5. AİLE İÇERİSİNDE ÇOCUKLARLA İLGİLİ ÂDAB-I MUÂŞERET
1695 İnsanların; dünyada en çok arzu ettikleri şeylerin başında, çocuk sahibi olmak gelir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; gerçek mü'minlerin istekleri izah edilirken: "Onlar ki: "Ey Rabbimiz" derler. Bize zevcelerimizden nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (salih insanlar) ihsan et. Bizi takvaa sahiplerine rehber kıl"(145) hükmü beyan buyurulmuştur. Başka bir Âyet-i Kerîme'de: "Mal ve evlâd dünya hayatının zînetidir. (süsüdür)"(146) denilmektedir. Anne ve baba; fıtrî olarak çocuklarını sever ve onlara merhametle muamele ederler. Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Büyüğümüze saygı göstermeyen ve küçüğümüze acımayan (merhamet etmeyen) bizden değildir"(147) buyurduğu bilinmektedir. Bu noktada; sevmenin, acımanın ve merhametli olmanın mahiyeti üzerinde duralım.
1696 Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc) her insanı belli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Resûl-i Ekrem (sav) her çocuğun mutlaka İslâm fıtratı üzerinde yaratıldığını haber vermektedir.(148) Esasen çocuğun imtihan için verildiği de, nasslarla sabittir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Gerek kendinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyunuz ki, onun yakacağı insan ile taşdır"(149) hükmü beyan buyurulmuştur. İbn-i Kesir bu Âyet-i Kerîme'nin tefsirinde iki husus üzerinde durmaktadır.
Birincisi: Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerine titizlikle riâyet edip, meşru hududları aşmamak suretiyle nefsinizi ateşten koruyunuz.
İkincisi: Aile ferdlerini terbiye edip; İslâm'ı öğretmek suretiyle, onları cehennem ateşine karşı muhafaza ediniz"(150)
1697 İmam Ebû Bekir El Cessas: "Çocukların namazla emrolunması eğitim-öğretim içindir. Onun öğrenmesi, büluğ çağına erdikten sonra kolayca yapması ve alışkanlık kazanmasıdır. Çocuklara içki, kumar ve diğer günahlar da yasaklanır. Eğer çocuklukta yasaklanmazsa, büyüdükten sonra onları alıkoymak çok zor olur. Zirâ Allahû Teâla (cc): "Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insan ile taşdır" buyurmuştur. Bazı müfessirler bu ayetin tefsirinde: Çocuklarınıza İslâm'ı öğretin, İslâmî terbiyeyi verin, ki onları ateşten koruyasınız demişlerdir"(151) hükmünü zikreder.
1698 Çocuklara; istisnai durumlar hariç, farz-ı ayn olan ilimleri öğretme görevi babaya verilmiştir.(152) "Hıdane" bahsinde, istisnai durumları izah etmiştik!..(153)
1699 Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Lokman (as)'ın kıssası beyan edilirken, eğitimde nelere dikkat edilmesi hususunda bilgi verilmiştir. Şimdi bu konuyu kısaca izah edelim.
1700 A) Önce "Tevhid İlmini" Öğretmek Esastır: Bilindiği gibi bütün peygamberler insanları; "Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye, Tağut'a kulluk etmekten kaçınmaya" davet etmişlerdir.(154) Hz. Lokman (as); oğlu Saran'a nasihat ederken önce "Tevhid" üzerinde durmuştur. Nitekim Âyet-i Kerîme'de: "Hani Lokman oğluna nasihat ederken şöyle demişti: "Oğulcağızım!.. Sakın Allahû Teâla (cc)'ya şirk koşma!.. Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür."(155) buyurulmuştur. Sahabe-i Kiram; çocuk konuşmaya başlar başlamaz, önce tevhidi öğretmiştir. Bu hususta; Resûl-i Ekrem (sav)'in bütün mü'minleri uyardığı da bilinmektedir.
1701 B) Hesap Günü Şuuru Verilmelidir: Hz. Lokman (as)'ın oğluna nasihatında; tevhidden hemen sonra, "hesap günü" şuuru gündeme girmektedir. Nitekim Âyet-i Kerîme'de: "Oğulcağızım!.. Hakikat yaptığın iyilik ve kötülük bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde ya göklerde yahud yerin dibinde (gizlenmiş) olsa bile, Allah onu getirir (meydana çıkarır, hesabını görür) Çünkü Allah lâtıyfdır. (Herşeyden) Hakkı ile haberdardır"(156) buyurulmuştur.
1702 C) İbadet, İhlas ve Sabır Öğretilmelidir: Hz. Lokman (as) oğluna ibadet, ihlas, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak ve sabrı öğretmektedir. Bu husus şu şekilde haber verilmektedir: "Oğulcağızım!.. Namazı dosdoğru kıl!.. İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden herşeye katlan. Çünkü bunlar kat'i sûrette farz edilen umurdandır"(157) İbn-i Abidin, en zor durumda dahi iyiliği emir ve kötülüğü nehyetmenin gerektiği üzerinde durur: "Fakat iyiliği emir ve kötülüğü nehiy (öldürüleceğine kalbi kanaat getirirse bile) yine de efdaldir. Velev ki dövüleceğine veya öldürüleceğine kalbi kanaat getirsin. Çünkü şehid olur. Allahû Teâla (cc): "Namazı dosdoğru kıl!.. İyiliği emir et, kötülükten nehiy eyle!.. Başına gelene de sabret" yani, iyiliği emir ettiğin vakit sana bir hakaret ve tecavüz vaki olursa sabret!.. Şüphesiz bu umurun azim olanlarındandır. Yani hak olan işlerdendir buyurmuştur. Bazıları bunu farz olan işlerdendir" diye tefsir etmişlerdir. Bahsin tamamı "fusul" dedir"(158)
1703 D) İnsanlarla Münasebet ve Tevazû Anlatılmalıdır: Hz. Lokman (as) oğlu Saran'a nasihata devam ederek, şunları tavsiye ediyor: "(Oğulcağızım) İnsanlardan (kibirlenip) yüz çevirme!.. Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah (cc) her kibir taslayanı, kendini beğenip, övüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol!.. Sesini alçat. Seslerin en çirkini hakikat eşeklerin anırışıdır"(159) İbn-i Kesir, bu Âyet-i Kerîmelerin tefsirinde, genel bir hususun üzerinde durur ve: "Bu nasihatlar; Allahû Teâla (cc)'nın, Hz. Lokman'dan insanların örnek alarak uymaları için hikaye ettiği önemli düstûrlardır"(160) hükmünü zikreder. Şurası muhakkaktır ki; ebeveynin nasihat ederken, çocuğun aklî seviyesini ve zaaflarını dikkate alarak hareket etmesi gerekir.
6. ANNE VE BABAYA İYİLİK VE İTAAT ETMEK ZARURİDİR
1704 Allahû Teâla (cc)'nın kanunlarında herhangi bir değişiklik olmaz. Ulema buna "Sünnetûllah" adını vermiştir. İnsan anne rahminden,; hiçbirşey bilmediği halde dünyaya gelir. İlk yılları tam bir zaaf içerisindedir. Annesi, onu sevgi ve merhametle bağrına basar, korur ve büyütür. Çocuk büluğa erdikten sonra, aile sahibi olur. Artık o da bir anne veya babadır. Derken ihtiyarlık gelir çatar!.. Bu "sünnetullah"; Hz. Adem (as)'dan beri hep böyle devaran etmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da yine zaafa ve ihtiyarlığa getirendir. Allah ne dilerse yaratır"(161) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler; bu Âyet-i Kerîme'de insanın devrelerine dikkatin çekildiğini beyan etmektedirler.(162)
1705 Resûl-i Ekrem (sav) anne ve babaya iyilik etmeyi, vaktinde kılınan namazdan sonra, Allahû Teâla (cc)'nın en çok sevdiği amel olarak tarif buyurmuştur. Cihada katılmak hususunda korkunç arzu duyan bir sahabesine: "Git! (cihada katılma) yaşlı olan anne ve babana hizmet et!"(163) emrini vermiştir.
