda icmâ bulunduğunu kaydeder.
DENİZ HAYVANLARININ TASNİFİ
1987 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Deniz avı yapmak ve onu yemek, kendinize de müsâfire de fâideli olmak üzere, sizin için helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı haram edildi. Huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan korkunuz"(38) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Malik (rha) ve ilim ehlinden bir cemaat; denizde yaşayan hayvanların hepsinin mutlak olarak yenilmesinin helâl olduğu kanaatindedirler. Bazıları ise; su domuzu ve su köpeğini istisna ederek, diğerlerinin helâl olduğunu zikretmişlerdir. İmam-ı Şafii (rha): "Deniz avının tamamı mutlak olarak helâldir. Yeme ve satma hususunda tahsis sözkonusu değildir. Çünkü Allahû Teâla (cc): "Sizin için denizin avı helâl kılındı" buyurmuştur. Herhangi birisini ayırmamıştır. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'in denizle ilgili olarak: "Onun suyu temizleyicidir ve ölü hayvanı da helâldir" buyurmuştur. Esasen deniz hayvanlarında kan mevcut değildir. Haram kılınmış olan ise ancak kandır. Dolayısıyla hepsi tıpkı balık gibidir"(39) hükmünü zikreder. Sonuç olarak Amelde Şafii mezhebini taklid eden mü'minler için; denizde yaşayan hayvanların tamamı helâldir.
1988 Hanefi fûkahası: Kur'ân-ı Kerîm'deki; "Allah kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten nehyediyor, onlara temiz şeyleri helâl, murdar (pis) şeyleri de haram kılıyor"(40) Âyet-i Kerîme'sini esas alarak; balık dışındaki deniz hayvanlarının yenilemeyeceğini beyan etmiştir. Ayrıca Resûlullah (sav) kurbağadan yapılan bir ilâcın kullanılmasını yasaklamıştır. Yengeç'in satılmasına da müsaade etmediği bilinmektedir. Denizle ilgili olarak: "Onun suyu temizleyicidir ve ölü hayvanı da helâldir" hadisindeki ölü hayvandan kasıd, balıktır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Size iki ölü ve iki kan helâl kılındı. İki ölü; balık ve çekirge ölüsüdür. İki kana gelince: Bunlar ciğer ve dalaktır"(41) buyurduğu bilinmektedir. Ölü hayvandan istisna edilen; sâdece bu ikisidir. O halde denizden çıkarılan diğer ölü hayvanların yenmesi câiz olmaz. Esasen balığın su üzerinde ölü olarak bulunanları da yenilemez. Çünkü Hz. Cabir (ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav): "Denizin dışarı attığı veya çekilip karada bıraktığı balığı yeyiniz. Ancak suyun içinde ölüp, üzerine çıkanı yemeyiniz"(42) buyurmuştur. "Denizin ölü hayvanının helâl olmasıyla" ilgili haber de; denizin dışarı attığı veya suyunu çekerek karada bıraktığı balıktır. Suyun içinde ölüp, su yüzüne çıkan balık; hastalık veya bir âfet sonucu ölmüştür. Bu sebeble Hz. Cabir (ra)'in rivayet ettiği haberle bu tahsis olunur."(43) Sonuç olarak; balık dışındaki deniz hayvanlarının helâl olmadığını esas almıştır. Deniz avından maksad; sâdece balığın her çeşididir.
KARA HAYVANLARININ TASNİFİ
1989 Karada yaşayan hayvanlar üçe ayrılır:
Birincisi: Hiç kanı olmayanlar: Çekirge, arı, örümcek vs..
İkincisi: Kanı olup, akıcı durumda olmayanlardır. Yılan, keler ve benzeri haşerat.
Üçüncüsü: Akıcı kanı olanlardır: Koyun, Keçi, deve, sığır, tavuk, kaz, ördek, hindi ve benzeri hayvanlar.
Birinci grupta yer alan; hiç kanı olmayan hayvanlardan sâdece çekirge helâldir. Bu hayvan; kendi eceliyle bile ölse yenir. Zira Hz. Ali (ra)'ye "eceliyle ölen çekirgenin durumu sorulmuş", bunun üzerine: "Onun hepsini yiyebilirsin" buyurmuştur.(44) Üçüncü gruptaki hayvanlara gelince: Yırtıcı olan ve pençesiyle avlananların haram olduğunu daha önce izah etmiştik!.. Ehli olan; koyun, keçi, deve, sığır, tavuk, kaz, ördek, hindi, tavşan ve benzeri hayvanların yenileceği hususunda icmâ vardır. Yabani olanlara gelince: Geyik, ceylân, tavşan, dağ keçisi ve benzeri hayvanlar; şartlarına riâyet edilerek avlandıkları takdirde yenilebilir, helâldir. Yırtıcı olan ve etle beslenen: Arslan, kaplan, pars, köpek, kedi ve benzeri hayvanlarla, kartal gibi pençesiyle avlanan kuşların eti yenilemez, haramdır.
