13. BÖLÜM: ADÂLET BAHSİ

TEVHİD MÜCADELESİNİN TEMELİ: ADÂLET
1787 Hz. Adem (as)'den, Resûl-i Ekrem (sav)'e kadar devam eden dönem içerisinde bütün peygamberler; yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad etmiş ve adâleti ayakta tutmaya çalışmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık açık belgelerle gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için beraberinde kitabı ve mizanı da indirdik"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Adâletin, "ayakta tutulabilmesinden" maksad; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle amel edilmesidir. Zirâ insanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlar; kuvvetli olanın gâlibiyetini beraberinde getirir. Sonuçta "Zulüm" ortaya çıkar. Mizan'dan murad; adâlet terazisidir ve kitaba bağlı olarak zikredilmiştir.(2) Allahû Teâla (cc)'nın emrini emrettiği şekilde yerine getirmeye "Adâlet" denilir.(3) Hanefi fûkahası; Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, müslümanların "Bey'at"la, gayr-i müslimlerin "Zimmet" akdi ile güvenliğe kavuştukları beldelere "Darü'l-İslam" denildiği gibi "Darü'l-Adl" de demişlerdir.(4) İmam-ı Şafii (rha) "Adâlet'den murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır."(5) hükmünü zikreder. Esasen Allahü Teala (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler; kâfirler, zâlimler fâsıklar olarak beyan edilmektedir.(6)
1788 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hiçbir insana yakışmaz ki; Allah O'na kitabı, hükmü ve peygamberlik görevini versin de sonra o (kalksın) insanlara: "-Allah'ı bırakıp da (gelin) bana kulluk edin" desin, (mümkün mü?) Fakat o "-Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Allah'a halis kullar (Rabbaniler) olun" der. Size melekleri veya peygamberleri ilâhlar edinmenizi de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkarı emreder mi hiç!."(7) hükmü beyan buyurulmuştur. Yahudilerden Ebû Rafii El Kurazi'nin ve Necran Hristiyanlarından bir grubun liderinin Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "-Yâni sana ibâdet etmemiz, seni "Rab" tanımamızı mı emrediyorsun" demesi üzerine bu Âyet-i Kerîme'nin nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Fakat hüküm noktasından; bütün insanları tefekküre dâvet etmektedir. Peygamberlerin; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakıp, hevâ ve heveslerine uyamıyacakları hatırlatılmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hiç biriniz (eliniz, emriniz altında bulunanlara) kulum demesin. Çünkü hepiniz Allahû Teâla (cc)'nın kullarısınız" hadisi meselenin mâhiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır.
1789 Tevhid mücadelesinin mahiyeti; "Kıssa"lar yoluyla, bütün insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de; "İbret" alınmasıdır.(8) Meydana gelen hadiselerin sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak şarttır. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selim akıl sahipleri için birer ibret vardır. (Bu Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdiki, (dine âid) her şeyin tafsilidir"(9) buyurulmuştur. Şimdi tevhid mücadelesinde "Adâlet'in" nasıl önemli bir yer tuttuğunu izaha gayret edelim.
1790 İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kânunlarla hükmetmek zulümdür. Nitekim "Kur'ân-ı Kerîm'de: "-Ey Davûd!.. Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve Adâletle hükmet!.. (Sakın) Hevâ ve heveslerine tabi olma ki; bu seni Allah yolundan saptırır. Hesab gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (Hevâ ve hevesine tâbi olanlara) çetin bir azab vardır"(10) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi peygamberler; akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir.(11) Buna fetânet denir. Allahû Teâla (cc) peygamberlere; tâğuti güçlerin her türlü iddialarını ortadan kaldırabilmeleri için, "Fetânet" vasfını ihsan etmiştir. Dikkat edilirse Âyet-i Kerîme'de; "Hak ve Adâlet'le" hükmetmesi emredilirken, hevâ ve hevesinden sakınması da hatırlatılmaktadır. Şimdi "Hak ve Hukuk" kelimeleri üzerinde duralım. İbn-i Abidin: "Hukuk kelimesi, "Hak" kelimesinin çoğuludur. Hak lugatta; bâtılın zıddıdır. Mevcut olan demektir"(12) hükmünü zikrediyor. Usûl-i Fıkıh'ta: "Şer'i şerifle her bakımdan ve şüphesiz bir mahiyette mevcut olana Hak denir"(13) tarifi esas alınmıştır. Maalesef günümüzde hukuk kavramı; bâtılın zıddı olma mâhiyetinde kullanılmamaktadır. Selim akıl sahibi her insan; hukukun (yani hakkın) üstünlüğünü kabul eder.
1791 İnsanlara; kuvvetle ve silahla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek ne büyük bir zillettir!.. Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla insanlara zulmeden Tâğuti güçler; fitne ve fesadın kaynağını teşkil eder. Kur'ân-ı Kerîm'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allahû Teâla'nın ayetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular"(14) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse burada; zorbaların ve halkına silâhla gâlip gelen güçlerin mâhiyeti izah edilmektedir. Âd kavmi onların peşinden gittiği için lânetlenmiştir. Bu bir anlamda; zorbalığa karşı direnmenin vâcip olduğunun açık delilidir. Şimdi Âd kavmininin akıbetini gündeme getirelim; Allahû Teâla (cc) şöyle buyurmuştur: "Âd kavmine gelince!.. Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş?" dediler. Onlar (Kendilerini) yaratıp durmakta olan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu anlamadılar mı? Onlar bizim mûcizelerimizi ve ayetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de; dünya hayatında zillet azabını kendilerine tatdırmak için, uğursuz günlerde üzerlerine çok gürültülü korkunç bir fırtına gönderdik. Elbette âhiret azâbı daha da zelil kılıcıdır. Onlara (Hiçbir sûretle) yardım da olunmaz"(15) Afif Abdülfettah Tabbara: "Âd kavmi o gün ne istemişse, büyük devletler (emperyalistler) de bugün aynı şeyi istiyorlar. İlim, medeniyet, servet ve kuvvet gururunun kölesi olmuş bu devletler hak'dan yüz çevirmiş, kendilerine mağlup olan küçük devletleri köleleştirmişler, servetlerini yağmalamışlar, fitneyi tutuşturmak, vicdanları parçalamak için her âdi yola başvurmuşlardır. Sanki lisân-ı hal ile "Bizden daha kuvvetli kim var?" demektedirler"(16) hükmünü zikrederek, meselenin can alıcı noktasına işaret etmektedir" Bugün Türkçe'de kullanılan "âdi" kelimesi; bu kavime mensubiyet belirten bir sıfattır. Tabii kötü bir sıfat!...
1792 Resûl-i Ekrem (sav)'in "Bir günlük Adâlet, altmış yıllık (nafile) ibâdetten hayırlıdır"(17) buyurduğu bilinmektedir. Allahû Teâla (cc)'nın emrini; emrettiği şekilde yerine getirmek ve hukuka riayet etmek tevhid mücadelesinin temelini teşkil eder. Şimdi "Adâlet Siyâseti" üzerinde duralım.
ADÂLET SİYÂSETİ
1793 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah, peygamberlerden şöyle misak (söz, ahid) almıştı: "-Andolsun ki size kitap ve hikmeti verdim. Sonra size yanınızda bulunan (Kitabı ve hikmeti) tasdik edecek bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu hususta ağır ahdi üzerinize aldınız mı? "-Kabul ettik" dediler. (Allah) buyurdu ki: "-Öyleyse (birbirinize ve ümmetlerinize karşı) şâhid olun. Ben de sizinle beraber (Bu mîsakınıza, sözünüze) şâhidlik edenlerdenim"(18) hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Kesir: "Ayette peygamberler zikredilmiştir. Fakat onların sâdece kendileri değil, ümmetleri de bu misaka dahildirler. Binaenaleyh Allahû Teâla (cc) peygamberleri vasıtasıyla onlara tâbi olan ümmetlerinden daha sonra gelecek kitap ve peygamberleri kabul ve tasdik etmeleri hakkında mîsak (söz) almıştır. Başka bir rivayete göre; Allahû Teâla (cc) her peygamberden, âhir zamanda gelecek son peygamberine (Resûl-i Ekrem (sav)'e) inanmalarına dair söz almıştır. Hz. Ali (ra) ve Hz. Abbas (ra) şöyle buyurmuşlardır: Allah (cc) gönderdiği her peygamberden; birbirini kat'i olarak tasdik hususunda söz almıştır. Ayrıca ümmetlerinden Resûl-i Ekrem (sav)'e yetiştikleri takdirde, ona inanıp yardım etmeleri hakkında söz almalarını emretmiştir. Hz. Peygamber'in "-Eğer Musâ ve ësâ sağ olsalardı. Bana uymaktan başka bir-şey yapmazlardı" dediği rivayet edilir."(19) hükmünü zikrederek, konunun hassasiyetini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla peygamberler; tevhid akîdesini yerleştirme mücadelesinin birer ferdidir. Onlar birbirini kıskanıp inkâr eden değil; birbirini doğrulayan ve tasdik eden insanlardır. Sonuçta ortak bir Adâlet siyâseti gündeme girmiştir.