1706 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik!.. Onun annesi, kendisini zaaf üstüne zaaf ile (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür) "Bana, anne ve babana şükret. Dönüşün ancak banadır" (Dedik). Eğer onlar (anne ve baban) sence ilimde (yeri) olmadık bir şeyi bana eş tutman (şirk koşman) üzerinde seni zorlarlarsa, kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin (mü'minlerin) yoluna uy. Nihayet dönüşünüz ancak banadır. O vakit (hesap gününde) ben size ne yapıyordunuz, haber veririm"(164) hükmü beyan buyurulmuştur. Hz. Saad b. Ebi Vakkas (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Ben anneme karşı çok saygılı ve hayırlıydım. Bir dediğini iki etmezdim. İslâmiyeti kabul edince annem bana: "Oğlum, senin icad ettiğin din nedir? Yemin ederim ki, sen bu dini terkedinceye kadar hiçbir şey yeyip içmeyeceğim" dedi. Ben kendisine: "Anne ne olursun böyle yapma!.. Muhakkak ki ben hiçbir şey için dinimi terkedemem" cevabını verdim. Annem bir gün, bir gece hiçbir şey yemedi. Bitkin bir hale geldi. Ertesi gün yine hiçbir şey yemedi, meşakkati iyiden iyiye arttı. Bu halini görünce yanına gidip: "Anne sen bilirsin!.. Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, senin yüz ruhun olsa ve teker teker senden çıksa, ben yine de dinimi terketmem. Artık sen bilirsin ister ye, ister yeme" dedim. Annem, benim kararlı tavrıma şahid olunca yemek yemeye başladı. Bu hadise üzerine: "Eğer onlar sence ilimde (yeri) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa, kendilerine itaat etme..." ayeti nazil oldu.(165)
1707 İmam-ı Kurtubi; "Günah işlemekte veya farzlardan birisini terketmekte; anne ve babaya itaat olunmaz. İtaat ancak mübah olan emirlerde geçerlidir."(166) hükmünü zikreder. Esasen ûlema: "Şirk koşma hususunda anne ve babaya itaat haram kılınmıştır. Dolayısıyla itaat; İslâmi hududlar içerisinde geçerlidir. Haram işleme veya farzları terketme hususunda hiçbir güce itaat edilmez. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda, mahlûka itaat edilmez" buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir (ra) hilafet makamına beyatle geçer geçmez ilk hutbesinde: "Ben Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Şayed Allah'a isyan edersem, bana itaat etmeniz farz değildir" diyerek, itaatin sınırını beyan etmiştir" hükmünde müttefiktir.
1708 Hanefi fûkahası: "Bir kimse üzerine; fakir oldukları müddetçe, gayr-i müslim bile olsalar, anne ve babasına nafaka vermesi vacip olur. Bu Allahû Teâla (cc)'nın: "Onlarla (anne ve baba ile) dünyada maruf bir şekilde geçin" emrine dayanır. Bu Âyet-i Kerîme, kafir olan anne ve baba hakkında nazil olmuştur. Kaldı ki kendisi; Allahû Teâla (cc)'nın nimetleri içerisinde rahatça yaşarken, anne ve babasını açlıktan ölüme terketmesi (velev ki gayr-i müslim bile olsa) ma'ruf'dan değildir."(167) hükmünde ittifak etmiştir. Nitekim: "Babam benim iznim olmadan malımı alıyor" şeklinde şikayette bulunan bir sahabeye hitaben Resûl-i Ekrem (sav): "Sen ve malın babanındır"(168) buyurmuştur.
1709 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Rabbin "Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse, onlara "öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara güzel (ve tatlı) söz söyle. Onlara acıyarak tevazûu kanadını (yerlere kadar) indir ve: "Yâ Rabbi!.. Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini (öylece) esirge" de!.. Rabbiniz sizin içinizdekini en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız şüphesiz ki Allah daima kendine dönenleri (ve çok tevbe edenleri) cidden yargılayıcıdır"(169) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme'de Allahû Teâla (cc); (anne ve babası ihtiyarlayan, acze düşen) mü'minlere beş teklifte bulunmaktadır:
1) Anne ve babaya "öf" bile deme!.. Buradaki "öf" kelimesinden maksad; kızgınlık ve hoşlanmamayı açığa vurmaktır. Mırın-kırın edip, homurdanmak da aynı mahiyettedir.
2) Onları azarlama!.. "Sen bilmiyorsun, sus, konuşma gibi kalblerini kıracak cümleler kullanma.
3) Onlara güzel ve tatlı söz söyle!.. Ta'zim ve hürmet ifade eden "anneciğim, babacığım, ne emredersiniz gibi" güzel sözler söyle!..
4) Onlara merhametle muamele et!.. Çünkü onlar, sen küçükken aynı şeyi yapmışlardı. Anne ve babaya tevazû göster. Her an emirlerine âmâde olduğunu hissettir. Nitekim bir kadın Resûl-i Ekrem (sav)'in yanına gelir. Hz. Peygamber (sav) derhal sırtından rıdasını çıkararak yere serer ve o kadını buyur eder, üzerine oturtur. Daha sonra o kadının Resûl-i Ekrem (sav)'in süt annesi olduğu anlaşılır.(170)
5) Anne ve babaya hayır dua et!.. Resûl-i Ekrem (sav)'e, Saleme oğullarından bir kimse: "Yâ Resûlullah!.. Öldükten sonra da anne va babamıza bir iyilik yapabilir miyiz?" sualini sormuştur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Evet!.. Onlara dua etmen ve Allahû Teâla (cc)'dan günahlarını bağışlaması için talepte bulunman, eğer herhangi bir sözleri varsa, onu yerine getirmen. Onların sılâ ettiği kimseleri ziyaret edip, dostlarına ikramda bulunman" cevabını vermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey Rabbimiz!.. (kıyamette) hesap için ayağa kalkılacağı gün beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri yarlığa"(171) hükmü beyan buyurulmuş ve mü'minlere bu şekilde dua etmeleri tavsiye edilmiştir. Allahû Teâla (cc)'nın anne ve baba ile ilgili bu beş teklifi üzerinde iyi tefekkür etmek gerekir.(172)
1710 Şurası muhakkaktır ki; anne babanın hakkını ödemek göründüğü kadar kolay değildir. Nitekim Ebû Bureyde (ra)'nin babasından şöyle rivayet edilmiştir: "Bir adam annesini sırtına almış, Kâbe-i Şerifi tavaf ettiriyordu. Bu esnada Resûlullah (sav)'ı gördü ve: "Nasıl, annemin hakkını ödeyebildim mi?" diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav)" "Hayır!.. Seni karnında taşırken, bir nefes alma anındaki zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin!"(173) buyurdu. Annenin hakkı hiçbir zaman ödenemez.
1711 İbn-i Abidin: "Bir kimse anne ve babasının şeran günah olan, örfte ayıp ve ar (utanma sebebi) olan bir fiili işlediklerini gördüğünde onlara bir defa bu fena fiili bırakmalarını emreder, kabul ederlerse ne ala!.. Hoş görmezlerse sükût edip bir daha emretmez, fakat onlar için dua ve istiğfar eder"(174) hükmünü zikretmektedir. Dolayısıyla anne ve babayı ("Emr-i Bi'l Ma'ruf, Nehyi Ani'l Münker" yapıyoruz gerekçesiyle) evladların sürekli ikaz etmeleri câiz değildir. Meseleyi bir defa ve çok tatlı bir üslubla anlatmak mümkündür. Bunun da zamanı çok iyi tayin edilmelidir.