1990 Etinin yenmesi haram olan bir hayvanın; domuz hâriç, derisinden faydalanmak câizdir. Nitekim Tilki, Pars, Sırtlan ve diğer hayvanların, sırf derileri için avlanılmaktadır.
AV İLE MEŞGUL OLMAK
1991 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kendilerine hangi şeyin helâl edildiğini sana sorarlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz nimetler size helâl edilmiştir". Allah'ın size öğrettiğinden öğretib (terbiye ederek) yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin ve üzerine besmele çekin. Allah'dan korkun. Çünkü Allah hesabı pek çabuk görendir"(46) hükmü beyan buyurulmuştur.
1992 Resûl-i Ekrem (sav)'in Sa'lebe (ra)'ye hitâben: "Allahû Teâla (cc)'nın ismini anarak (Besmele çekerek) ta'lim görmüş, eğitilmiş köpeğinle avladığın avı, (diri iken) yetişip, besmele ile boğazlarsan, onu da yiyebilirsin"(47) buyurduğu bilinmektedir. Yırtıcı hayvanlardan diş ve kuşlardan tırnak sahibi olanlarla (Eğitilmiş olmak kaydıyla) avlanmak helâldir. Çünkü diş ve tırnak sâhibi bir hayvan; avı mutlaka yaralar, kan akıtır. Bu zâhir rivâyettir. Hatta av köpeği, avı boğarak öldürürse onun eti yenilemez.(48)
1993 Avcı'nın besmeleyi kat'iyyen terketmemesi gerekir. Çünkü bu; avın helâl olabilmesi için, kat'i nassla beyan buyurulan bir şarttır. Besmele terkedilirse; avlanan hayvanın eti helâl olmaz. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Adiy b. Hatem (ra)'e, suali üzerine şu şekilde cevap vermiştir: "(Ta'limli, eğitilmiş) Köpeğin senin için tuttuğu ve muhafaza ettiği avı ye!.. Çünkü köpeğin yakalayıp-tutması şer'i bir kesimdir. Eğer köpeğin, avı yaralayıp öldürmüş ise ve kendi köpeğinin yanında, başka (senin olmayan) bir köpek bulursan, bu noktada yabancı köpeğin, kendi köpeğin ile birlikte avı yakalayıp öldürmüş olmasından şüpheye düşersen, o avı yeme!.. Zira senin; salıverirken çektiğin besmele kendi köpeğinle âlâkalıdır, başka köpek için değildir"(49)
1994 Silâh atmak sûretiyle avlanmanın helâl olması için besmele çekmek ve besmeleyi kasden terk etmemek şart kılınmıştır.(50) Ayrıca helâl olabilmesi için yaralamak da şarttır. Resûl-i Ekrem (sav) Sahabe'ye hitâben: "Sen okunu attığın zaman, onun üzerine Allah'ın adını an (Besmele çek). Eğer avı ölmüş bulursan o avı ye!.. Eğer onu su içine düşmüş bulur da; onun su içinde (boğularak) öldüğü veya senin okun öldürdüğü hususunda kat'i bilgi sâhibi olamazsan yeme"(51) buyurmuştur. Eğer avcı; herhangi bir hayvanı vurursa, tâkip etmek durumundadır. Oturup-beklemesi câiz değildir. Oturur bekler, daha sonra ölü olarak bulursa, üzerinde hiçbir emâre yoksa yemesi helâl olmaz. Çünkü başka bir sebeble ölmüş olma ihtimâli de vardır. Nitekim Resûlullah (sav) bu gibi durumlarla ilgili olarak: "- Belki o avı, yeryüzünün hevâmı (yılan gibi zehirli hayvan, haşerat) öldürmüştür" diyerek, şüphe hâlinde yenilmemesini tavsiye etmiştir. Fûkaha; et alabilecek kudrette olan kimsenin, avlanmasını münâsib bulmamıştır. Çünkü "zevk için öldürme" tehlikesi sözkonusudur. Çok fakir olup; et alamayacak durumda olan müslümanların, sırf ihtiyaçlarını karşılamak için avlanmalarında bir mahzur yoktur. Tabii şartlarına riâyet ederek avlanmaları zarûridir.