1794 Emir, nehiy ve terbiye gibi mânâlara gelen siyâset kelimesi "Sa'se" fiilinden masdardır. İbn-i Abidin: "Siyâset; halkı dünya ve âhirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salâh ve menfaatlerine çalışmaktır"(20) hükmünü zikreder. Dolayısıyla bu anlamda; bütün peygamberler siyâsetle meşgul olmuşlardır. Şimdi hukukun korunması hususundaki siyâseti ortaya koyabilme ki çin iki hadiseyi gündeme getirelim.
1795 Mekke'nin Fethi sırasında "Ben-i Mahzûn" kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştır. Sahabe-i Kiram'dan Hz. Usâme b. Zeyd (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna gelerek, cezânın tatbik edilmemesi hususunda istirhamda bulunur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Muhakkak ki İsrail oğulları arasında soylu (Şerefli, nüfuslu) birisi hırsızlık yaptığı zaman, o cezasız bırakılırdı. Zayıf (kimsesiz) birisi yaptığı zaman, derhal elini keserlerdi. Şimdi sen Allahû Teâla (cc)'nın hadlerinden bir had (cezası) için, şefaatte mi bulunuyorsun? Ben hırsızlık yapan kadın kızım Fatıma olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim"(21) buyurmuştur.
1796 Hz. Ali (ra) ile bir zimmi (Gayr-i Müslim) arasında ihtilâf vukû bulur. O sırada Hz. Ali (ra) halife'dir. Meselenin vuzûha kavuşması için Hz. Ali (ra) ile gayr-i müslim (zimmi) şehrin kadısı Hz. Şureyh (rha)'in huzuruna varırlar. Kadı Şureyh (rha); Hz. Ali (ra)'den iddiasını isbat için delil getirmesini isteyince; Hz. Ali (ra) oğlu Hz. Hasan (ra) ile hizmetçisi Kanber'i şâhid olarak gösterir. Kadı Şureyh (rha); Resûl-i Ekrem (sav)'in "çocuğun babası için şehâdetinin kabul edilmeyeceğini" açık olarak beyan buyurduğu için Hz. Hasan (ra)'nın, bahsi geçen ihtilâfta şâhid olamayacağını, velâ ve hizmet sebebiyle Kanber'in de şâhidliğini kabul edemeyeceğini, başka şâhid getirmesini" mûnâsib bir lisanla izah eder. Hz. Ali (ra) başka şâhidi bulunmadığı için: "- Hz. Hasan'ın âdil ve yüksek seciyeli bir kimse olduğunu, her-hâlûkarda mutlaka doğruyu söyleyeceğini, bu hususların dikkate alınarak şâhidliğinin kabulünü tekrar istirham eder. Kadı Şureyh yine kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridirler" hadisini kadı'ya hatırlatır. Kadı Şureyh (ra): "-Evet!. Peygamberimiz efendimizin (sav) onlar hakkındaki sitayişli sözlerine vâkıfım. Fakat yine sen başka bir şâhid getir" diyerek, kararında ısrar eder.(22) Dikkat edilirse Hz. Ali (ra) bu sırada İslâm devletinin lideridir. Mahkemede hasmı olan kimse ise; bir gayr-i müslim!.. Fakat Kadı Şureyh'e göre; birbirinden hak talebinde bulunan iki insan sözkonusudur.
1797 Hz. Ömer (ra); bir mektup yazarak, Vâli ve Âmillerin hac mevsiminde toplanmalarını emreder. Bütün görevlilerin ve insanların bir-arada olduğu sırada hutbe'ye çıkar ve: "Ey insanlar!.. Ben şu memurlarımı ancak sizin için iyilik önderleri, hak müdafileri olarak gönderiyorum. Asla ve Kat'a sizi dövmeleri, öldürmeleri ve haksız yere mallarınızı almaları için göndermiyorum, içinizden kimin; bu vâlilerden birisinde bir alacağı varsa kalksın söylesin." buyurur. Hazır bulunan cemaatten sadece bir adam kalkar ve: "-Ey mü'minlerin emiri!.. Senin memurun bana (haksız olarak) yüz kırbaç vurdu." der. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) o Vali'ye dönerek; "-Demek ona yüz kırbaç vurdun ha!.." buyurur. Sonra hak isteyene hitaben: "-Kalk kısas yap!.. Hakkını al" emrini verir. Bunun üzerine Hz. Amr b. As ayağa kalkarak Hz. Ömer'e yaklaşır ve "-Ey Mü'minlerin Emiri!.. Eğer sen memurların hakkında bu kapıyı açarsan, bu onlara çok ağır gelir. Senden sonra da bir adet halini alır" diyerek endişesini beyan edir. Hz. Ömer (ra): "-Resûlullah (sav)'ın kendi nefsine kısas yaptığını gördüğüm halde, ben onu (Vâli'yi) kısassız mı bırakacağım? Ey hak sahibi kalk ve hakkını al"(23) diyerek, hak'lının daima kuvvetli olduğunu ortaya koyar. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mutlaka hakları sahiplerine ödeyeceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun (Kendini toslayan) boynuzlu koyuna kısas yapacaktır"(24) buyurduğu bilinmektedir. İslâm'ın temel düstûru: "Hak sahibi, daima kuvvetlidir."
DEVLETİN TARİFİ VE MÂHİYETİ
1798 İnsanların ortak ihtiyaçlarının karşılanması ve insanlığa faydalı olan işlerin yapılması; devletin "varlık sebebi" olarak kabul edilmiştir. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman "İnsana Hizmet" hadisesi gündeme girer. Dolayısıyla devleti şu şekilde tarif etmek mümkündür: "İnsanların ortak ihtiyaçlarından doğan, birbirleriyle olan ilişkilerini sosyal sözleşme esaslarına göre düzenleyen; bir ülke üzerindeki siyasi ve hukuki iktidarın, müessese mahiyetindeki görünümüne devlet denilir"(25) tariften de anlaşılacağı üzere; devlet, müşahhas ve mücerred bir-çok unsurun bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkar. Herşeyden önce; sınırları mâlum olan bir toprak parçası (ülke) ve o ülke üzerine yerleşmiş, insan cemaatine ihtiyaç vardır. Bir devletin; siyâsi, iktisâdi, ictimâi çerçevesine ve iskeletini teşkil eden yazılı-yazısız bütün hukuki ilkelerine anayasa adı verilir.(26) Genellikle insanların ortak ihtiyaç ve iradelerini (Sosyal sözleşme esaslarını) kabul ettikleri anayasalarında görmek mümkündür. Dolayısıyla Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve O'na ibadeti esas alan insanların; kendi aralarındaki sosyal sözleşmeleri, İslâm dinine dayanır. Nitekim İbn-i Hümam: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam (devlet başkanı, Ulû'lemr) seçmelerinin sebebi; İslâm dininin emirlerini hakkı ile edâ etmektir"(27) diyerek, müslümanların sosyal sözleşmelerinin mahiyetini ortaya koymaktadır. Tağut'a kulluğu esas alan insanlar; sosyal sözleşmelerini, kuvvet dengelerine göre tesbite gayret ederler. Çünkü onlar; Allahû Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'ne karşı isyan ederek, hevâ ve heveslerine kapılmışlardır.