D) KOMŞULUK MÜNÂSEBETLERİNİN ÖNEMİ VE MAHİYETİ
1712 Günümüzde; İslâmî eğitimin zaafa uğraması sonucu "Komşuluk Hukuku" unutulmuştur. Bilhassa büyük yerleşim merkezlerinde; aynı apartmanda oturan kimseler dahi, birbirini tanımaz duruma gelmiştir. Halbuki Resûl-i Ekrem (sav): "Komşusu aç olduğu halde, kendi karnını doyuran (onun ızdırabını hissetmeyen) kimse mü'min değildir" buyurmuştur. Dolayısıyla komşuların; birbirlerinin hallerini sormaları (imkan dahilinde yardımcı olmaları) esastır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Cebrail bana komşuyu o kadar tavsiye etti ki; komşunun komşuya varis kılınacağını zannettim"(175) Hadis-i Şerifi; konunun ne kadar hassas olduğunu ortaya koymaktadır.
1713 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin malik olduğu kimselere iyilik edin. Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenen kimseleri sevmez"(176) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse bu ayette; yakın ve uzak komşuya iyilik edilmesi emredilmiştir. Fukahadan bir kısmı; "Bir kimsenin komşusu her yönden kırk hanedir" derken, bazıları da: "Ezan okunduğu zaman o ezanı duyabilen herkes birbirinin komşusudur"tarifini esas almıştır.(177) Hz. Aişe (R.anha) validemiz Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "Yâ Resûlullah!.. İki tane komşum var. Öncelikle hangisine ikramda bulunayım?" sualini sormuştur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Kapısı sana en yakın olandan başla!.."(178) cevabını verir. Dolayısıyla komşulara ihsan hususunda; kapı komşusu diğerlerine tercih edilir.
1714 İslâm dini; komşuya eziyet etmeyi haram kılmıştır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse; komşusuna eziyet etmesin" ve "Komşusu şerrinden emin olmayan kimse, cennete giremez"(179) Hadis-i Şerifleri "Komşu Hukuku'nun" ne kadar hassas olduğunu ortaya koymaktadır.
1715 Hz. Muaz b. Cebel (ra)'den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Komşunun hakkı nedir?" suali tevcih edilmiştir. Bu suali Resûl-i Ekrem (sav) şöyle cevaplandırmıştır. "Senden talep ederse ödünç vermen, yardım isterse, yardım etmen. Hastalanırsa ziyaret etmen. Ölürse, cenazesiyle meşgul olman. Bir hayırla sevinirse, beraber sevinip, tebrik etmen. Bir musibete uğrarsa, onunla birlikte üzülüp, teselli etmen. Tencerende pişenin kokusuyla ona eziyyet vermemen veya ondan bir miktar da ona tattırman. İzni olmadan üstün görünmen veya rüzgarını kesmen için binanı ondan izinsiz yükseltmemen. Aldığın meyvadan ona da vermen veya gizlice evine götürmen. Çocuğunu elindeki yiyecekle kapı önüne çıkartmaman. Size ne söylediğimi anlıyor musunuz? Komşu hakkını; ancak Allah'ın acıdığı az sayıda kimseler yerine getirebilirler"(180) komşuların; sevinç ve kederde birbirlerine ortak olmaları bir mutluluk vesilesidir.
1716 Hastalık, kaza veya ölüm gibi herhangi bir musibet meydana geldiği zaman komşusunu ziyaret etmek, ona yemek hazırlatıp göndermek Resûl-i Ekrem (sav)'in tavsiyelerindendir. Abdullah b. Cafer (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Babam Cafer'in ölüm haberi gelince Resûl-i Ekrem (sav): "Cafer'in ailesi için yemek hazırlayın. Zira onların başına, kendilerini meşgul edecek (yemeği düşündürmeyecek) bir durum gelmiştir. Onlar bu halde (üzüntülerinden) yemek yapamazlar"(181) buyurdu.
1717 Günlük hayatta insanların birbirlerine ihtiyaçları vardır. Genellikle ödünç bir şey almak isteyen kimse; kapı komşusuna müracaat eder. Bu sebeble İslâm fıkhında "âriyet" (ödünç alma) bahsi önemli bir yer tutmaktadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kişinin mutluluğundan birisi de, salih bir komşuya sahip olmasıdır"(182) buyurduğu bilinmektedir. Zirâ ödünç alıp verme genellikle komşular arasında yaygındır. Komşuluk hukukuna riâyet etmeyen ve her an bir kötülüğünden korkulan kimsenin vereceği huzursuzluk, küçümsenecek bir hadise değildir. Nitekim bir atasözünde "ev alma, komşu al" denilmiştir.
E) YETİMLERİN VE KİMSESİZLERİN KORUNMASI VÂCİPTİR
1718 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları faydalı ve iyi hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız, (unutmayınız ki) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah (yetimlerin) salahına çalışanları da (onların mallarında ve hallerinde) fesadlık yapanları da bilir. Eğer Allah dileseydi sizleri zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir. Tam hüküm ve hikmet sahibidir"(183) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayet-i Kerim'de geçen "Yetâmâ"; yetimin çoğuludur. Yetim; tek kalma anlamına gelen "yetem"den alınmıştır. Babası ölmüş kimseye; babasından ayrı ve tek kaldığı için yetim denilmiştir.(184) Hz. Ali (ra)'nin "Büluğa erdikten sonra yetimlik kalkar" buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla yetimlik; büluğa erme noktasında sona erer. Cahiliye döneminde; yetimlerin mallarına el koymak ve onları ezmek suç sayılmıyordu. Esasen hak için sadece kuvvetli olmayı ölçü alan ve "kuvvetli olan haklıdır" sloganının arkasına sığınan her ideolojide durum aynıdır.
1719 İbn-i Abbas (ra)'dan gelen bir rivayete göre; cahiliye devrinde kız çocuklarına, kadınlara ve küçük yaştaki erkek çocuklara mirastan pay verilmezdi. Birgün ensardan Hz. Ass bin Sabit (ra) öldü ve geride iki kız ile bir küçük oğlan çocuğu bıraktı. Hz. Ass (ra)'ın iki amca oğlu gelerek mirasının tamamını aldılar. Karısı: "hiç değilse kızlarıyla evlenmelerini teklif etti, ancak bu teklifini kabul etmediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav)'e müracaat ederek, durumu beyan etti.(185) Kısa bir süre sonra şu Âyet-i Kerîmeler inzal buyuruldu: "Anne ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından, erkeklere, anne ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara (azından da, çoğundan da) farz kılınmış birer nasib olarak hisseler vardır. Miras taksim olunurken (mirascı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunurlarsa, kendilerine ondan (bir şey vererek) rızıklandırın. (Gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin. Arkalarında âciz bir küçük çocuklar bıraktıkları takdirde onlara (halleri ne olacak diye düşünüp) endişe edenler (himayeleri altındaki yetimler ve diğer mirascılar hakkında da aynı hissi taşımaktan) saygı ile korksunlar. Allah'tan sakınsınlar. Sözü dosdoğru söylesinler. Hakikat; yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir"(186) Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Ass (ra)'in amca oğullarını çağırtarak: "Mirasa dokunmayacaksınız!.. Zira Allahû Teâla (cc) şu anda bana erkeğin de kadının da mirasta payları olduğunu vahyetti" buyurdu."(187)
1720 İmam Fahrüddin-i Razi şunları zikrediyor: "Hakikat, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir" âyetinde, Allah (cc) yetim mallarını yiyenler hakkında cezanın şiddetini ortaya koyarak, yetimler üzerindeki rahmetinin büyüklüğünü beyan etmektedir.(188) Esasen zayıfı himaye etmek; mü'minlerin önemli özelliklerindendir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minlerin evlerinin en hayırlısı, içinde yetime iyilik edilen evdir. Evlerin en şerlisi de içinde yetime kötülük edilen evdir"(189) buyurduğu bilinmektedir. Diğer bir Hadis-i Şerif'te: "Kim bir yetimin başını Allah rızası için okşarsa, elinin değdiği her kıl için kendisine sevap verilir. Ve kim yanında bulunacak kız veya erkek bir yetime iyilik ederse ben onunla cennette şu iki parmak gibi (yan-yana) olurum"(190) buyurmuştur.
