12. BÖLÜM: KERÂHİYAT VE İSTİHSAN (ADAB-I MUAŞERET BAHSİ)

ÂDAB-I MUÂŞERET'İN MAHİYETİ (BEŞERİ MÜNASEBETLER)
1611 Hanefi fükahasından İbn-i Abidin; "Farz-ı Ayn" olan ilimleri tasnif ederken: "Kulun dinini icrası, Allah için amelinin ihlâsı ve kulları ile muâşereti hususunda muhtaç olduğu ilmi öğrenmesi İslâm'ın farzlarındandır"(1) hükmünü beyan etmektedir. Dikkat edilirse; insanların birbirleriyle olan münasebetleri (muaşeret kaideleri) hususunda bilgi sahibi olmaları farz-ı ayn'dır.
1612 Önce "Muâşeret" kelimesi üzerinde duralım. Arapça olan bu kelime; mufâale vezninde olup "iç-içe girmek, karışmak, münasebet halinde olmak" gibi manalara gelir.(2) Istılah'ta genellikle "Âdab-ı Muâşeret" şeklinde, terkip olarak kullanılır. Malum olduğu üzere "Âdab" kelimesi, edebin çoğuludur. Edeb; "Edûbe" fiilinden türetilmiş bir kelime olup, "Zerâfet" ziyafete davet, insanlarla güzel münasebetlerde bulunmak manasınadır. İmam-ı Kurtubi: "Kur'ân-ı Kerîm'in icazlarından birisi de ilimdir. Helal, haram ve sair hükümlerle insanlığı ayakta tutan, ailevî ve beşeri münasebetleri düzene koyan ve saadeti hazırlayan bir ilim"(3) hükmünü zikretmektedir. Sonuç olarak "Âdab-ı Muâşereti"; insanların birbirleriyle münasebetlerinde, helâl ve haram hududlarına riâyeti esas alan bir ilimdir" şeklinde tarif edebiliriz.
1613 Yaratılış itibariyle (fizikî ve ruhî açıdan) birbirine bağımlı olan insanlar, cemiyet halinde yaşamak durumundadırlar. Tek başına yaşamak isteyen insana "vahşi"; onun içinde bulunduğu duruma da "vahşet" adı verilir. İnsanları vahşete (yalnızlığa) sürüklemeye çalışan kimseler ta'zir cezasına çarptırılır.(4) Bu genellikle onlara hakâret etmek ve cemiyet dışına itmeye çalışmakla gerçekleşir.
1614 Resûl-i Ekrem (sav) insanların verdiği sıkıntıya sabretmenin, onlardan uzaklaşmaktan daha hayırlı olduğunu beyan ederek: "Nefsi ve malıyla mücâhede eden bir kimse; insanların şerlerinden emin olmak için vâdilerden bir vâdiye sığınıp, Allahû Teâla (cc)'ya ibâdet etmekle meşgul olandan daha hayırlıdır"(5) buyurmuştur. Esasen başta "zekât" olmak üzere, Cum'a Namazı, Sadaka-i Fıtır ve bunun gibi birçok ibâdet ancak cemaat halinde edâ edilebilir. Münzevi bir hayat yaşamak; farz ve vâcip birçok ibadeti terketmeyi beraberinde getirebilir.
1615 İnsanların birbirleriyle münasebetlerini izah edebilmek için, İslâm'ın insanları ne şekilde değerlendirdiğini dikkate almak zorundayız. Zirâ "Beşerî Münasebet" tabiri; dini ve rengi ne olursa olsun, bütün insanları kapsamına almaktadır.
YARATILMIŞLARIN EN ŞEREFLİSİ: İNSAN
1616 Yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan bütün nimetler insana verilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar verdik, onlara güzel rızıklar verdik, onları yarattığımızın bir çoğundan (madden ve manen) cidden üstün kıldık"(6) hükmü beyan buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc) yerde ve gökte bulunan herşeyi insana tabi kılmıştır. Daha açık bir ifade ile insan yeryüzünde Allahû Teâla (cc)'nın halifesidir.(7)
1617 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Muhakkak ki biz insanı güzel bir sûrette yarattık"(8) buyurulmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere; zâhiren ve batınen yaratıkların en güzelidir.(9)
1618 İslâm dininde her insan; ırk, renk, cins ve sınıf ayırımı olmaksızın eşit haklara sahiptir. Çünkü insanların hepsi aynı anne ve babadan gelirler. Hanefi fûkahası: "Ademoğulları için asıl olan hürriyettir. Zirâ insanlar; müslümanların en hayırlıları olan Hz. Adem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdır"(10) hükmünde ittifak etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey insanlar!.. Hakikat biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır"(11) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Âyet-i Kerîme'de zikredilen erkek, Hz. Adem (as), kadın Hz. Havva'dır.(12) Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem (as) ise topraktan yaratılmıştır"(13) Hadis-i Şerifi, yaratılış noktasından bütün insanların eşit olduğunu ortaya koymaktadır.