1799 Filozoflar devletin fonksiyonları hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Hatta bir kısmı; devletin; egemen güçlerin, (diğer insanlara) hâkimiyetini sağlayan bir araç olduğu iddiasındadır. Genel olarak Aristo'dan bu yana devletin; teşri (kanun koyma), icra (kânunları tatbik etme) ve Yargı fonksiyonları üzerinde durulmuştur. Devlet teşri fonksiyonu ile; kanunlar koymak, hukuk kaidelerini göstermek sûretiyle ferdlerin hareket ve münasebetlerini belirler. Böylece cemiyet belirli bir nizama kavuşur. Kaza (yargı) fonksiyonu ile; bu kanunları münasebetlere ve hadiselere tatbik ederek, kaidelere uygun olmayan davranışları önler, hukuk nizamını korur. İcra fonksiyonu ise; gerektiğinde kuvvet kullanarak, hukuk nizamını korumak ve ortak ihtiyaçların teminini sağlamak, faydalı ve iyi neticeler elde etmek şeklinde ele alınmıştır.(28) Bugün Türkiye'de; teşri (kanun koyma) fonksiyonu Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), icra ve idare fonksiyonunu; Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, Başbakan, Bakanlar Kurulu ve devlet memurları, Kaza (Yargı) fonksiyonunu ise mahkemeler yerine getirmektedirler. Ancak devletin temel nizamlarını tamamen veya kısmen İslâm dinine uydurmak suçtur.(29) Bu sebeble; TBMM üyeleri, insanlardan aldıkları yetkiye dayanarak, insanlar üzerine kanun koymak durumundadırlar. Bazı müellifler; bunu "Çağdaş Uygarlık" olarak nitelendirmektedirler. Halbuki hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanların kurduğu bir sistemdir.
1800 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şüphesiz ki Allah size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Hakikat Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!. (İyi düşünün) Şüphe yok ki Allah (hükümlerinizi) hakkı ile işitici, (bütün yaptıklarınızı) hakkı ile görücüdür"(30) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme'nin "Mekke'nin Fethi" sırasında indiği rivâyet edilmektedir. Resûl-i Ekrem (sav) fetihten hemen sonra Kabe'yi tavaf etmiş, sonra içeri girmek istemiştir. Kabe'nin anahtarı; atadan, dededen Hz. Osman b. Talha'ya intikâl eden bir emânet durumundadır. Anahtarı peygamber (sav)'e vereceği sırada Hz. Abbas (ra): "Bundan böyle anahtarın kendisine emânet edilmesini, sıkâyet (hacılara su verme) hakkından sonra, sidânet'in (Kabe'nin bekçiliğinin) de kendisinde olmasını" arzu ettiğini beyan eder. Hz. Osman b. Talha (ra) bu teklif karşısında anahtarı geri çeker, rahatsız olduğu her halinden bellidir. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "-Anahtarı, Allah'ın emâneti olarak veriyorum" der. Resûlûllah (sav) Kabe'nin içine girerek putları temizler ve sonra Hz. Osman b. Talha (ra)'yı yanına çağırarak: "Osman, işte emânet olarak verdiğin anahtar. Bugün ahde vefa ve iyilik günüdür" buyurur. Kısa bir süre sonra: "Şüphesiz ki Allah, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder..." âyeti nâzil olur.(31) Bunun dışında başka rivayetler de vardır. İslâm ûleması; ayetin hükmünün umumi olduğu hususunda ittifak etmiştir. Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Kabe'nin anahtarı amcası Hz. Abbas'a değil; o işe daha ehil olan Hz. Osman b. Talha'ya vermesi de, bu ittifakın bir delilidir. Ayrıca: "İş ehil olmayanların eline geçti mi, kıyâmeti gözetleyiniz"(32) Hadis-i Şerifi; her türlü emânetin mutlaka ehil olanlara teslimini tavsiye etmektedir. Bazı müfessirler, bu Âyet-i Kerîme'nin; emir sahipleri ve kadı'lar hakkında indiğini de rivayet etmişlerdir.(33)
1801 Müslümanlar; herhangi bir kavme kin duysalar dahi, hüküm verirken âdil olmak mecburiyetindedirler. Zirâ "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman, Adâletle hükmetmenizi emreder" hükmü; herhangi bir tahsise manidir. Ayrıca bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Ey iman edenler!.. Allah için hakkı ayakta tutan (hakim insan)lar, adâletle şâhidlik eden (kimse)ler olun. Bir kavme olan kininiz, sizin Adâletten ayrılmanıza sebeb olmasın. Adil davranın. Zira (Adâletle muamele) takvaya en yakın olandır"(34) hükmü beyan buyurulmuştur. Farklı dinlerden olan insanlar; mü'minlerin imamına veya kadısına müracaat ettikleri zaman, onlar arasında da Adâletle hükmetmek farzdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) zulmetmeyen (Adil olan) hakimle beraberdir. Eğer zulme saparsa, onu kendi nefsinin eline bırakır"(35) buyurduğu bilinmektedir. Bilindiği gibi zulüm; Adâletin zıddıdır. Allahû Teâla (cc)'nın; zalimleri sevmediği ve zulme razı olmadığı kat'i nasslarla sabittir. Şimdi zulmün çeşitlerini kısaca gündeme getirelim. Resûl-i Ekrem (sav): "Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm var ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm var ki, Allah onu affeder. bir zulüm de var ki, Allah onun mutlaka hesabını sorar. Allahû Teâla (cc)'nın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah "Şirk büyük bir zulümdür" (Lokman Sûresi: 31) buyurmuştur. Allah'ın affedeceği zulüm; kulların kendi nefislerine karşı işledikleri zulümdür. Rabbleri ile kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatadır. Allah'ın hiç bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm ise; kulların birbirlerine karşı haksızlıklarıdır. Allah bunların hesabını sorar ve zâlimleri cezalandırır"(36) buyurarak, zulmün çeşitlerini ve sonuçlarını izah etmiştir.
1802 Akaid kitaplarında müslümanların ortak ihtiyaçları beyan edilirken "Müslümanlar için bir imama mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Dini hükümlerin uygulanması cezaların (Hadlerin) tatbiki, kafirlere karşı ülke sınırlarının korunması, cihad için ordu teşkil edilmesi, sadakaların toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyaların zabt-u rapt altına alınıp kahredilmesi, Cum'a ve Bayram Namazlarının edâ edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması hukukun üzerine kâim olduğu şâhidliklerin kabulü, velileri bulunmayan (kimsesiz) çocukların ihtiyaçlarının karşılanması, eğitilmesi, evlendirilmesi ve ganimet mallarının taksimi gibi önemli meseleler imam (Devlet başkanı, Ulû'lemr) sayesinde icra edilir"(37) hükmünde ittifak edilmiştir.Bütün bunları; teşrii, tebliğ, icra ve kaza fonksiyonları içerisinde mütalaâ etmek mümkündür. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
TEŞRİİ (KANUN KOYMA) HAKKI'NIN TESBİTİ
1803 Resûl-i Ekrem (sav)'in Medine'ye hicretinden hemen sonra İslâmi devleti kurduğu bilinmektedir. Önce muhacirlerle-ensar arasında kardeşlik anlaşması yapılmış; daha sonra da Medine'de oturan Yahudi, Hıristiyan ve diğer inançlardaki insanlarla (Adli, Siyasî, Askerî ve Mâlî konuları içine alan 52 maddelik) bir "Sosyal Sözleşme" imzalanmıştır. Bazı müellifler; bu sosyal sözleşmeye "Anayasa" adını vermişlerdir. Bu tabirin yerinde olup-olmadığı tartışılabilir. İmzalanan sosyal sözleşmenin 23.ncü maddesine göre; "İhtilâf halinde çözümün Allah'a ve Resûlüne bırakılacağı" kararlaştırılmıştır.(38) Esasen mü'minlerin şahsi reyleriyle; Allahû Teâla (cc) ve Resûlü'nün hükümlerine karşı çıkmaları mümkün değildir.(39) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah ve Resûlü bir işe hüküm ettiği zaman; gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır"(40) hükmü beyan buyurulmuştur.