1721 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yetimin malına yaklaşmayınız!.. Ancak büluğa erinceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilirsiniz)"(191) hükmü beyan buyurulmuştur. Sahabe-i Kiram; bu nasslar karşısında, yetimlerin mallarından ellerini tamamen çekti!.. Hatta öyle ki; yetimin tabağından artan yemeği dahi yemekten korktular. Evlerinde yetim bulunanlar, onun yiyecek ve içeceğini ayırdılar, ona ayrı bir ev tahsis ettiler. Bu durum; mallarını çalıştırmaktan aciz olan yetimlerin aleyhinde olduğu gibi, yetim sahiplerine de güç gelen bir işti. Hatta Abdullah b. Revâha (ra) Hz. Peygamber (sav)'e: "Yâ Resûlullah!.. Hepimiz yetimleri oturtacak ayrı bir eve, sahip olmadığımız gibi, onlara ayrı yiyecek ve içecek verecek kudrete de sahip değiliz" diyerek mazeret beyanında bulundu. Bunun üzerine; yetimlerin mallarını faydalı ve iyi bir hale getirmenin daha hayırlı olduğunu ve güzel bir biçimde kullanmanın vebal olmayacağı bildirildi.(192) Dolayısıyla yetimin velisi; şer'i hududlara riayet ederek onun malını çalıştırabilir veya kendi malına katarak şirket kurabilir. Yetimin faydası neyi gerektiriyorsa, onu yapmak müstehabtır.(193) Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) bir hutbesinde: "Dikkat ediniz!.. Yetim malını kim idaresinde bulundurursa, o malla yetim için mudaraba yapsın. Malı kendi haline bırakmasın, yoksa zekât onu bitirir"(194) buyurmuştur.
1722 Yetimin malını muhafaza etmek vâciptir. Eğer yetimin velisi zengin ise; o maldan, kat'iyyen ihtiyacı için harcamada bulunamaz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yetimleri nikâh (zamanın)a kadar (gözetip) deneyin. O vakit; kendilerinde bir akıl ve salah gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de ellerine alacaklar) diye, bunları israf ile tez elden yemeyin. Kim zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise, o halde örfe göre (birşey) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şahid bulundurun. Tam bir hesap sorucu olmak bakımından ise Allah yeter"(195) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şabi: "Bir kimse, zaruret halinde nasıl ölü etini yiyebiliyorsa, yetim malını da ancak öyle bir ihtiyaç anında yiyebilir. İmkan olunca, tekrar o malı yerine koymalıdır" buyurmuştur. Âyet-i Kerîme'de geçen "Rüşd" kelimesi; belirsiz isim olarak kullanılmıştır. Hanefi fûkahası; "çocuğun rüşde ermesi malı tasarruf edebilme, koruyabilme ve ticaret yapabilme kabiliyetinin teşekkül etmesidir" hükmünde müttefiktir.
1723 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yetimlere (rüşde erince) mallarını verin. Temizi, murdara değişmeyin. Onların mallarını, kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu muhakkak ki büyük bir günahtır"(196) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayetteki "Habis" ve "Tayyib"den maksad; helâl ve haram olandır. Yani helâl malınızı bırakıp onların size haram olan mallarından yemeyiniz manasına gelir.(197) Bazı müfessirlere göre; "Habis" ve "Tayyib" den maksad, iyi ve kötü olandır. Bazı insanlar, yetimin şişman olan koyununu alır, yerine zayıf koyun verirler. "İşte koyununun yerine koyun" derlerdi. Yahut yetimin değerli olan parasını alır, yerine değersiz paralar verirlerdi. Ayrıca "işte o da dirhem, bu da dirhem" derlerdi.(198) Bütün bunlar yasaklanmıştır.
1724 Yetimlerini korumayan toplumlar; her türlü musibete hazır olmalıdırlar. Zira Allahû Teâla (cc) Fecr Sûresi'nde insanların başına gelen musibetlerin sebeblerini beyan ederken: "Hayır!.. Siz bilakis yetime ikramda bulunmazsınız"(199) buyurmuştur. Bu bir anlamda; Allahû Teâla (cc)'nın kendisine zenginlik ihsan ettiği kimseden beklediği bir vecibedir. Yetime ikramda bulunmak esastır.(200) Bunun için mutlaka o yetimin velisi olmak gerekmez. Yetimlerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak, güzel sözlerle onların gönüllerini almak, memnun etmek bir muaşeret kaidesidir.(201) Bütün bu hususlarda; sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızasını gözetmek, mü'mine has bir edebtir.
1725 Allahû Teâla (cc)'ya ve ahiret gününe inanan müslümanlar; miskinlere, yetimlere, esirlere, borçlulara ve hapsedilmiş kimselere yardım ederler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yemeğe olan sevgilerine rağmen; yoksulu, yetimi, esiri doyururlardı. "Biz size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz!.. Çünkü biz Rabbimizden, o suratların ekşiyeceği çetin günden korkarız" derlerdi. İşte bundan dolayı Allah, o günün şerrinden onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (yüreklerine) sevinç vermiştir"(202) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse mü'minin; yetime, yoksula ve esire, niçin yardım elini uzatması gerektiği gayet açık bir şekilde beyan buyurulmuştur. Müfessirler; boçluların ve hapse düşmüş kimselerin de, bu ayetin hükmüne dahil olduğu kanaatindedirler.(203) Esasen zulmen hapsedilmiş her müslüman "esir" hükmündedir. Günümüzde esir düşen binlerce müslüman vardır.
1726 Şurasını unutmamak zorundayız ki; alemlere rahmet olarak gönderilen Resûl-i Ekrem (sav) bir yetimdi. Kim yetimi korursa; cennette ona komşu olur!..(204) Yetimlerin mallarını gasbeden ve onlara haksızlık edenlere gelince: Hz. Ebû Said El Hudri (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resûl-i Ekrem (sav) bana Mirac'a götürüldüğü geceyi anlattı. Buyurdu ki: "Baktım, dudakları deve dudaklarına benzeyen bir topluluğun yanındayım. Başlarında bulunan biri, bunların dudaklarını tutuyor, ağızlarına ateşten bir taş parçası koyuyor. Ağızlarından atılan bu taş, aşağılarından çıkıyor. Bunların bir bağırışı bir inleyişi var ki (çok acı), Cebrâile bunların kim olduğunu sordum: "Bunlar yetimlerin mallarını zulüm ile yiyenlerdir" dedi"(205)
F) İNFAK VE İHSANDA DİKKAT EDİLECEK ESASLAR:
1727 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların mallarında sâilin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır"(206) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi mal imtihan için verilmiştir. Mü'minlere; malları ve canlarıyla cihad etmeleri; ebedî olan ahiret hayatına hazırlanmaları emredilmiştir. İnfak ve ihsan için aranan ilk şart imandır. Nitekim Hz. Aişe (R.anha)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te, bu mahiyet açıkça beyan edilmiştir: Bir gün Hz. Peygamber (sav)'e: "Yâ Resûlullah!.. Cahiliyye devrinde Abdullah İbn Ced'an, misafiri ağırlar, akrabayı ziyaret eder, köleleri kölelikten kurtarır, komşuya iyilik ederdi. Bunların kendisine bir faidesi olur mu?" diye sordum. Resûl-i Ekrem (sav): "Hayır!.." dedi. "O hiçbir zaman "Allahım, ceza gününde beni bağışla" demedi." Yine Hz. Enes b. Malik (ra)'den şöyle rivayet edilmiştir: Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu: "Kıyamet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: "Baksana!.. Dünya dolusu malın olsaydı (şu azabtan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?" O kimse azabın şiddetini gördüğü için: "Evet verirdim" der. Allahû Teâla (cc) şöyle buyurur: "Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay birşey istemiştim. Henüz ruhlar aleminde iken, bana hiçbir şeyi ortak koşmaman hakkında senden mîsak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan (şirkten) başka birşey kabul etmedin."(207)
1728 Mü'minler; infak ve ihsanı, sevdiği şeylerin en güzelinden yapmak durumundadırlar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş (Birr-i taat etmiş) olamazsınız. Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilicidir"(208) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme inzal buyurulunca, Sahabe-i Kiram çok etkilendi. Ensarın en zenginlerinden Hz. Talha (ra), mescidin karşısında bulunan"Beyraha" denen bahçesini(209), Hz. Ömer (ra) malının en iyisi olan "Hayber"deki hurmalığını infak etmiştir. Abdullah İbn-i Ömer (ra) bu ayet inince, çok sevdiği rum cariyesini azad etmiş ve: "Eğer bundan daha çok sevdiğim birşey olsaydı, onu tasadduk eder, bununla evlenirdim" demiştir.(210) Halife Ömer b. Abdülaziz (ra) çuvallarla şeker aldırıp, halka dağıtmasıyla tanınır. Kendisine: "Bu şekere verdiğin parayı infak etsen" teklifinde bulunanlara: "Hayır ben şekeri çok seviyorum. Çok sevdiğimi infak etmem tavsiye olundu" cevabını vermiştir.