YEMİN'İN TARİFİ, RÜKNÜ, HÜKMÜ VE MÂHİYETİ
1995 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder. Bunun da keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azâd etmektir. Fakat kim (bunları) bulamaz, (bulmaya muktedir olamaz)sa üç gün oruç tutması lâzımdır. İşte bu and (yemin) ettiğiniz vakit, (Onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah ayetlerini size böyle açıklıyor. Ta ki şükredesiniz"(52) hükmü beyan buyurulmuştur.
1996 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim yemin edecekse ancak Allahû Teâla (cc)'nın adı ile yemin etsin!.. Aksi takdirde bıraksın"(53) buyurduğu bilinmektedir. Kureyş halkı genellikle "Babamın hakkı için, annemin hakkı için" ve bunun gibi sözlerle yemin ediyordu. Nitekim Resûlullah (sav): "Babalarınıza yemin etmeyin"(54) emrini verdi. Dolayısıyla yemin; kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bir hâdisedir. İnsanlar genellikle; zor duruma düştükleri zaman, haklı olduklarını ispat için "Vallahi, Billahi" gibi yemin lafızlarını kullanırlar. Yemin'in lûgat manası; "Sağ el" demektir. Halk arasında hayır ve bereket sağ ele nisbet olunur. Yemin "Kuvvet" manasına da kullanılır. Nitekim Molla Hüsrev: "Yemin; lûgat yönünden kuvvet manasınadır"(55) hükmünü zikreder. Kur'ân-ı Kerîm'de; yemin kelimesi, kuvvet manasına da kullanılmıştır. İslâmi ıstılâhta: "Allahû Teâla (cc)'nın adını zikrederek, haberin takviyesidir." Ayrıca yemin eden kimse; bir şeyi yapmaya veya yapmamaya, Allahû Teâla (cc)'yı şâhid tutarak karar verir. Meselâ: "Vallahi ben şu işi yapmam" gibi!.. Fûkaha; yapılış şeklini esas alarak yemini iki kısma ayırmıştır. Birincisi: Allahû Teâla (cc) veya O'nun sıfatı ile yapılan yemin. İkincisi: Allahû Teâla (cc)'dan başkasıyla yapılan yemin!.. Oruçla, namazla, meleklerle ve Kâbe gibi mekânlarla.(56) Allahû Teâla (cc)'dan gayrısıyla yapılan yemin câiz değildir. Ancak iyi bir şart ve (karşılığı) güzel bir cezâ tâyin edilirse yemin gerçekleşir. Bu tür yeminler; Allahû Teâla (cc)'ya yakınlık ifâde edebileceği gibi, aksi de mümkündür. Şöyle ki: "Eğer bugün gıybet edersem, bana on gün oruç tutmak vâcip olsun. Vallahi, billahi" diyen bir mükellef; iyi bir şart koşmuş, karşılığı (Uymazsa) güzel bir cezâya hükmetmiştir. Fakat: "Kayınpederimin evine bir daha gidersem, karım boş olsun, Vallahi, billâhi" diyen bir kimse ise; şart ve cezâ dengesini Allahû Teâla (cc)'dan uzaklaşma üzerine kurmuştur.
1997 Allahû Teâla (cc) veya O'nun sıfatlarıyla yapılan yeminin rüknü: Allah (cc)'ın ismini ve sıfatını söylemektir. "Vallahi şöyle, Billahi böyle gibi". Allahû Teâla (cc)'dan gayrısıyla yapılan yeminin rüknü ise: İyi bir şart ve karşılığı iyi bir ceza söylemektir. Kafi'de de böyledir.(57)
1998 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Üç şey vardır ki; bunların ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Nikâh, talâk ve yemin"(58) buyurduğu bilinmektedir. Esasen yemin; oldukça önemli bir ameldir. Nitekim Kadı (Şeriatle hükmeden Hâkim) davalı durumda olan kimseye yemin teklifinde bulunur. Eğer yemin etmekten çekinirse; davacı'nın haklı olduğuna hükmeder!.. Dolayısıyla İslâmi toplumda; yemin edecek kimsede bir çok şart aranır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
1999 ALLAHÛ TEÂLA (CC)'NIN İSMİ İLE YEMİN ETMENİN ŞARTLARI:
1) Yemin eden kimsenin akıllı ve bülûğa ermiş olması şarttır. Delinin ve çocuğun yemini sahih olmaz. Velev ki çocuk çok zekî olsun, farketmez.
2) Müslüman olmak!.. Kâfirin yemini sahih olmaz. Hatta bir kimse kâfir iken yemin etse, daha sonra müslüman olarak, yeminini bozsa keffâret gerekmez.
3) Yeminde hürriyet şart değildir. Kölenin yemini de sahihtir.