1804 Teşrii (Kanun koyma) hakkı; mutlak manada, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; "(Ve şu emri indirdik) İnsanlar arasında Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!.. Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer onlar (hükümleri kabulden) yüz çevirirlerse bil ki, Allah günahlarından (yalnız şu) biri (veya yüz çevirmeleri) sebebiyle bile; kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur. İnsanlardan bir çoğu muhakkak ki Allah'ın emrinden dışarı çıkanlar (fasıklar)dır. Onlar hala cahiliyet devrinin o kötü hükmünü (kanunlarını) mı arıyorlar? Şüphesiz salih bir kanaate sahip bir kavim indinde; hümü (Kanunu) Allah'tan daha güzel olan da kimdir?"(41) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla hiç kimsenin; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerine mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyması câiz değildir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâma tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz"(42) buyurduğu bilinmektedir.
1805 Genel olarak kanunlar; insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek için devlet tarafından konulan kaidelerdir. İnsanların hürriyetlerinin sınırlarını tesbit etmek ve otorite'nin hakkını tayin etmek, önemli bir hadisedir. Mü'minlerin kime itaat edecekleri ve ihtilaf halinde nasıl davranacakları kat'i nasslarla belirtilmiştir. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de: "Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan (mü'min) emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir-şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu Allah'a ve peygamberine döndürün. Allah ve âhiret gününe inanıyorsanız; bu hem sizin için hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir"(43) buyurulmuştur.
1806 Şimdi itaat edilmesi emredilen "Sizden olan emir sahipleri" üzerinde duralım. İslâm devletini; meşru hududlar içerisinde yöneten kimselerin "Ulû'lemr" hükmünde olduğu malumdur. Ancak İbn-i Abbas (ra)'dan gelen bir rivayete göre: Ulû'lemr'den maksad, İslâm alimleridir. Nitekim bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Onlara eminlik veya korku haberi geldiği zaman onu yayıverirler. Halbuki bunu peygambere ve içlerinden Ulû'lemr olanlara götürseler, o (haberi) arayıp-yayanlar bunun (mahiyetini) onlardan öğrenirlerdi"(44) hükmü zikredilmiştir. Resul-i Ekrem (sav)'in İslâm Devletinin Reisi olduğundan şüphe yoktur. Dolayısıyla bu Âyet-i Kerîme'de zikredilen "Ulû'lemr"; fetva ehliyetine haiz olan alimlerdir. İbn-i Kesir'de "Ulu'lemr'den" maksadın; emir sahibi alimler olduğunu zikretmektedir.(45) Fahrüddin-i Razi'ye göre; "Ehl-i Hal ve'l Akd" durumunda olan ûlemanın çoğunluğu "Ulû'lemr" hükmündedir.(46) İbn-i Abidin de: "Bu Âyet-i Kerîme'de geçen ûlû'lemr'den murad ûlemadır"(47) hükmünü zikreder. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler"(48) Hadis-i Şerifindeki verâsetin, ümmetin velâyeti olduğu rivayet edilmiştir. Zira peygamberlerin maddi herhangi bir miras bırakmadıkları (geriye kalanların sadaka olduğu) bilinmektedir. Sonuç olarak Ulû'lemr: İslâm Milleti üzerinde; bey'at sonucu; tasarruf etmeye hak kazanmış kimsedir. Bunun "Ehl-i Hal ve'l Akd" durumunda olan; ûlema arasından seçilmesi dikkate alınarak, ûlema'nın da "Ulû'lemr" mahiyetinde olduğu zikredilmiştir.
1807 Âyet-i Kerîme'de: "Eğer birşey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu) Allah ve Resûlüne döndürün" emri verilmiştir. İmam-ı Kurtubi: "İhtilafın peygambere döndürülmesinden murad; sağlığında bizzat kendisine müracaat etmek, ölümünden sonra da sünnetine başvurmaktır"(49) hükmünü zikretmektedir. İmam-ı Şafii (rha) "Eğer birşey hakkında ihtilafa düşerseniz..." âyeti kerimesi (Allahû alem) siz ve itaat etmekle emrolunduğunuz Ulû'lemr; bir konuda anlaşamazsanız, o konuyu Allahû Teâla (cc) ve Resûlüne bırakın. Şunu biliyoruz ki bu farza riâyet edilince ihtilaf ortadan kalkar. Çünkü Allah Teala (cc) şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resûlü birşey hakkında hüküm verdikten sonra, gerek mü'min bir erkek, gerek mü'min bir kadın için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur." Ancak ihtilaf ettikleri konuda Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem'in (sav) sünnetinde bir hüküm yoksa o zaman ictihad gündeme girer"(50)
1808 Resûl-i Ekrem (sav)'in: Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmettiği malûmdur. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de peygamber size ne verdiyse (her ne emir verirse) onu tutun. Nehyettiğinden de sakının"(51) emri verilmiştir. Hükmü kat'iyyet ifade eden mütevâtir sünnetin inkârının küfür olduğu hususunda ittifak vardır.(52) İmam-ı Gazali "Küfrü" tarif ederken: "Resûl-i Ekrem (sav)'in getirdiği haberlere inanmamak onları yalanlamak"(53) hükmünü zikreder. Esasen peygambere itaatin farz olduğu hususunda icma mevcuddur. Resûl-i Ekrem (sav) ihtilâf konusunda herhangi bir nass mevcut değilse, ictihadı ile hükmetmiştir. Sonradan gelen bir vahiy; aynı konuda farklı bir hüküm getirmişse, derhal o hükme tabi olmuştur.(54) Ulemâ tarafından (Kat'i nasslar esas alınarak) yapılan ictihadlar da; "Ulû'lemr'e" itaat noktasından geçerlidir. Çünkü "Ulû'lemr'e itaat edilmesi; bizzat Allahû Teâla (cc) tarafından emredilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav): "Müslümanlar, gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse, itaat etmezler"(55) buyurmuştur. Dolayısıyla şer'i hududlarla sınırlı bir itaat söz konusudur. Yine bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmuştur.; Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda, mahlûka itaat yoktur. İtaat ancak ma'ruftadır"(56) Teşrii hakkı; hevâ ve heveslere dayanamaz.
İCRA (HÜKÜMLERİ TATBİK) HAKKI'NIN MÂHİYETİ
1809 Resûlâllah (sav)'ın hicret'ten önce; her kabilenin işlerini yürütmek üzere bir "nâkib" tayin ettiği bilinmektedir. Bu nakib'le; işlerin yürütülmesi hususunda Resûlûlah (sav)'ın yardımcılarıdırlar. O dönemde daha ziyade; yeni gelen Âyet-i Kerîme'lerin talimi ön plândadır. Nâkib'lerin birbirleriyle ilişkilerini "Nakbü'n Nükebâ" adı verilen görevliler sağlamaktadırlar.(57) Medine'de İslâmi Devlet kurulduktan sonra; cihad farz kılınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in cihad sonucunda elde edilen her beldeye; idârî işleri yürütmek için birer Vâli tayin ettiği bilinmektedir. Hz. Attab b. Esed'i Mekke'ye(58) Hz. Osman b. Ebî'l As'ı "Taif'e" ve diğer bir kısım sahabeleri de başka şehirlere vâli olarak görevlendirmiştir. Kendisinden Valilik talebinde bulunan Hz. Ebû Zerri'l Gıfari (ra)'ye; "-Yâ Ebû Zer!.. Sen zayıfsın, o mevki bir emânettir. Sonu da kıyâmet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni hakkı ile edâ eden müstesnâdır"(59) buyurmuştur.
1810 İslâmi devletin; en güzel şekilde düzenlenmesi hususunda, "Ulû'lemr" her türlü tedbiri almak durumundadır. Çünkü o yetki mü'minlere ait bir emânettir. Nitekim Hz. Ömer (ra) bir hutbesinde: "Ben memurlarımı sizi dövmeleri, haksız yere mallarınızı almaları için göndermiyorum. Ben size onları ancak dininizi öğretmeleri, peygamberin sünnetlerini talim etmeleri için gönderiyorum"(60) buyurmuştur. Ayrıca halka kapılarını kapatan ve onların meseleleriyle meşgul olmayan vâlileri cezalandırdığı bilinmektedir. Hükümleri tatbik bahanesiyle insanlara işkence etmek kesinlikle haramdır.(61) Zirâ İslâm'ın temel hedefi; insanların emniyetlerini sağlamaktır.