1729 İnfakta nelere dikkat edilmelidir?: Sahabe-i Kiram'dan Hz. Amr b. Camûh (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'e mallarını ne şekilde infak etmesi ve öncelikle kime vermesi gerektiğini sorar!.. Bunun üzerine: "Onlar, hangi şeyi (ve kimlere) infak edeceklerini sana sorarlar. De ki: "Maldan vereceğiniz nafaka öncelikle annenin, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, İbn-i Sebil'in (yolcunun misafirin) hakkıdır. Her ne hayır işlerseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükafatını veren) dir."(211) Âyet-i Kerîmesi nazil olmuştur. Hz. Cabir (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav) "infak" hususunda: "Evvela kendinden başla (ihtiyacını karşıla). Şayed birşey artarsa ailene, ailenden de birşey artarsa akrabana ver!.. Akrabana verdikten sonra da birşey artarsa şöyle ve şöyle yap" buyurdu. Ve "Önünde, sağında, solundaki muhtaçlara ver" diye işaret etti..."(212) haberi önemlidir. İnfak ederken; bu sıraya riayet etmek edebe ve sünnete uymak açısından önemlidir.
1730 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. (Allah yolunda) infakı kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan verin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek âdî, bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir, asıl hamde layık olan O'dur"(213) hükmü beyan buyurulmuştur. Haram yolla elde edilen ve güzel olmayan şeylerin infak edilmemesi emredilmiştir.(214) Mü'minler; kazandıklarının en güzellerini infak etme durumundadırlar.
1731 İnsanın fıtrî hallerinden birisi de; iyilik gördüğü kimseyi sevmek, kötülük gördüğünden de uzaklaşmaktır. Bu esasen her canlıda bulunan bir meziyettir. Fakat bazen öyle iyilik edenler olur ki; yaptığı iyiliği başa kakarak insanı: "Keşke iyiliği yapmasaydı" dedirtecek noktaya götürür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mallarını (Allah yolunda) harcayıp da, sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) Onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değildir onlar"(215) buyurulmuştur. Yapmış olduğu iyiliği her fırsatta gündeme getiren ve karşısındakinin hislerini rencide eden kimse, "infakını iptal etmiş" hükmündedir. Zirâ iyiliği başa kakmayan ve diliyle ezâ vermeyenler için korku kaldırılmıştır.(216) Diğerlerinin durumuna gelince!.. Allahû Teâla (cc): "İyi (güzel) bir söz veya bir ayıbı örtme; ardından eziyyet gelen (başa kakılan) bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının sadakalarından) müstağnidir. Halimdir"(217) hükmünü beyan buyurmuştur. Esasen; güzel bir söz veya bir ayıbı örtmek için, mutlaka zengin olmak gerekmez. Her mü'min (zengin veya fakir) bu salih ameli eda edebilir.
1732 Sahabe-i Kiram'ın zenginleri; infak edecekleri vakit, genellikle gece karanlığından faydalanmışlardır. Buna imkan bulamazlarsa; fakir kimse uyurken, infak edeceklerini yanında bırakıp, oradan hızla uzaklaştıkları da olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmasın"(218) tavsiyesi, nafile olan sadakaların tamamı için geçerlidir. Ancak zekâtın açıktan verilmesinde bir mahzur yoktur. Hatta açıktan vermek daha efdaldir. Çünkü zekât; kulun kendi iradesine bırakılmamış, ibadet olarak emredilmiştir. Bu konuyu zekât bahsinde izah etmiştik.(219)
1733 Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olamazlar. (Hallerini) Bilmeyen; iffet ve istiğnalarından (hallerini gizlemelerinden) dolayı onları zenginlerden sanır. Sen (habibim) o gibileri simalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de, bir şey istemezler. Siz (hak yolunda) ne mal harcarsanız, şüphesiz Allah onu hakkı ile bilendir"(220) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in gerçek fakiri tarifi şu şekildedir: "Asıl fakir; ortalıkta dolaşıp dilenen, kendisine bir-iki hurma veya lokma veya bir ekmek parçası verilen kimse değildir. Kendisine yetecek kadar rızık bulamayan, hali bilinmediği için sadaka da verilmeyen, kimseden de bir şey talep etmeyendir."(221)
1734 Hz. Ebû Hureyre (ra) infakın gizli yapılmasıyla ilgili olarak Resûl-i Ekrem (sav)'den şunu rivayet etmiştir: "Bir adam: "Ben bu gece sadaka vereceğim" dedi. Sadakasını geceleyin götürdü, bir fahişenin avucuna koydu. Sabahleyin bu durumu görenler: "Sen farkına varmadan fahişeye sadaka verdin" dediler. Adam: "Yâ Rabbi; fahişeye (sadaka) verdiğim için sana hamdolsun. Bu gece de sadaka vereceğim" dedi. Götürüp, farkına varmadan bir zenginin avucuna koydu. Sabahleyin insanlar: "Sen yine farkına varamadın, zengine sadaka verdin" dediler. Adam: "Yâ Rabbi!.. Zengine (sadaka) verdiğim için sana hamdolsun, bu gece yine sadaka vereceğim" dedi. Bu sefer de; gece karanlığında sadakasını bir hırsızın avucuna koydu. Bu sefer insanlar: "Sen geceleyin farkına varmadan hırsıza sadaka verdin" demeye başladılar. Adam: "Allahım!.. Fahişeye de, zengine de, hırsıza da verdiğim sadakadan sana hamdolsun" dedi. Ona gizliden şöyle denildi: "Senin sadakan kabul edildi. Sadaka verdiğin kimselere gelince; belki fahişe uslanır, fuhuştan vazgeçer. Zengin ibret alır da, o da Allah'ın kendisine verdiğinden verir ve belki hırsız da, bu işten vazgeçip tevbe eder"(222) Dikkat edilirse buradaki incelik; ihlasla yapılan infak hadisesidir. Velev ki; sadaka ehil olmayan kimselere verilse dahi, gizlilik ve ihlas korunduğu müddetçe netice alınabilir. Fakat asıl olan; Allahû Teâla (cc) yoluna kendini vakfeden ve hiç kimseden birşey talep etmeyen fakirlere "infak etmek"tir.
1735 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Veren el alan elden daha hayırlıdır"(223) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü'minler infak etmeye gayret etmelidirler. "Alan el" durumuna düşmemek için; gece-gündüz çalışmak icab eder.