4) Yeminde, ihtiyar da şart değildir. Zoraki yaptırılan yemin de sahihtir. Latife olsun diye yemin eden kimsenin yemini de sahihtir.
5) Yemin; istisnâdan hâli olmalıdır. Bir kimse sözüne (Hiç ara vermeden) "İnşaallah" veya "İllâ en yeşâallah" veya benzeri bir lâfız ilâve ederse, yemin sahih olmaz. Çünkü bunlar; hükmü dilemeye bırakır, kat'iyyeti ortadan kaldırır.
6) Bir sözün; kendine yemin edilen şeye dönmesi için, yemin zamanında varlığı kat'i olmalıdır. Varlığı düşünülemeyen bir şeyin üzerine yemin etmek, mâhiyet ifâde etmez.(59)
2000 ALLAHÛ TEÂLA (CC)'DAN GAYRİ İLE YAPILAN YEMİN'İN ŞARTLARI:
1) Yemin eden kimse; boşamayı veya köle azad etmeyi şart koşmuşsa, bu câizdir. Çünkü cezâ; yeminin bağlanmasının şartıdır.
2) Kendi üzerine yemin edilen şey; gelecekte yapılacak bir iş olmalıdır.
3) Allah'ın ismi; yeminin rüknünde söylenmelidir. İstisnâ belirten herhangi bir hüküm beyan edilmemelidir.
4) Yeminde; şart ile cezâ arasında bir engel bulunmamalıdır.
YEMİN'İN ÇEŞİTLERİ
2001 Âyet-i Kerîme'de: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz" buyurulmuştur. Dolayısıyla önce "YEMİN-İ LAĞV" üzerinde duralım. Esâsen Hanefi fûkahası; Allahû Teâla (cc) adına yapılan yemini üçe ayırmıştır. Birincisi: Yemin-i Lağv. İkincisi: Yemin-i Gâmus. Üçüncüsü: Yemin-i Mün'akide'dir.(60)
2002 YEMİN-İ LAĞV: Lağv yemin; hiçbir şer'i hükmü olmayan yemindir. Hz. Aişe (ranha) vâlidemiz şöyle târif etmiştir: "Lağv yemin, kişinin hiçbir kasdı olmaksızın "Vallahi böyledir" veya "Vallahi böyle değildir" demesidir. İbn-i Abbas (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Kişi zan üzere bir şeyin olacağına yemin eder ki gerçekten böyle değildir. Madem ki yemini yapan kişi; olan herhangi bir fiili zannı gâlip ile bildiğinden dolayı yapmaktadır ve bu iş hiç de onun sandığı gibi değildir. Bu yemin lağv yemindir. Çünkü o bu yemini kandırmak ve hile yapmak için yapmamıştır"(61) Molla Hüsrev: "Bu yemine "Lağv" denilmesine sebeb; ona itibar edilmediği içindir. Zira lağv; faydası olmayan şeyin adıdır. Bir kimse, faydasız birşey konuşsa "Lağv etti" denilir. Yemin-i Lağv; mükellefin doğru zannederek yaptığı, hakikatte doğru olmayan yeminidir. Nitekim yemin eden kimse, bardakta su görerek: "- Bardakta su vardır" diye yemin etse, fakat onun haberi yokken dökülmüş olsa, bu yemin lağv olur"(62) hükmünü zikreder. Sonuç olarak mükellefin; belirli bir bilgiye (Zann-ı Galibe) dayanarak yemin etmesi, fakat verdiği hükmün yanlış çıkmasıdır. Kat'iyyen aldatma ve hile kasdı mevcûd değildir. İslâm ûleması; bu şekilde yemin edilmesini de, doğru bulmamıştır. Fakat mükellefin niyyetinin hâlis olmasını esas alarak ve ayette geçen: "Muaheze etmez" hükmüne dayanarak, afvedileceği umulur demişlerdir.