TEBLİĞ (HÜKÜMLERİ ÖĞRETME) GÖREVİ
1811 Daha önce "Cihad'ın Teşri Merhaleleri" başlığı altında; tebliğin mâhiyetini izah etmiştik!.. İbn-i İshak'a göre; Resûl-i Ekrem (sav) Mekke'de ilk üç yıl inancını gizlemiştir!.. Daha sonra Allahû Teâla (cc)'nın beyan buyurduğu şekilde tebliğe devam etmiştir.(62) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir"(63) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ûleması: "İyiliği emretmek (Emr-i Bi'l Mâ'ruf) ve kötülükleri önlemeye çalışmak (Nehy-i An'il Münker) farz-ı kifâye olan bir ameldir. Çünkü bu işle meşgul olan bir cemaatin bulunması emredilmiştir. Hiç kimse bununla meşgul olmazsa; farz olan bir amel topluca terkedildiği için, bütün mü'minler mes'ûl olur"(64) hükmünde müttefiktir.
1812 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a andolsun ki; siz ya iyiliği emredip, kötülükten vaz geçirmeye çalışırsınız, ya Allah kendi katından sizin üzerinize bir azab gönderir. O zaman dua edersiniz; fakat duanız kabul edilmez"(65) buyurduğu bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki; insanları hayra çağırmak, iyiliği emretmek ve kötülükten vaz geçirmeye çalışmak; ilim ve ihlâs isteyen bir (sahih) ameldir. Fakat herkesin bu sahada muvaffak olabilmesi güçtür. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de: "Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle!.. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile yakın dostun olmuştur."(66) hükmü zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in hisbe teşkilâtını bizzat kurarak; ehil olan kimseleri bu işle görevlendirdiği bilinmektedir. Muhtesiblerin; âdil, muttaki ve âlim olmaları şarttır. Nitekim bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmuştur: "İnsanlara ancak emir vaz-ü nasihat eder veya emir tarafından görevlendirilmiş bir kimse!.. Üçüncü ancak mürai kişi olur"(67) İmam-ı Şafii (rha): "Bir kimse din kardeşine gizlice tebliğ ederse, gerçekten nasihat etmiştir. Aşikare va'zeden ise; onu muhakkak sûrette rezil etmiş ve batırmıştır" hükmünü zikreder. Zirâ İslâm'da kusurları ortaya dökmek ve ifşa etmek câiz değildir. Cahil ve şerrinden korkulan kuvvet sahibi zâlime karşı; onun zaaflarını bilen bir âlim nasihat edebilir. Kaldı ki; kötülüklerin kuvvet zoruyla ortadan kaldırılabilmesi; emir sahibiyle yakından alakalıdır.
1813 Kur'ân-ı Kerîm'de: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap"(68) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'yi tefsir ederken: "İnsanları Allah'ın dinine davet ederken, onların liyâkat ve istidatlarını dikkate almak vâciptir. Zekâ yönünden üstün olan ve eşyanın hakikatini öğrenmek isteyenlere tebliğ; kat'i delillerle (hikmetle) yapılır. Temiz fıtrat sahibi olanlara güzel vaz-û nasihat yeterlidir. İnadçı, münazara ve münakaşadan hoşlananlara, bir takım ön bilgilerle ve âdab-ı münazara ile tebliğ yapılır"(69) hükmünde ittifak etmişlerdir. Allahû Teâla (cc)'ya iman eden, iyiliklerin yayılması ve kötülüklerin önlenmesi için her türlü çileye katlananlar müjdelenmişlerdir. Nitekim bir Âyet-i Kerîme'de "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a inanırsınız"(70) buyurulmuştur. Mü'minlerin; dünyaya gelmiş en hayırlı toplum oldukları sabittir. Hayırlı oluşlarının temel vasfı: Allahû Teâla (cc)'ya iman etmeleri, iyiliklerin yayılması için çalışmaları ve kötülüklerden menetmeleridir. Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden herhangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin (Kötülüğünü söylesin). Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle ona (kötülüğe) buğz etsin. İmanın en zaifi de budur"(71) buyurmuştur. "Emr-i Bi'l Ma'ruf", (İyilikleri emretmek) sadece devletin görevi değildir" diyen ûlema, bir Hadis-i Şerifi delil getirmiştir. Şayed yapılacak emir namaz, oruç, zekât ve cihad gibi herkesin bildiği vâciplerden, nehiy (yasaklama) zinâ, şarap, fâiz ve bunun gibi kat'i haramlardan ise; bütün müslümanlar bu görevi usûlüne uygun yerine getirebilirler. Dolayısıyla "Farz-ı Ayn" olan ilimlerden; bütün mü'minler sünnete uygun şekilde "Emr-i Bi'l Ma'ruf" yapabilirler. Fakat nâdir olan meselelerde; ûlema söz sahibidir.
1814 İslâm fıkhında; bazı hallerde (Darû'l Harb'te doğup, büyümek, aklî sıkıntı geçirmek vs..) hükmü bilmemek mâzeret olarak kabul edilmiştir. Yeni müslüman olmuş bir bedevi Resûl-i Ekrem (sav)'in hoşuna gider zannı ile bir kırba şarap getirir, hediye eder. Resûlullah (sav) adama: "-Sen Allahû Teâla'nın onu haram kıldığını bilmiyor musun?" diye sorar. Meseleyi öğrenen şarabı yanındakilere satmak ister, Resûl-i Ekrem (sav) bu defa: "-İçilmesini haram kılan Allahû Teâla (cc) satılmasını da haram kılmıştır"(72) ikazını yapar. Bunun üzerine bedevi şarabı yere döküverir. Dikkat edilirse Resûl-i Ekrem (sav) adamı herhangi bir şekilde ta'zir etmemiştir. Zirâ niyeti Resûl-i Ekrem (sav)'in hayır duasını almaktır. Nitekim Hanefi fûkahası: "Bir harbi, müslüman olup İslâm memleketine gelse, sonra haram olduğunu öğrenmeden şarab içse, hakkında içki haddi (hadd-i Şurb) icra edilmez"(73) hükmünde müttefiktir. Esasen herhangi bir suçu bilmeden işleyen ve öğrendikten sonra pişman olan bir kimseyi cezalandırmak bir-çok yönden sakıncalıdır. Hz. Ömer (ra)'in hilâfeti döneminde; yeni müslüman olmuş bir kimse (Yemen Vilâyetinde) zinâ eder. Fakat zinânın haram olduğunu bilmemektedir. Yemen Valisi; Hz. Said b. Müsayyeb (ra) ne yapılması gerektiği hususunda tereddüte düşer ve mektupla durumu Hz. Ömer (ra)'e bildirir. Hz. Ömer (ra) cevabında: "Zinânın haram olduğunu bilmiyorsa, öğretiniz. Eğer tekrar yaparsa haddi (cezasını) haketmiş olur"(74) buyurur. İslâm fıkhında teklif; mükellefin kudret ve kuvvetiyle yakından alakalıdır. Dolayısıyle İslâmi yönetimin en önemli meselesi; tebliğ ve eğitimdir. Bu konuda mü'minlerin: sünnete uygun bir şekilde, kendilerinden olan emir sahiplerine yardım etmeleri zarûridir.