G) GAYR-I MÜSLİMLERLE İLİŞKİLERDE DİKKAT EDİLECEK ESASLAR
1736 Mü'minlerin; kendi içlerinden bir "Ulû'lemr" seçmelerinin sebebi, İslâm'ın emirlerini hakkı ile eda etmektir.(224) Hanefi fûkahası: "Emaneti yüklenmek sûretiyle insanın kanının masum (dokunulmaz) kılındığını, ancak irtikap ettikleri bir kötülük sebebiyle öldürülebileceğini" esas almıştır. Cihad; kafirlerin şerlerini defetmek ve mukavemetlerini kırmak için meşru kılınmıştır.(225) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Müşrikler sizinle nasıl topyekün harb ediyorsa, siz de onlarla topyekün harb ediniz"(226) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla savaşın sebebi; kafirlerin İslâm'a karşı giriştikleri mücadeledir.(227) Esasen "Cihad ve Siyer" kısmında bu konu üzerinde durmuştuk. Şimdi Darû'l İslâm'da; gayr-i müslimlerle olan ilişkiler üzerinde duracağız.
1737 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlarla iyilik ve adaletle muamele etmenizden (Allah) sizi menetmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Allah sizi; ancak sizinle din hususunda muharebe etmiş, sizi yurdlarınızdan çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder. Kim onları dost edinirse, işte bunlar zalimlerin ta kendileridir"(228) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'nin Hz. Ebû Bekir (ra)'in kızı Esma'nın bir suali üzerine nazil olduğunu kaydetmektedirler. Hz. Esma (R.anha) gayr-i müslim olan annesiyle ilişkisinin nasıl olacağını sormuştur. Dolayısıyla müslümanlarla savaşmayan veya İslâm'ın düşmanlarına yardımcı olmayan gayr-i müslimlerle ilişki câizdir.(229) Resûl-i Ekrem (sav) yahudilerden bir çocuğun, ağır hasta olması üzerine ziyaretine gitmiş, baş ucuna oturup: "Müslüman ol" teklifinde bulunmuştur. Bu teklif üzerine çocuk, baş ucunda duran babasına bakmış, babası da: "Teklife icabet et!" deyince müslüman olmuştur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Çocuğu ateşten kurtaran Allahû Teâla (cc)'ya hamd olsun" diye sevincini izhar etmiştir.(230)
1738 Darû'l İslâm'da (Şer'i devlette) ikamet eden gayr-i müslimlerin; can, mal, akıl, nesil ve din emniyetlerini sağlamak "Ulû'lemr'in" görevidir. Tabii ki; mü'minlerin de ona yardımcı olmaları esastır. Resûl-i Ekrem (sav): "Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine; müslümanların aleyhine olan şeyler, onların da aleyhinedir"(231) buyurmuştur. Hz. Ömer (ra); zimmilerin (İslâm devletinin teb'ası gayr-i müslimlerin) muhtaç, hasta ve ihtiyarlarına maaş bağlamıştır.
1739 Bir gün Yahudiler'den beş-on kişilik bir gurup Resûl-i Ekrem (sav)'in yanından geçerken "Essâmü Aleyküm" (Allah seni helak etsin) şeklinde selâm verirler. Hz. Aişe (R.anha) validemiz, hırsla: "Ya Resûlullah, bunlar sana "Essâmû Aleyküm" dediler" diyerek uyarır. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Mülayim ol (hırsını yen) yâ Aişe!.. Allahû Teâla (cc) bütün işlerde yumuşaklığı sever" buyurur. Hz. Aişe (R.anha): "Ama, dediklerini işitmedin mi?" diye sorunca, Resûl-i Ekrem (sav): "Evet! Bende onlara "Ve Aleyküm" (üzerinize olsun, siz helak olun) demiştim ya!.."(232) buyurur. Dikkat edilirse; Yahudilerin, sözden öteye geçmiyen sataşmalarına Resûl-i Ekrem (sav) mülayemetle karşılık vermiştir. Ancak Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra; gayr-i müslimlerin O'na dil uzatmasına müsaade edilmez. Çünkü bu fiilde; müslümanların din emniyetini tahrip arzusu vardır. Müslümanlar da ahidle bağlanmış gayr-i müslimlerin inançlarına hakaret etmezler. Düşünce ve inanç hürriyetleri sabittir. Zimmi'nin gıybetini yapmak dâhi haramdır. Hiç kimse; onların dinlerine karışamaz. Hatta zimminin şarabını telef eden kimse, ücretini vermek zorundadır.(233)
1740 Gayr-i müslimlerin (zimmilerin); müslümanlar gibi giyinmelerine müsaade edilmez. Ulû'lemr; onların sarık sarmalarını yasaklar.(234) Ancak onlar başlarına; tepesi sivri, takke (kalensöve) koyabilirler.
1741 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler; mü'minleri bırakıp da kafirleri dostlar (veliler) edinmesinler. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiçbir şey (hiçbir yardım) yoktur. Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı, sakınmış olasınız. Allah size (asıl) kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah'adır"(235) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet; mü'minlerin kafirleri, kendi işlerini yürütmek üzere veli (amir) tayin etmelerini yasakladığı gibi, onlarla sevgi bağı kurmalarını da yasaklamıştır.(236) Yine başka Âyet-i Kerîme'de: "Ey iman edenler!.. Yahudileri de, Hristiyanları da kendinize dost (ve üstünüze hakim) edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin velîleridir. İçinizden kim onları dost (ve hakim) edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zalimler gürûhuna muvaffakiyet vermez"(237) buyurulmuştur. Hanefi fûkahası: "Kafirlerin mü'minler üzerinde velâyet hakları yoktur"(238) hükmünde ittifak etmiştir. Velâyetten kasıd; siyasi otoritedir. "Vâli" kavramı da; aynı kökten gelir. Emir ve nehiy yetkisi olan, hükümleri tatbik eden kimse manasınadır.
1742 Allahû Teâla (cc) insanların kalblerinden geçirdiklerini de bilir. Son yıllarda bazı çevreler; "İnsan Hakları" gerekçesiyle, İslâm'ın düşmanlarına şirin görünme hastalığına tutuldular. Halbuki onların "İnsan Hakları" edebiyatı; sadece kendi inançlarında olan insanları içine alır. Nitekim Hıristiyan ve Yahudilerin durumları da öyledir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yahudi ve Hristiyanlar; sen onların milletine (dinine) tabi olmadıkça, onlar senden razı olacak değiller"(239) hükmü beyan buyurulmuştur. Kıblenin değişmesi (Mescid-i Aksa'dan, Mescid-i Haram'a çevrilmesi) Yahudileri oldukça rahatsız etmiş, bazı ileri gelenleri "Niçin Mescid-i Aksa'ya dönmüyorsunuz, belki biz de sizin peygamberinizi tasdik ederiz" demeye başlamışlardı. Halbuki kalblerindeki kini, Allahû Teâla (cc) biliyordu. Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Küfür tek bir millettir"(240) hükmü; ilişkilerin temelini teşkil eder! İslâm milletine karşı savaş açmayan ve onlarla sulh içinde yaşamak isteyen gayr-i müslimlerle; "Zimmet Akdi" çerçevesi içerisinde, ilişki kurmak câizdir, kurulabilir.
1743 Darû'l İslâm'da; bir müslüman, kasden ve teammüden bir gayr-i müslimi (zimmiyi) öldürürse kısas cezasına çarptırılır.(241) Zirâ Resûl-i Ekrem (sav) zimmet ehlinden bir gayr-i müslimi öldüren kimseye kısas cezasını tatbik etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Elbette ben, benim zimmetim altında bulunanların hakkını almaya en layığım"(242) Zimmet ehlinin cizye vermesinin sebebi; malları bizim mallarımız, kanları bizim kanlarımız gibi olması içindir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kafire karşılık mü'min öldürülmez" hadisi; zimmet akdi imzalamayan harbilerle ilgilidir. Dolayısıyla bir müste'men (emanlı), zimmet akdi imzalamayan bir harbiyi öldürürse, kısas cezası tatbik edilmez. Çünkü harbinin kanı masun değildir. Sonuç olarak; gayr-i müslimler, ahidlerine sadık kaldıkları süre içerisinde, bütün emniyetlerine haizdirler.