1619 Maalesef günümüzde insanlardan bir kısmı, renklerinden veya kavimlerinden dolayı en tabii haklarını kullanamaz durumdadırlar. Şimdi bu hususta Resûlullah (sav)'in tebliğine dikkat edelim: "Ey insanlar!.. Haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Biliniz ki; arabın arab olmayan üzerinde, arab olmayanın da arab üzerinde; kızıl derilinin, siyah derili üzerinde, siyah derilinin de, kızıl derili üzerinde hiçbir üstünlüğü ve fazileti yoktur. (Hepiniz eşitsiniz) Ancak üstünlük takva iledir. Tebliğ ettim mi?"(14)
1620 Takva'nın lugat manası; gayet iyi korunup ve sipere girip nefsi kötülüklerden kurtarmaktır.(15) Hz. Muaz b. Cebel (ra) takvayı şu şekilde tarif ediyor: "Muttakiler (Takva ehli olanlar) şirkten ve putlara tapmaktan korunan, ibâdeti sırf Allahû Teâla (cc) rızası için yapan ve cennete layık olan kimselerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Takva kalbtedir" buyurmasındaki hikmet budur.(16)
1621 Kur'ân-ı Kerîm'de: "İnsanlardan (kibirlenip) yüz çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez"(17) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu nasihat; Hz. Lokman'ın dilinden bütün insanlara ulaştırılmıştır. İnsanlarla konuşurken, onları hakir görerek, başını başka yöne çeviren ve kibirlenenlere açık bir ihtar vardır.(18) Aynı zamanda bir "Âdab-ı Muâşeret" kaidesi va'z edilmiştir. Dolayısıyla "Âdab-ı Muâşeret'te"; Allahû Teâla (cc)'nın kitabı, kat'i bir hüccettir. Resûl-i Ekrem (sav): "Muhakkak ki ben bir muallim olarak gönderildim"(19) buyurmuştur. Mü'minlerin; gerek ailevî hayatlarında, gerek diğer kardeşleriyle olan münasebetlerinde, nasıl davranmaları gerektiğini Resûlullah (sav) en ince ayrıntılarına kadar izah etmiştir. Müctehid imamlar; şer'î delilleri esas alarak belli bir usûl dairesinde, mü'minlerin birbirleriyle münasebetlerinde dikkat edecekleri hususları açıklamışlardır. Şimdi bunları gündeme getirelim.
A) İHTİYAÇLARIN KARŞILANMASINDA ÂDAB-I MUÂŞERET
1622 Allahû Teâla (cc) insanları; fiziki ve ruhi yönden belirli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Hayatlarını devam ettirebilmek için; yeme, içme, giyinme ve bunun gibi ihtiyaçlarını elde etmek mecburiyetindedirler. Rızk temin etmenin (Kesb'in) sıfatını izah ederken, bu konu üzerinde kısaca durmuştuk!..(20) Elde edilen kazancın; yeme, içme, giyinme ve bunun gibi ihtiyaçlara, nasıl tahsis edileceği üzerinde duralım.