2003 YEMİN-İ GÂMUS: Bir kimsenin yalan olduğunu bile bile ve kasden yaptığı yemindir. İnsanları aldatmak için; kendisi, aksinin sâbit olduğunu bildiği halde, Allah (cc)'ın adını kullanarak yemin eden kimse "Gâmus (Büyük, Günâha sokan) yemin" yapmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse yalan yere yemin ederse, Allahû Teâla (cc) onu cehennem ateşine koyar"(63) buyurduğu bilinmektedir. Bunun dışında Abdullah b. Amr b. As (ra)'dan rivayet edildiğine göre; Resûlullah (sav) bir bedevinin büyük günâhlarla ilgili sualine cevap verirken, bunlar arasında "Yemin-i Gâmus'u" da zikretmiştir. Bedevi, yemin-i gâmus'un ne olduğunu sorunca Resûlullah (sav): "- Gâmus yemin; müslümanın malını elinden almak için yapılan hileli yemine denir" buyurmuştur. Hanefi fûkahası: "Gamûs yeminin keffâreti yoktur. Çünkü keffâret; günahların örtülmesi için, şer'i şerifin koyduğu hududlardır. Dolayısıylae keffâret; bir açıdan, ibadet hükmündedir. Yalan yere (ve insanları aldatmak için) yemin eden kimsenin günâhı keffâretle örtülecek cinsten değildir. Tevbe ve istiğfar etmesi gerekir"(64) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Şafii (rha): "Gâmus yeminde keffâret vardır. Çünkü onu kasıdla yapmış ve Allah'ın ismi ile bağlamıştır. Allahû Teâla (cc)'nın isminin hürmetini çiğneme günâhını kaldırmak için, keffâret vermesi gerekir" hükmünü zikreder. İbn-i Münzir: "Bir kimse, bilerek yalan yere yemin etse (Yemin-i Gâmus), ona keffâret gerekmez. İmam-ı Şafii buna katılmaz ve günâhkar olsa bile, onun keffâret vermesi gerektiğini söyler"(65) diyerek; İmam-ı Şafii (rha)'nin dışında,diğer müctehidlerin, yemin-i gâmus'ta keffâret olmadığı hususunda ittifak ettiğini kaydeder!.. İmam-ı Kurtubi: "Fakihler, gâmus yemin hakkında ittifak etmişlerdir. Fâkihlerin cumhurunun ittifak ettiklerine göre bu (Gâmus yemin); hile, yalan ve kandırma yeminidir. Bu bakımdan keffâret vermek de farz değildir" hükmünü zikreder. Sonuç olarak; İslâm ûleması, yalan yere yemin eden ve insanları aldatan kimsenin, büyük bir günâh işlediğinde müttefiktir.
2004 YEMİN-İ MÜN'AKİDE: Âyet-i Kerîme'de: ".. Fakat kalblerinizin azmettiği (Akid yaptığınız) yeminler yüzünden (sizi) muaheze eder" hükmü beyan buyurulmuştur. Fûkaha: "Gerek yapmak, gerek yapmamak hususunda olsun, gelecekteki bir mesele üzerine yemin etmeye "Yemin-i Mün'akide" (Akid yapılmış yemin) denilir"(66) tarifini esas almıştır. Yemin-i Mün'akide; mâhiyeti itibâriyle dört kısıma ayrılır. Birincisi: İyiliği tamamlamak üzere yapılan yemindir. Emredilen bir ibâdeti yapmak veya haram kılınan birşeyi yapmamak üzere yapılan yemindir. Esasen yemin etmese de; mükellef bu hususta mes'ûldür. Yeminle nefsini, daha da mes'ûl duruma sokmuştur. İkincisi: Yapılması câiz olmayan şeyi yapmak veya ibâdeti terk etmek üzere yapılan yemindir. Böyle bir yemin (haramı irtikap sözkonusu olduğu için) câiz değildir. Üçüncüsü: Yemini bozup-bozmamak hususunda muhayyer kalan, fakat bozması hayırlı olan kimsenin yeminidir. Bu mâhiyetteki bir yemini bozmak mendubtur. Dördüncüsü: Mübâh olan birşey hakkında yapılan yemindir. Bu yemini muhafaza etmek daha evlâdır. Mebsut'da da böyledir.(67) Bir kimse ailesiyle ilgili bir yemin eder; bu yemin sebebiyle ailesi zarar görürse, yeminini bozarak keffâret vermesi gerekir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Vallahi birinizin ailesi hususundaki (Ona zarar veren) yemininde ısrarı: kendisini Allah katında Allah'ın farz kıldığı keffâreti vermekten daha günâhkar yapar"(68) buyurduğu bilinmektedir. Ma'siyet üzere yapılan her yeminde; yemini bozup keffâret vermek müstehabtır. Bazen insan hislerine mağlup olarak; "Falan kimseyi, insanlar içerisinde rezil-rüsvay edeceğim, hem Vallâhi, hem billâhi" diyebilir. Bu çeşit bir yemin; mü'minlerin kardeşliğini tahrip edeceği için câiz değildir. Ayrıca: "Vallâhi Ramazan ayında oruç yiyeceğim veya içki içeceğim" diye yemin eden bir kimse; derhal bundan derhal vazgeçmek zorundadır. "Vallahi Namaz kılmayacağım" veya "Vallahi Babamla konuşmayacağım" diyen kimse için de durum aynıdır. Bu gibi durumlarda yeminden vazgeçmek ve keffâret vermek gerekir.(69) Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse yemin edip; o yeminden başkasını (yani dönmeyi) daha hayırlı görürse; derhal hayırlı olanı yapsın (Yemininden vazgeçsin, bozsun). Daha sonra yemini için keffâret versin"(70) buyurduğu bilinmektedir.