1744 Müslümanlarla savaşmayan veya İslâm'ın düşmanlarına yardımcı olmayan gayr-i müslimlerle; iyi ilişkiler kurmak câizdir. Ancak onların müslümanların başına yönetici olmasına müsaade edilmez. Bu sebeble ûlema; gayr-i müslimin emrinde çalışmanın mekrûh olduğunu esas almıştır.
H) ÖĞRETMEN-ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİNDE ÂDAB-I MUÂŞERET
1745 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler birbirlerinin kardeşidirler"(243) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla her türlü ilişkide; "Kardeşlik Hukuku" ön planda olmalıdır. Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerini öğrenme ve öğretme hayırlı bir ameldir. Bu sebeble; hem öğretmenin, hem öğrencinin dikkat etmesi gereken bazı kaideler vardır. Önce öğretmenin vasıfları üzerinde duralım.
1746 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse bildikleriyle amel ederse, Allahû Teâla (cc) o kimseye bilmediklerini öğretir"(244) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla ilim; salih amel için zaruridir. Bildikleriyle amel etmeyen muallim (öğretmen); Allahû Teâla (cc)'nın gazabına hedef olur.(245) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz! Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğza davet etmiş olma noktasında, Allah indinde büyüdü"(246) buyurulmuştur. Ayette geçen "Makt"; gazaba yakın buğz manasınadır. Resûl-i Ekrem (sav)'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Miraca çıkarıldığım gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir topluluğun yanına geldim. Bunlar kimdir diye sordum. Dediler ki: "Bunlar dünyada iyiliği emreden, kendi nefislerinde yaşamayanlardır."(247)
1747 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kendiniz bilip dururken, hakkı batıla karıştırıp da, hakikati gizlemeyin. Dosdoğru namaz kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin. Siz insanlara iyiliği emredersiniz de, kendinizi unutur musunuz!.. Halbuki kitapta okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"(248) hükmü beyan buyurulmuştur. Âyet-i Kerîmeler üzerinde iyi tefekkür edilirse, meselenin mahiyeti kavranır. Hakkı batıla karıştırıp, hakikati gizlemek ne büyük bir zulümdür. Kur'ân-ı Kerîm'in mahiyetini ve Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini bildikleri halde: "Bu beklenen peygamber değildir" diyen ehl-i kitap ûlemaya hitap sözkonusudur.(249) Ancak hüküm; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri gizleyenlerin tamamını içine alır.
1748 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Hakikat indirdiğimiz o açık açık ayetlerimizi ve doğruyu -biz kitapta insanlara onu pek âşikâr bir sûrette bildirdikten sonra- gizleyenler (yok mu?) işte onların hali!.. Onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet etmek şanından olanlar lanet eder"(250) hükmü beyan edilmiştir. Ayetteki "Yektûmune" lafzı; ketm etmek, gizlemek manasınadır. Ebû Hureyre (ra) "Hakikat indirdiğimiz o açık açık ayetlerimizi ve doğruyu gizleyenler yok mu?" ayeti olmasaydı, ben hiçbir hadis nakletmezdim" buyurmuştur. Şer'i ilimleri gizlemenin câiz olmadığı sabittir.(251) Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bildiği şeyden sorulup da gizleyen kimseyi Allahû Teâla (cc) kıyamet gününde ateşten bir gemle gemleyecektir"(252) hadisi, meselenin ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
1749 Muallim (öğretmen); karşısındaki kimsenin anlayış kaabiliyetini tesbit edip, ona göre davranmak mecburiyetindedir. Resûl-i Ekrem (sav) bütün peygamberlerin, insanların seviyesine inip, onların anlayabileceği şekilde tebliğde bulunduklarını beyan etmektedir. Esasen "muallim" kavramının mahiyeti de bunu gerektirmektedir. İmam-ı Gazali; anlaşılmayan kelimelerden ve üstü kapalı ibarelerden uzak durulması gerektiğini şu şekilde izah etmektedir: "Bu gibi sözlerde bir fayda yoktur. Çünkü bu sözler kalbi bulandırır, aklı şaşırtır, zihinleri hayrete düşürür veya dinleyenleri murad olunmayan manaları anlamaya sevk eder de, herkes kendi kaabiliyetine göre tevillerde bulunur. Halbuki Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz bir cemaate anlayamayacağı şekilde hitap ederse, o söz (anlamadıkları için) cemaatte fitne uyandırır"(253) Dolayısıyla muallimin; karşısındakilerin seviyesini çok iyi tesbit etmesi esastır.
1750 Biraz önce de üzerinde durduğumuz gibi; muallim (öğretmen), "takva ehli" olmak durumundadır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar (takva sahipleri) bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarından afvederek geçenlerdir. Allah iyilik edenleri sever. Ve çirkin bir günah işledikleri vakit Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarından yarlığanmalarını (affedilmesini) isteyenlerdir. Günahları Allah'tan başka kim yargılar? Bir de onlar (takva sahipleri) işledikleri günah üzerinde, bilip dururken ısrar etmeyenlerdir"(254) buyurulmuştur. Mü'minlerin bu vasıfları elde etmek için gayret sarfetmeleri gerekir. Ancak muallimler (öğretmenler); mutlaka öfkelerini yenen ve öğrencilerinin kusurlarını affeden bir mizaca sahip olmalıdırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gerçek pehlivan, güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman öfkesine hakim olan kimsedir"(255) hadisi, meselenin inceliğini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. İnsanın kendi nefsini ilgilendiren konularda af yolunu seçmesi büyük bir meziyettir. Ancak Allahû Teâla (cc)'nın hukukunun ihlal edildiği noktalarda; sırf "Allah için" buğz etmek, ihlasın tabii bir sonucudur. Dolayısıyla yeryüzünde; heva ve heveslerine uyarak İslâm'a karşı ayaklanan güçlere sırf "Allah Rızası" için buğz etmek her mü'minin görevidir.
1751 İlim elde etmek için gayret eden kimse; öğretmenlerine karşı ne kadar saygı gösterse azdır. Çünkü ilim; ebedi ahiret hayatını kazanmak noktasında bir vasıtadır. Bilindiği gibi alimler, peygamberlerin varisleridirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de kendilerine itaat edilmesi emredilen "Sizden olan Ulû'lemr" tabiri izah olunurken; bunun ûlema olduğu beyan edilmiştir.(256) Dolayısıyla öğrenci; öğretmenine karşı saygı ve itaatte kusur etmemelidir.