KAZÂ'NIN (MAHKEMENİN-YARGI FAALİYETLERİNİN) ÖNEMİ
1815 Bilindiği gibi İslâm dininin temel hedefi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini sağlamak, hürriyetlerini muhafaza etmek ve zulmü ortadan kaldırmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi ve nizamın sağlanması için Kazâ'nın (Mahkeme, Yargı faaliyetlerinin) sıhhatli olması zarûridir. Hanefi Fûkahası: "Kazâ, muhkem bir farzdır"(75) hükmünde ittifak etmiştir. Hak ve hürriyetler ihtilaf konusu haline gelince; İslâm'ın o husustaki hükmünün açıklanması zarûri olur. Dürri'l Muhtar'da: "Kazâ lugatta hükmetmek, hüküm vermek manasınadır" denilmiştir. İbn-i Abidin bu metni şerhederken, kazâ kelimesinin bunun dışında: "Bir işi bitirmek, edâ etmek, ihtiyacı gidermek, yaratmak, hayatın sona ermesi ve takdir etmek" gibi manalara da geldiğine işâret etmektedir.(76) İslâmi Istılah'ta "Belli (Hususi) bir metodla; husûmetlerin (düşmanlıkların, ihtilafların) ortadan kaldırılması ve anlaşamayan kimselerin arasının bulunmasına kazâ denir"(77) tarifi esas alınmıştır. Bunun dışında: "Dünyevî mesâlihi temin bakımından kendisinde çoğu zaman ihtilaf vuku bulan birbirine yakın ictihadi meselelerde bağlayıcı bir hüküm tesisidir" şeklinde de tarif edilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Ammenin (ümmetin) velâyetini üzerinde bulunduran şahıstan sudur eden ve uyulması lâzım gelen hükme kazâ denir. Hızânetü'l Müftin'de de böyledir"(78) denilmektedir.
1816 Resûl-i Ekrem (sav)'in ilk dönemlerde; adlî, idarî, icraî, askerî ve siyâsî işleri bizzat kendisinin yürüttüğü bilinmektedir. Bu arada Sahabe-i Kiram'ı bizzat yanında eğitmiş, cihad sonucu elde edilen beldelere "Kadı" tayini yapmıştır. Meselâ: Resûlullah (sav) bir davada hüküm verme hususunda Hz. Amr b. As (ra)'ı görevlendirmiştir. Hz. Amr b. As; ihtilâfın çözümüne memur edilince: "Ey Allah'ın Resûlü!.. Senin yanında ve huzurunda mı davacılar arasındaki ihtilâfa bakmam gerekiyor?" diyerek işin güçlüğünü ihsas ettirir. Resûl-i Ekrem (sav) "-Evet benim huzurumda davaya bakacaksın" buyurur. Hz. Amr b. As (ra): "-Yâ Resûlallah!.. Hangi esas üzerine hüküm vereceğim?" diyerek, dava usûlünün mahiyetini öğrenmeye çalışır.(79) Bunun gibi bir-çok misâl zikretmek mümkündür. Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği ilk kadı Hz. Ali (ra)'dir ve Yemen'e gönderilmiştir.(80) Hz. Ali (ra) kazâ mesûliyetinin ağırlığını düşünerek: "-Ey Allah'ın Resûlü!.. Beni Yemen Vilâyetine kadı olarak gönderiyorsun. Oysa ben bu vazife için çok genç ve tecrübesiz sayılırım" diyerek ma'zeret beyan etme ihtiyacını duyar. Resûl-i Ekrem (sav) bunun üzerine: "-Allah'ım!.. Sen Ali'yi sırat-ı müstakiym'de yürüt ve onun dilini hak üzere sâbit kıl" diyerek duâ buyurur. Hz. Ali (ra) bu duânın bereketiyle ilgili olarak "-Nefsim yed-i kudretinde bulunduran Allahû Teâla (cc)'ya andolsun ki; artık o günden sonra iki kişi arasında hükmettiğim zaman aslâ şüpheye düşmedim" demiştir.(81) Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Ali (ra)'den sonra Hz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak göndermiştir.(82) Hz. Attab b. Esed'in, Hz. Ömer'in, İbn-i Mesû'd ve Zeyd b. Sabit'in (r.anhum) Resûl-i Ekrem (sav)'in tâyin ettiği kadılar arasında yer aldığı bilinmektedir. Necran Hristiyanlarının müracaatı üzerine; Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı (ra) onlara kadı olarak göndermiştir. İmam-ı Serahsi (rha) ilk dönemlerde kadıların; (fetva verdikleri için) müfti olarak da isimlendirildiğini kaydetmektedir.(83)
1817 Ukûbat'lar bahsinde; Resûl-i Ekrem (sav)'in cezâları bizzat tatbik ettiğini ve bu hususta tâkip edilecek usûlü belirlediğini izah etmiştik.(84)
1818 Müslümanların azınlıkta olduğu veya gayr-i müslimlerin galip bulundukları ülke'de; müslümanlar nasıl hareket edeceklerdir? Zirâ küfre rızâ gösterme ve küfür ahkâmına tâbi olma hakları yoktur. Bu hususta farklı rivâyetler vardır. İbni Abidin: "Fetih'te bu konuda şöyle denilmektedir: Eğer görev verecek sultan (Ulû'lemr) yoksa veya kendisinden görev alınacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- o bölgelerde gayr-i müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-i müslimler hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da bugün olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine imam olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vukû bulan hâdiselerin yargı organlarına aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler."İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerek. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir"(85) hükmünü zikretmektedir. İbni Abidin'in: "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikâmetinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; bazılarının gayr-i müslimlerin tayin ettiği kadı'lara müracaat edebileceği yolundaki görüşlerini reddetmek içindir. Hanefi fûkahası; istilâ anında mü'minlerin kendi içlerinden bir İmam seçmelerinin vâcip olduğunda müttefiktir. İstilâya uğrayan bir İslâm beldesi derhal "Darû'l Harb" durumuna geçmez. Ancak orada küfür ahkâmı İcrâ olunur ve orada İslâm ahkamı ile hükmedilmez, müslümanlar kendi içlerinden seçtikleri Kadı'ya müracat etmezlerse Darû'l Harbe dönüşür.(86) Dikkat edilirse burada "Müslümanların kendi içlerinden seçtikleri kadı'ya müracaat etmemeleri" hassaten zikredilmektedir. Sonuç olarak: İslâmi yönetimin; teşrii, tebliğ, icrâ ve kazâ hususunda şer'i hududlara riâyeti şarttır. Şimdi Kazâ (Mahkeme-yargı faaliyetleri) üzerinde duralım.(87)
KAZÂ (KADI'LIK) KARŞISINDA İNSANLARIN DURUMU
1819 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İdâresi altında bulunan müslümanlardan; daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resûlüne ve İslâm Milletine ihânet (hâinlik) etmiş olur"(88) buyurduğu bilinmektedir. İslâm uleması: "Müslümanların en kuvvetlisi, en bilgilisi, en sabırlısı ve en muttakisi kadılık görevine getirilmelidir" hükmünde ittifak etmiştir. Elbette bu göreve de insanlar tâlip olacaktır. Hanefi Fûkahası: "Kadılık görevi bakımından insanları beş kısımda mütâlâa etmek mümkündür.
Birincisi: Bir kimsenin; Kazâ'ya (Kadılığa) kendisinden daha ehil birisi bulunmadığı zaman, onun kazâ (Kadılık) vazifesini ifâ etmesi farzdır.
İkincisi: Kazâ'ya (Kadılığa) ehil bir-çok kimse bulunduğu halde, bunlardan birisinin bu göreve daha ehil olması halinde, kadılığı o şahsın ifâ etmesi müstehabtır.
Üçüncüsü: İslâm cemaatinde; liyâkat ve selâhiyet bakımından kendisine müsâvi kişilerin bulunması halinde kadılık görevini alıp-almamak hususunda muhayyerdir. Dilerse kabul eder, dilemezse kabul etmez.
Dördüncüsü: Bir kimsenin kadılığa ehil olduğu halde, cemaatte kendisinden daha ehil ve muttaki kimseler bulunursa, bu kimsenin kazâ makamını işgal etmesi mekruhtur.
Beşincisi: Kendi nefsinin âcizliğini, insafının azlığını ve hevâsına uyduğunu, (bu durumunu başkalarının bilmediğini) bilen bir kimsenin kazâ makamına gelmesi (Kadı'lık yapması) haramdır"(89) hükmünde ittifak etmiştir. Dikkat edilirse burada; kazâ görevini düşünen insanlara, bazı ölçüler hatırlatılmıştır.