2005 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah, yeminlerinizin (keffâretle) çözülmesini size farz kılmıştır"(71) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla ibâdeti terk veya ma'siyeti (Haramı) irtikap üzere yapılan yeminin derhal bozulması gerekir. Esasen mü'minler mümkün mertebe, yemin etmemeye gayret etmelidirler. Feteva-ı Hindiyye'de: "Allah adı ile yemin etmek mekrûh değildir. Fakat az yemin etmek, çok yemin etmekten daha evlâdır"(72) hükmü kayıtlıdır. Mecbur kalınmadığı süre içerisinde yemin etmemek esastır. Dil alışkanlığı teşekkül etmişse; yeminine "İnşâallahu Teala" sözünü ilâve etmelidir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Bir kimse yemin edip, inşâallah dese, şüphesiz ki o kimse istisna yapmıştır. Bir kimse istisnâ yapsa, ona yemininden dönmek yoktur, keffâret de yoktur. Lâkin ittisâl (Birbirine bitişik olması) gerekir"(73) buyurduğu bilinmektedir. Bu rivayet Abdullah İbn-i Mesûd, Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Ömer (ranhüm)'den mevkûfen ve merfûan gelmiştir. Bilindiği gibi her üçü de; fâkih olan sahabedendir. Ancak ayrı olarak söylenirse, istisnâ meydana gelmez.
YEMİNİ BOZMAK VE KEFFÂRET
2006 Allahû Teâla (cc)'ya itaat etmek ve sâlih ameller işlemek hususunda; yemin eden bir kimsenin, yemininden rücû etmemesi gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın. (Nasıl olur ki) üzerinize Allah'ı kefil yapmışsınızdır. Şüphe yok ki Allah ne yapacağınızı bilir"(74) hükmü beyan buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın adını anarak ve O'nu kefil yaparak; İslâm'ın meşrû kabul ettiği bir işi yapmak için, yemin eden kimseye muhayyerlik yoktur. Eğer yeminini bozarsa; keffâret gündeme girer. Keffâret'in mâhiyeti üzerinde daha önce durmuştuk!..(75) Şimdi yemin keffâretini izaha gayret edelim.
2007 Kur'ân-ı Kerîm'de: ".. (Yeminin) Keffâreti; ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azâd etmektir. Fakat kim (bunları) bulamaz, (bulmaya muktedir olamaz) sa üç gün oruç tutması lâzımdır. İşte bu and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah ayetlerini size böylece açıklıyor. Tâ ki şükredesiniz"(76) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde; yemin keffâreti için yoksula ne kadar verildiğini izâh için, İmam-ı Buhari "Kitabû'l Keffâret" adı altında ayrı bir bölüm ayırmıştır.(77) Hanefi fûkahası: "Yemini bozmadan, keffâret vermek câiz değildir. Çünkü kitap ve sünnet'te; yeminin bozulmasından sonra keffâret'in sözkonusu olacağı sarihtir. Gücü yeten kimse; şu üç şeyden birisi ile yemin keffâretini yerine getirir.
Birincisi: Köle azâd etmektir. Zıhâr keffaretinde câiz olan,burada da câizdir.
İkincisi: On yoksulu giydirmektir. Her fakire bir veya daha fazla giyecek verir. Bunun asgarisi; fâkirin namazının caiz olacağı kadar giyindirilmesidir.
Üçüncüsü: On yoksulun doyurulmasıdır. Bu da tıpkı zıhâr keffaretinde olduğu gibidir"(78) hükmünde müttefiktir. Ancak yukarıda zikredilenlerin hiçbirisine gücü yetmezse; arka arkaya üç gün oruç tutmak mecburiyetindedir. İmkânı varken; borçlu olsa bile, oruç tutması câiz olmaz!.. Zira oruç; gücü yetmeyen (Çok fakir olan) kimseler için meşrû kılınmıştır.
VAKIF'IN TARİFİ, HÜKMÜ VE MÂHİYETİ
2008 Önce kelime üzerinde duralım. Vakıf; "Habsetmek" manasına olup "Vakafe" fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere "Mevkıf" denilmiştir. Çoğulu "Evkâf"dır.(79) Istılâhta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip; aslını Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya edindirmeden alıkoymaktır"(80) şeklinde târif edilmiştir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde vakıf; tıpkı âriyet gibi câizdir, lâzım değildir. İmameyn'e göre; "vakıf lâzım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir."(81) Fûkaha; fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.