MÜSLÜMALARI ZİYARET HUSUSUNDA DİKKAT EDİLECEK ESASLAR 1752 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Kendi evlerinizden (ve odalarınızdan), başka evlere (ve odalara) sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm da vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünürsünüz!.. Eğer orada (evlerde) bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayed size "Geri Dönün" denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah ne yaparsanız hakkı ile bilendir"(257) hükmü beyan buyurulmuştur. Ayette geçen "Testenisû" lafzı; isti'nas kökünden gelen bir fiildir. Bu "İsti'zan" kelimesinden daha şumullüdür. Dolayısıyla önce ünsiyet peyda edip; randevu isteyerek ziyarete karar vermek gerekir. Cahiliye döneminde araplar; ev sahiplerinden izin almadan girerlerdi. Bu hal; aile mahremiyetine indirilmiş bir darbe özelliği taşıyordu. Ev sahiplerine manevi bir eziyetti.(258)
1753 Ayetin zahiri; selâm vermeden önce izin istemeye delalet eder. Bazı alimler de bu ayetin zahiri ile hükmetmişlerdir. Fakihlerin cumhuru ise; "önce selâm verilecektir, sonra da izin istenecektir" görüşündedir. Hatta İmam Nevevi: "Sahih ve muhtar olan önce selâm, sonra da izin istemektir. Çünkü Resûlullah (sav): "Evvela selâm, sonra kelâm" buyurmuştur" der. Cumhur, Beni Amir'den rivayet olunan: "Resûlullah (sav) evde iken, kapının önüne gelen bir kişi, ben eve gireyim mi?" der. Resûlullah (sav) hizmetçisine: "Sen çık dışarıya da, şu adama izin istemeyi öğret ve ona de ki: Esselâmü Aleyküm!.. Ben içeri gireyim mi?" hadisini delil alarak, selâmın izin isteğinden önce verilmesine hükmeder. Bir başka delilleri Ebû Hureyre (ra)'den rivayet olunan: "Resûlullah (sav) selâm vermeden izin isteyen birisine: "Selâm vermeden izin istemeyin" buyurmuştur hadisidir. Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet edilmiştir: Babam beni İbn-i Ömer'e gönderdi. Evine vardım "İçeri gireyim mi?" dedim. "Gir" dedi. İçeriye girdikten sonra: "Merhaba ey kardeşimin oğlu. Bundan sonra eve varınca "gireyim mi?" deme, evvela selâm ver. Selâmı aldıktan sonra, girmek için izin iste. Girmen için izin verildiği zaman da içeri gir" dedi. Rivayete göre Hz. Ömer (ra) Resûlullah (sav)'ın yanına gittiği zaman önce selâm verir, sonra da: "Ömer içeri girsin mi?" diyerek izin isterdi. Bazı alimler bu meseleyi şöye açıklamışlardır: Ziyarete giden adam, gittiği evde içerde birisini görürse önce selâm verir. Sonra girme izni ister. Şayed kimseyi göremezse önce izin ister, içeri girdikten sonra selâm verir. Maverdi"nin tercih ettiği görüş de budur. Bu görüş kendi içinde; hem cumhurun delil aldığı hadisleri, hem de ayetin mefhumunu bir araya toplamıştır.(259) Bugün kapıyı veya zili çalmak; giriş için izin istemeye delâlet eder.
1754 Cahiliye döneminde "selâmlaşma" adeti mevcuttu. Hristiyanlar ellerini ağızlarına ve alınlarına götürerek selâmlaşırken; Yahudiler parmak işaretleri ve baş eğip, kıçını kırmakla (reveransla), mecûsiler iki büklüm eğilmekle, müşrik araplar da, Allah uzun ömürler versin manasına "Hayyak'allah" diyerek, bu işi yaparlardı.(260) Resûl-i Ekrem (sav) bu selâmlaşma şekillerinin hiçbirini kabul etmemiştir.
1755 MÜ'MİNLER ARASINDA SELAMIN YAYILMASI ŞARTTIR: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir selâm ile selâmlandığınız vakit; siz ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu aynı ile karşılayın. Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını hakkı ile arayandır"(261) hükmü beyan buyurulmuştur. "Selâm"; "Seleme" fiilinden masdar olup, her türlü ayıp ve fenalıktan uzak olmak manasınadır. Tahıyye ise: "Hayye" fiilindendir. Hayatın bereketli ve uzun olması duadır. Aynı zamanda selâm manasına gelir. Resûl-i Ekrem (sav): "Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız. Ben size birşey göstereyim mi!.. Eğer bunu yaparsanız birbirinizi seversiniz. Aranızda selâmı ifşa ediniz (Yayınız)"(262) emrini vermiştir.
1756 Kur'ân-ı Kerîm'de "selâm" ın lafızları belirlenmiştir. Buna göre; bir müslüman, diğerine "Selâmûn Aleykûm" veya "Es-Selâmûn Aleykûm" şeklinde selâm verecektir. Her iki şekilde de selâm verilebilir ama, Fahruddin-i Razi'nin dediği gibi lamsız olarak: "Selâmû Aleykûm" demek daha efdaldir. Çünkü meleklerin mü'minlere selâmı "Selâmûn Aleykûm" şeklindedir.(263) Bir müslüman diğerine "Selâmûn Aleykûm" derse; selâmı alan kardeşi "Ve Aleykûm Selâm ve Rahmetûllahi" demelidir. Eğer selâm veren "Selâmûn Aleykûm ve Rahmetûllah" demişse, selâmı alan müslüman: "Ve Aleykûm Selâm ve Rahmetûllâhi ve Berekâtuhû" şeklinde cevap vermelidir. Selam veren "rahmet" ve "berekât" lafızlarını söylerse, aynı ile mukabelede bulunulur. Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Adem (as) ile melekler arasındaki selâmlaşmanın bu şekilde cereyan ettiğini haber vermiştir.(264)
1757 Herhangi bir meclise girerken selâm verildiği gibi; o meclisten ayrılınırken de selâm verilmesi gerekir.(265) Zirâ Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden biriniz, meclise geldiği zaman selâm verdiği gibi, ayrılırken de selâm versin"(266) buyurmuştur. Karşılaşan iki kişiden; küçük olanın büyüğe, az olan topluluğun, çok olan topluluğa, yürüyenin oturana, at üzerinde bulunanın yaya olana selâm vermesi gerekir.(267) Eğer müslümanlarla, başka ideoloji sahibi kimseler beraber oturuyorsa o meclise gelen kimse: "Ve'sselâmu alâ menittebe'al-hudâ" (Selâm hidayete tabi olanların üzerine olsun) şeklinde selâm verebilir. Buradaki incelik şudur: Selam dua hükmündedir. Fûkaha: "Kafire selâm verilemez, dua edilemez" hükmünde ittifak etmiştir. Bu ittifakın sebebi; selim akıl sahipleri indinde malumdur. Kaldı ki Allah'a inanmayan bir kimseye; Allahû Teâla (cc)'nın selâmını vermek, onun açısından da uygun değildir.
1758 Selam vermenin câiz olmadığı bazı durumlar sözkonusudur. Bunlar:
1) Selam Allahû Teâla (cc)'nın güzel isimlerinden birisi olduğu için temiz olmayan yerlerde zikredilmesi uygun değildir. Mesela: Def-i hacet eden kimseye selâm verilmeyeceği gibi, hamamda (tesettürsüz olan) kimseye de selâm verilmez. Ancak selâm verilecek kimsenin "avret" mahalli örtülü ise, verilebilir.
2) Herhangi bir haramı irtikap eden kimseye selâm verilmez. Mesela: İçki içen, kumar oynayan vs...
3) Kur'an okuyan, hadis rivayet eden ve ilim müzakeresinde bulunan, (vaaz eden) kimselere de selâm verilmez. Çünkü bu; hayırlı bir işin inkitaya uğramasına vesile olur. Ancak o iş bitmişse, o mecliste oturanlara selâm verilir.
4) Ezan okuyan, namaz kılan ve kaamet getiren kimselere de selâm verilmez.
5) Fitne tehlikesi sözkonusu olduğu için genç kız ve kadınlara da selâm verilmez.
6) Selam mü'minler arasında meşru kılınmıştır. Gayr-i müslimlere ve (İslâm'ı reddeden) ideolojilere itikad eden kimselere de selâm verilmez.(268) Ancak onlar selâm verirlerse, "ve aleyküm" denilir.
1759 Selam veren kimseye; aynı mecliste oturduğu taktirde "merhaba" denilebilir. Resûl-i Ekrem (sav) misafirlerine iltifat niyetiyle "merhaba" demiştir. Rahabe fiilinden gelen bu söz; "genişlik ve rahatlığa kavuştun, huzur içinde oturabilirsin" manasınadır.(269) Kur'ân-ı Kerîm'de de, bu manada kullanılmıştır.
1760 MUSAFAHA ETMEK SÜNNETTİR: Resûl-i Ekrem (sav) ashabıyla karşılaştığı zaman; (özellikle Cum'a ve Bayram namazlarından sonra tebrikleşirken) musafaha etmiştir.(270) Ayrıca Bey'at alırken; musafahayı asla terketmemiştir. İslâm ûleması musafaha etmenin sünnet olduğu hususunda müttefiktir. Resûl-i Ekrem (sav): "İki müslüman karşılaştığı zaman, birbirleri