1820 Kazâ (Kadılık) makamını talep eden kimsenin; nefsine fazla itimad ettiği gizlenemez. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim kadılığı (Kendi isteğiyle) üzerine alırsa, sanki o bıçaksız boğazlanmış gibi olur"(90) Hadis-i Şerifi, meselenin hassâsiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla Kazâ makamını ihtirasla taleb etmek câiz değildir. Ancak mü'minlerin velâyetine hâiz Ulû'lemr; zorla bu makama getirse (yani ısrar ederse) kabul etmekte bir beis yoktur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim kazâ makamını (kadılığı) taleb ederse; onun ameli kendi nefsine ısmarlanır. (Nefsiyle baş-başa kalır) Kim kazâ makamına (Kadılığa) icbâr olunursa, ona doğruyu ilhâm eden (yardımcı olan) bir melek iner"(91) buyurduğu bilinmektedir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Âlimlerin cumhuru, şunun üzerinde ittifak etmiştir. Kazâ (Kadılık) makamını kabul etmek ruhsat, ondan kaçınmak ise azimettir. Tatarhaniyye'de de böyledir. Kadılık; lisan ile taleb edilemediği gibi, kalben de taleb edilemez. Ancak o makama kendisinden daha liyâkatlı bir kimse yoksa, o zaman müslümanların hukukunu korumak için farz olur. Bir beldede kazâ makamını (Kadılık görevini) hakkı ile temsil edecek, selâhiyet sahibi bir-çok kimse bulunursa, bunlardan herhangi birisinin kadı olmaktan kaçınması günah olmaz. Muhıyt'te de böyledir. Şayed liyâkat sahibi olan müslümanların hepsi bu görevden kaçınır; bu sebeble cahil birisi kadı olursa, tamamı günaha ortak olur. İnaye'de de böyledir"(92) hükmü kayıtlıdır.
1821 Allahû Teâla (cc)'ya, O'nun Resûlûne (sav) ve İslâm Milletine ihânet etmemek için; emânetlerin, ehliyet ve liyâkat sahibi kimselere teslim edilmesi şarttır. Şimdi kazâ makamına (Kadılık görevine) getirilecek kimselerde bulunması gereken özellikler üzerinde duralım.
KİMLER KADI (HAKİM) OLABİLİR?
1822 Dürri'l Muhtar'da "Şehâdete ehil olmada aranan şartlar ne ise; hâkim (Kadı) olmada da aranan şartlar aynıdır. Çünkü her ikisi de velâyet babındadır. Ancak şehâdet kadı ve hakimlikten daha kuvvetlidir. Zirâ şehâdet hâkimi ilzam eder. Hâkimin hükmü ise ancak hasmı ilzâm eder. Bunun için kazâ ile ilgili hükümlerden kaynaklanır."(93) hükmü kayıtlıdır. Şimdi bu şartları izaha gayret edelim.
1823 MÜSLÜMAN OLMAK: Kazâ makamına (Kadı'lık görevine) tâyin için aranan ilk şart İslâm'dır.(94) İmam-ı Azam'a (rh.a) göre; kafirlerin, müslümanların dâvalarına bakmak üzere tâyin edilmeleri kat'iyyen mümkün değildir. Ancak zimmet ehline; anlaşma şartlarına göre, kendi dinlerinden hakem tâyin edilebilir.
1924 AKIL-BALİĞ OLMAK: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Üç kişi muâheze olunmaz; uyanmadıkça uyuyan, buluğa ermedikçe çocuk, akıllanmadıkça deli"(95) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla buluğa erinceye kadar çocuklar; yaptıkları işten mes'ul değildirler. Ancak kadı'nın (hakim'in) yaşlı olması şart değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Attab b. Esed'i Mekke'ye tâyin ettiğinde, bu sahabe'nin 18 veya 21 yaşında olduğu rivâyet edilir. Hz. Ömer (ra)in hilâfeti döneminde Şam'da genç bir kadı görev yapmıştır. Halk kadı'nın çok genç olmasından rahatsızlık duyduğunu Hz. Ömer (ra)'e ihsas ettirir. Hz. Ömer; genç kadıyı yanına çağırır ve muhâkeme ûsûlünü sorar. Aldığı cevap karşısında; memnuniyetini izhar eder ve görevine devam etmesini ister.(96) Esas olan Kadı'nın yaşı değil; zeki, anlayışlı, sabırlı ve fakih olmasıdır.
1825 HÜRRİYET: Kazâ makamına (kadılık görevi) tâyin edilecek kimsenin, hür olması şarttır. Kölelik; ehliyet ârızasına dayanır. Bu sebeple köleler kadı olamazlar.(97)
1826 GÖZ, DİL, KULAK GİBİ DUYU ORGANLARININ SIHHATLİ OLMASI: Kazâi faaliyetleri yürütebilmek için; göz, dil ve kulak gibi duyu organlarının sıhhatli olması esastır. Sağır; tarafları dinleyebilme şansına sahip değildir. Dilsizlik hâli; sual sormaya manidir. Gözlerinin görmemesi ise; şehâdete mânidir. Bütün bunlar hükmün sıhhatine tesir eden âmillerdir. Bu sebeble âmâ, ahras (dilsiz) ve atraş (kulakları duymayan) kazâ makamına tâyin edilemez.(98)
1827 HADD-İ KAZF TATBİK EDİLMEMİŞ OLMAK: Ukûbatlar bahsinde Hadd-i Kazf'ın mâhiyeti üzerinde durmuştuk.(99) Doğru sözlü, emâneti yerine getiren, haramlardan kaçınan, rızâ ve gadab hallerinde itidalini koruyan kimselerin kazâ makamına getirilmesi gereklidir. Hanefi fûkahası: "İffetli bir kadına zinâ iftirasında bulunup, kendisine "Hadd-i Kazf" tatbik edilen kimsenin kaza makamına getirilmesinin caiz olmadığı" hususunda müttefiktir.(100) İmamı Şafii (rha) indinde; âdil olmayan kimsenin kazâ makamına getirilmesi câiz değildir. Dürri'l Muhtar'da: "Hakim (Kadı) olan kişinin güvenilir, iffetli, akıl ve düşüncesine güvenilir, salah ve takvasına itimad edilir, anlayış kaabiliyeti olan, sünnet ve Hz. Peygamber (sav)'den vârid olan eserler hakkında bilgisi olan, fıkhı bütün yönleriyle bilen bir kişi olması gerekir. Müctehid olması tercih sebebidir" hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni izah ederken: "Kadı'nın aşağıdaki sıfatlarla muttasıf olması şarttır. Kadı şiddete kaçmadan otoriter, zaafa düşmeden yumuşak olmalıdır. Çünkü hükmetmek müslümanlar için önemli bir olaydır. Daha çok bilen, daha kudretli olan, daha heybetli ve insanlar arasında daha çok maruf olan, insanların ona olan davranışlarına karşı daha sabırlı olan, kadı olmaya daha layıktır."(101)
1828 İLİM: Kazâ Makamına (Kadılık görevine) tâyin olacak kimsenin; fıkıh ilmine sâhip olması gerekir. Ancak sahih olan kavle göre; müctehid olmak tercih sebebidir. Kadı'lığın şartı değildir.(102) İmam-ı Şafii (rha) indinde; Kazâ makamı (Kadılık görevi) kudrete dayanan bir hadisedir. İlim olmadan gerekli kudretin varlığından söz edilemez.(103) Bu sebeble ilim; kadılığa tâyin için aranacak şartlara dahildir. Feteva-ı Hindiyye de: "Sahih olan kavle göre müctehid olmak, kadılığın şartı değil, tercih sebebidir. Hidaye'de de böyledir. Hatta bir başkasının fetvâsıyla hüküm veren mukallidin kadı tâyin edilmesi câizdir. Mültekid'de de böyledir. Bununla beraber câhil olan kimsenin kadı tayin edilmesi münâsip değildir"(104) hükmü kayıtlıdır. Şurası muhakkaktır ki, kazâ sisteminin sıhhati için ilim şarttır.
KADI TAYİNİNİN HÜKMÜ
1829 Hz. Ömer (ra)'in Ebû Musa El Eş'ari'ye yazdığı mektupta: "Kazâ şüphesiz ki muhkem bir farz ve takip edilen bir sünnettir"(105) hükmü yer almaktadır. Hanefi fûkahası kadı tâyin edilmesinin farz olduğunda ittifak etmiştir.(106) Muhakkak ki kadı tayin etmek; müslümanların en mühim işlerinden birisidir.