2009 Feteva-ı Hindiyye'de: "Vakfın sebebi; Allahû Teâla (cc)'nın rızâsını taleb etmektir"(82) hükmü kayıtlıdır. Esasen vakıf hadisesi; Allahû Teâla (cc)'ya iman ve hesab gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf; Hz. İbrahim (as)'in gayretiyle vücûd bulmuştur.(83) "Halilü'r-rahman"vakfının özelliği budur. İmam-ı Şafii (rha): "Allahû Teâla (cc)'nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf; câhiliyet ehlinden sâdır olmamış, müslümanlar tarafından vâki olmuştur"(84) hükmünü zikreder.
2010 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar aslâ iyiliğe ermiş (Birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilicidir"(85) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayetin inzâlinden sonra; Sahabe-i Kiram sevdiği malları infâk etme hususunda birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Hz. Cabir (ra): "- Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sâhibi, olup da, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, sahabenin vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir.(86) Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek Arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir.(87) Hz. Ömer (ra)'in en kıymetli malı "Hayber"de bulunan hurmalığıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "- Ey Allah'ın Resûlü!.. Hayberde öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan daha güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Onu aslı ile birlikte tasadduk et!.. Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz"(88) buyurdu. Hz. Ömer (ra) bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini; fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve müsâfirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (Mütevelli) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilirdi". Dikkat edilirse; vakfedecek kimsenin, nelere riâyet etmesi gerektiği bu hâdisede açıkça görülmektedir.
2011 Vakfedilen malın; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olmayacağı hususunda ittifak vardır. Zira vakıfta asıl olan belli bir süre ile sınırlandırılmamasıdır.(89) Nitekim İbn-i Abidin: "Vakıf, muvakkat olarak yapılırsa câiz olmaz. Meselâ: Bir kimse "Şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim" dese, bu vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfın, ebedi olması şarttır"(90) hükmünü zikreder. Esasen vakfın hükmü: Vakfedilen şeyin; vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allahû Teâla (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.(91) Bu sebeble; alış-verişe, hibeye ve mirâsa konu olamaz.
2012 Mülkünden bir kısmını vakfetmek isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mâhiyetini, ne için vakfettiğini (Fakir, miskin vs..) ve nasıl kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün vakfedildiğine delâlet eden hususi lâfızlardır. Bahru'r Raik'te de böyledir"(92)
VAKFIN ŞARTLARI
2013 Dürri'l Muhtar'da: "Vakfın sahih olmasının şartı diğer teberrularda olduğu gibi hür ve mükellef olmaktır. Vakfın haddi zatında kurbet, mâlum, muayyen ve müneccez olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır. Fakat haddi zatında mevcut olan şeye ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz. Vakıf, gelecek zamana nisbet edilmemelidir. Vakıf, muvakkat olmamalıdır. Vakıf'ta hıyar-ı şart bulunmamalıdır. Bir de vakfedenin; vakfettiği şeyin satılıp parasının kendi ihtiyacına sarfedilmesini şart koşmamasıdır. Eğer vakfeden böyle bir şart koşarsa bâtıl olur"(93) hükmü kayıtlıdır. Dikkat edilirse; vakfın sahih olabilmesi için; hem vakfeden şahısta, hem vakfedilen malda, hem vakfın zamanı hususunda (ve vakfın gayesi noktasında) birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Vakfeden kimsede "Müslüman olma" şartı aranmamıştır.(94) Ancak Müslümanın vakfının sahih olmasında; vakfın şer'i şerife göre ibâdet (Kurbet) olması şartı aranırken. Zimmi'nin vakfının sahih olması için; hem biz müslümanlara göre, hem de kendi dinine göre kurbet olma şartı getirilmiştir. Nitekim zimmi'nin evini; havra veya kilise olarak vakfetmesi bâtıldır. Muhıyt'te de böyledir.(95) Ancak zımminin; kendi dininden olan fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanması için yaptığı vakıf sahihtir. Çünkü her iki şart da mevcuddur. Mürtedin; riddet halinde iken yaptığı vakıf sahih değildir. Zira mülkiyeti; mevkûf olarak elinden gitmiştir.