1830 Resûl-i Ekrem (sav)'in fethedilen beldelere Vâli ve Kadı tayin ettiğini daha önce zikretmiştik!..(107) Hanefi fûkahası; kazâ makamına (Kadılık görevine) herhangi bir kimseyi tayin etmek "Ulû'lemr'e" âit bir yetkidir" hükmünde müttefiktir.(108) Esasen insanların hallerine (yakından) vâkıf olan ve mes'ûliyeti yüklenen kendisinden kadı olmasını taleb eder. O (Abdullah b. Vehb) bu teklifi kabul etmez ve cinnet getirmiş gibi yaparak yanına gelen kimselerin yüzünü tırmalar ve elbiselerini yırtar. Dostlarından kûfe'li bir zat gelir ve kendisine: "Yâ Abdullah!.. Sen kazâ makamını kabul edip, Adâletle hükmetseydin daha hayırlı olurdun" deyince Abdullah b. Vehb (ra) ona: "-Senin aklın bu kadar mı? Sen Allah'ın Resûlü'nün "-Hâkimler hükümdarlarla, alimler ise peygamberlerle haşrolacaklardır" buyurduğunu duymadın mı?(109) cevabını verir. Dikkat edilirse; kazâ makamına (Kadılık görevine) getirilen kimsenin icraatinden Ulû'lemr'de (bir dereceye kadar) mesûldür. Hz. Ömer (ra) Şam vilâyetinde görev yapan Vâli Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah'a kadı tâyin etme yetkisi vermiştir. Ayrıca Muaz b. Cebel (ra)'e, kadı tâyin etme yetkisi verirken: "Takvâ sâhibi; sâlih kimseler arasından, âlim olanları kadı tayin et!.." diyerek tavsiyede bulunmuştur. Sonuç olarak; bir kimseyi, Kazâ makamına (kadılığa) ya "Ulû'lemr" bizzat tâyin eder veya yetki verdiği kimse tarafından tâyin olunur.
KADI'LARIN GÖREVİ
1831 Resûl-i Ekrem (sav) ve Hülâfa-i Raşidiyn döneminde tayin edilen kadıların; kazâ görevleri dışında İslâmı tebliğ etmek, fetvâ vermek ve emniyeti sağlamak gibi vazifeleri de yerine getirdikleri, mûteber kaynaklarda zikredilmiştir. Meselâ: Ebû Hureyre (ra) Bahreyn'de kadılık vazifesiyle birlikte emniyet (Ehdas, şurta) görevini de yürütmüştür. İmam-ı Serahsi; fetvâ veren kimselerin büyük çoğunluğunu kadıların teşkil ettiğini, bu sebeble kadılara "Müfti" de denildiğini kaydeder.(111) Esasen (Emeviler devrinde) Ömer b. Abdülaziz'in (rha) hilâfeti döneminde "Müfti" tayinine başlanılmıştır. Daha önce ayrıca müftilik diye bir vazife sözkonusu değildir. Resûl-i Ekrem (sav) döneminden, o tarihlere kadar kadı'lar; aslî görevlerinin yanında müftilik ve vaizlik gibi vazifeleri de yerine getirmişlerdir. İslâm fıkhının tatbikatı esas alındığı zaman kazâ makamına (Kadılık görevine) tâyin edilen kimsenin aslî görevleri şu şekilde sıralanabilir.
Birincisi: Kur'ân, Sünnet ve İslâm fıkhının diğer kaynaklarını kânun olarak uygulamak zorundadır. Kat'iyyen hevâ ve hevesine tâbi olamaz.
İkincisi: Yetimlerin, mecnunların, küçüklerin, mahcur ve sefihlerin mallarını korumak (Kayyımlık).
Üçüncüsü: Velîleri bulunmayan yetim kızları ve erkekleri, kefâet hükümlerine riâyet ederek evlendirmek, onların ihtiyaçlarını karşılamak.
Dördüncüsü: Vakıfların işlerini tâkip etmek.
Beşincisi: Vasiyetleri yerine getirmek.
Altıncısı: Sünnete uygun şekilde her türlü ihtilâfı çözmek, davalara bakmak ve hak sahiplerine haklarını vermek. Kısaca had cezalarının dışındaki İslâmi hükümleri de icrâ etmek.
Yedincisi: Nafaka işlerini, şer'i hududlara göre çözüme kavuşturmak!.. Boşanma sonucu meydana gelen boşlukta; çocukların telef olmaması için, "Hıdâne" vazifesini anne veya babadan birine vermek.
1832 Kaza makamına (Kadılık Görevine) getirilen kimse hüküm verirken; herhangi bir müdahale olsa bile, Kur'ân ve sünnet'in hükümlerine kat'i olarak uymak zorundadır.(112) Kadı'nın Kur'an, sünnet ve icmâ'ya aykırı olarak verdiği hüküm derhal bozulur.(113) Fetevâ-ı Hindiyye'de "Kadı için esas olan; Allahû Teâla (cc)'nın kitabında bulunanla hükmetmektir. Bu sebeble Kur'ân'da bulunan nâsih ve mensûh olan ayetleri iyi bilmesi gerekir. Nasih olan Âyet-i Kerîmelerin; muhkemini, müteşâbihini ve kıraat sebebiyle te'vilinde olan ihtilâfları kavraması şarttır. Eğer vereceği hükmü Allahû Teâla (cc)'nın kitabında bulamazsa; Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetiyle hükmetmesi gerekir. Bu sebeble; sünnet'in de nasih ve mensûhunu iyi bilmesi icabeder. Hadislerde ihtilâfa düşerse en sağlamını (Mütevâtir veya meşhuru) alır ve onunla ictihad eder. Kadı'nın hadis-i şeriflerin mütevâtir ve meşhur olanları bilmesi, haber-i vâhid'i tanıması gerekir. Bunun dışında râvilerin mertebelerini dikkate alması; adil ve âlim olanları, dört halife ve dört Abdullah'tan gelenleri ve diğerlerini bilmesi lâzımdır. Eğer bir hâdise zuhûr eder; onun hakkında Kur'ân ve Sünnette hiçbir şey bulamaz ise; kadı, Sahabe-i Kiram'ın üzerinde icma ettikleri görüşe göre hükmeder. Çünkü Sahabe-i Kiram'ın icmâ'ı ile amel etmek vâciptir. Şayet o meselede Sahabe-i Kiram ihtilâf etmişse durum şudur: Eğer kadı ictihad ehli ise; bu sahabelerden bazılarının kavlini tercih eder, Müctehid değilse onlara muhalif olarak hükmedemez. Çünkü her ne kadar sahabe İhtilâf etmişse de; hiç birisi bâtıl ile ictihad etmemiştir. Hassaf: "Gerçekten sahabilerin ihtilâfı, ictihad için birer delildir" buyurmuştur. Sahabelerin üzerinde icmâ eylediği bir hükme; tabiûndan birisi muhalefet ederse, onun muhâlefetine itibar olunmaz. Bu durumda kadı; sahabe'nin icmai'nın hilâfına hüküm verirse, o hüküm batıldır, geçersizdir. Sahabi devrine yetişmiş fetvâ hususunda onlarla karşılaşmış (Kadı Sureyh ve Şa'bi gibi) alimlerin muhâlefeti de, icmâyı bozmaz. Eğer hüküm Ebû Hanife (rha) gibi, tabiûndan bazısından gelir ve o hususta başka da nakil bulunmazsa, bunda iki rivâyet vardır. Bu birisinde İmam-ı Azam Ebû Hanife "-Ben onları (Tabiûnu) taklid etmem" buyurmuştur. Zahiru'l mezheb'de budur. Nevâdir'in rivâyetinde ise; "-O kimse, Sahabe-i Kiram zamanında fetva vermiş ve ictihad'da bulunmuşsa (Kadı Şureyh, Meşruk b. Ecdâ ve bunun gibi) o zaman ben onları taklid ederim" buyurmuştur. Eğer kadı ictihad ehli değilse; kendisinden istenilen hükmü bir müctehid'den alır, ilimsiz hüküm vermez, sormaktan da utanmaz"(114) hükmü kayıtlıdır.
1833 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İctihadı ile hükmeden kadı isâbet ederse ik