2014 Şimdi vakfın nasıl teşekkül edebileceği konusu üzerinde duralım. İslâmi bir yönetimde; mükellef, gönül huzuruyla malının bir kısmını vakfedebilir. Zira gerek kendisi hayatta iken, gerek ölümünden sonra; Kadı (İslâm'a göre hükmeden hakim) vakfın her türlü işini tâkip eder. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) iki yoldan birisiyle vakfın lâzım olacağına hükmetmiştir.
Birincisi: Bir kimse usûlü dairesinde mülkünün bir kısmını vakfetmek isterse; selâhiyetli bir kimseye (Kadı'ya) mürâcaat eder. Kadı (Hakim) vakfın luzûmuna hüküm verirse, vakıf gerçekleşir.
İkincisi: Bir kimse; ölümünden sonraya nisbet ederek "- Ben öldüğüm zaman şu mülküm fülân cihete vakfedilsin" deyip, bundan dönmeden ölürse, terekesinin üçte birinden mûteber olmak üzere lâzım olur. Çünkü böyle bir vakıf; vasiyyet hükmündedir. Vasiyetin cevazı ve luzûmu şer'an sâbittir. İmameyn'e göre dört yoldan birisiyle vakfedilen şey, vakfedenin mülkünden çıkar, vakıf olması lâzım ve sâbit olur.
Birincisi: Ulû'lemr (Sultan) tarafından tâyin edilmiş, selâhiyetli bir Kadı'nın (Hâkim'in) hükmüdür. Artık hükümden sonra vakıfdan dönme imkânı yoktur. Çünkü bu hüküm kat'i olarak bağlayıcıdır, ictihada (Dönme hususunda) imkân yoktur.
İkincisi: Ölüme ta'lik edilmiş vakıftır. Vakfedenin hayatta iken; ölümünden sonra, mülkünün bir kısmının vakfedilmesini vasiyet etmesiyle gerçekleşir. Ancak bu malının üçte birini aşamaz.
Üçüncüsü: Bir kimsenin: "- Şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülân cihete vakfettim" demesiyle sâbit olur.
Dördüncüsü: Daha yapılırken (Mescid cami vs. gibi) vakfedilen mülktür. Sahih olan kavle göre; mescid inşaatına başlamadan Ulû'lemr'den izin talep etmek gerekir. Bu vakıf'dan da dönülemez.(96) Fukahâ; vakıf yapan kimsenin, belli şartlar ileri sürecekse mutlaka kadı'ya (Hâkim'e) müracaat etmesi gerektiği hususunda müttefiktir. Ancak hiçbir şart ileri sürmeden; güvendiği kimseleri mütevelli tâyin ederek, vakıf kurabilir. Bu durumda Kadı'ya mürâcaatının şart olup-olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Essah olan kavle göre; şart değildir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Müteahhirin ûleması "Vakfeden kimse, vakıf senedinin sonuna: "Hakikaten bu vakfın sıhhatine ve lüzûmuna Kadı'lardan (Hâkimlerden) bir kâdı, hüküm verdi" diye yazar ve fakat ismini (Kadı'nın kim olduğunu) zikretmezse, bu da câizdir. Sahih olan Şemsü'leimme Serâhsi'nin kavlidir. Feteva-ı Kadıhanda da böyledir. Uygun olan vakfeden kimsenin, vakfı ölümünden sonraya bırakması ve vakfedeceği malı mülkiyetinden çıkarmamasıdır. Böyle yapmazsa, bi'licma vakfedilen mal, vakfedenin mülkünden çıkar"(97) hükmü kayıtlıdır. Vakfın sıhhati açısından Kadı'ya (H‹kim'e) müracaat zaruridir. Çünkü vakfedilen malın; İslâmi esaslara uygun şekilde kullanılması bu şekilde sağlanabilir. Eğer bir beldede; Kadı mevcut değilse, vakıf işlerinin sıhhatli yürümesi düşünülemez. Nitekim Osmanlı döneminde kurulan vakıflar günümüzde gayri İslâmi şekilde kullanılmaktadır. Hatta, bir vakıf eserinin uzun yıllar genelev olarak kullanıldığı, basında yer almıştır. Vakıf gelirlerini artırmak için kurulan "Vakıflar Bankası'nın"; fâizle meşgul olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Çünkü laik bir devlette; "Vakıf" İslâmi esaslara bağlı kalmak mecburiyetinde değildir. Tabii şer'i manada; "Vakıf" olma özelliğinden söz edilemez. Ancak müslümanlar cemaat haline gelir (Emir'i, Kadı'sı, Muhtesib'i, Amil'i vs.) ve aralarında İslâm fıkhını uygularlarsa, "vakıf" kurabilirler. Bu bir ruhsattır. Elbette vakıf işlerinin düzenli yürütülmesinden yine "Kadı" mes'ûldür.