1. YEMEK VE İÇMEK HUSUSUNDA DİKKAT EDİLECEK HÜKÜMLER
1623 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (madden ve manen) en temiz olanlarından yeyin. Allah'a şükredin. Eğer (hakikaten) O'na kulluk ediyorsanız. Allah size ölüyü (murdar hayvanı) kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesileni haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muzdar kalırsa (ölüm tehlikesine düşerse) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktarı) aşmamak şartıyla, onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok yargılayıcı, hakk ile esirgeyicidir"(21) hükmü beyan buyurulmuştur. Âyet'teki "Tayyibat" (temizlik)den maksad; helâl rızıklardır. Allahû Teâla (cc)'nın helâl kıldığı her şey temiz, haram kıldığı her şey ise pistir. Ömer b. Abdülaziz (ra)'e göre; "Pak'dan murat, yenen şeylerin değil, kazancın temiz olmasıdır. O'nun bu görüşünü, şu Hadis-i Şerif teyid eder: "Resûlullah: Ğ Hakikaten Allah temizdir, ancak pak olanı huzuruna kabul eder. Allah elçilerine emrettiğini, mü'min kullarına da emretmiştir." sözlerine devamla "Ey Resûller!.. Temiz ve helâl olan şeylerden yeyin. Güzel amel(ve hareket)lerde bulunun. Çünkü ne yaparsanız hakkı ile bilenim. (Mü'minûn Sûresi: 51) "Siz rızıklandığınız şeylerin en temizlerinden yeyin" (Tâ-Hâ: 81) ayetlerini okudu ve bir kimse; tozlu topraklı ve yorgunluk veren uzun bir yolculuktan sonra ellerini göğe doğru kaldırarak "Ya Rabbi!.." diyerek dua yapmaya başlar. Halbuki onun yediği, içtiği, giydiği ve gıda olarak aldığı herşey haramdır. O'nun duası kabul olunur mu?" buyurdu. Temiz rızık hakkında Resûlullah (sav)'ın beyanlarından daha güzeli olmaz.(22)
1624 Kur'ân-ı Kerîm'in: "Şüphesiz ki vücudunuz, sizin vasıtanızdır (binitinizdir). O'na rıfkla (merhametle) muamelede bulununuz. O'nu acıktırıp halsiz (ve dermansız) bırakmanız, merhamet değildir"(23) Hadis-i Şerif'ini esas alan Hanefi fûkahası: "Yemek-içmek dört kısımda mütalâa edilir.
Birincisi: Hayatı idame ettirecek (ölmeyecek) kadar yemektir ki; bu farz olan miktardır. Bir kimse yeme-içmeyi terkederek ölürse günahkâr olur.
İkincisi: Mendubtur; bunun miktarı, farz olan miktardan fazladır. Orucu kolaylıkla tutabilmek ve namazı ayakta edâ edebilecek kadar güç kazanmak için yenen miktardır. Esasen (gıdayı terk ederek; ibâdet yapamayacak derecede acze düşürecek olan riyazet (perhiz) yapmak, câiz değildir.
Üçüncüsü: Mübahtır; ibadetleri (namaz, oruç, cihad vs.) hakkı ile edâ edebilmek için güçlü olmayı kasdederek, kendine iyi bakmaktır.
Dördüncüsü ise; haramdır!.. Bu israfı beraberinde getiren ve vücûda zarar veren yeme şeklidir."(24) hükmünde müttefiktir.
1625 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez"(25) hükmü beyan buyurulmuştur. Daha önce "İsraf" kavramı üzerinde durmuştuk!(26) Muhakkak ki mü'minler; Allahû Teâla (cc) tarafından kat'i olarak haram kılınan israftan şiddetle kaçınırlar. Resûl-i Ekrem (sav): "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek her devanın (şifanın) başıdır. Bedenine adet ettiği şeyler ver"(27) buyurduğu bilinmektedir. Evlenme imkanı bulamayan gençlerin; şehvetlerini (aşırı biçimde) artıracak yemeklerden uzak durmaları esastır. Şehvetinin artmasından endişe eden gencin; şehvetini kırmak için oruç tutması sünnettir. İbâdetlerini yerine getirebilecek kadar yemesi, fazlasından kendini tutması uygun olur. Nefsine hâkim olabiliyorsa, ihtiyaç nisbeti yemesi mübahtır.(28) Kur'ân-ı Kerîm bunu tavsiye buyurmuştur.
1626 YEMEKTEN ÖNCE ELLER YIKANMALIDIR: Hz. Selman-ı Farisi (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav); yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasının, yemeği bereketli kılacağını beyan buyurmuştur. Hanefi fûkahası; "yemekten önce evvela gençler, sonra yaşlılar ellerini yıkarlar. Yemekten sonra ise; bunun aksi esastır. Yani önce yaşlılar, sonra gençler yıkar"(29) hükmünü beyanla, bu husustaki sünneti izah etmiştir. Yemeğin sünnetlerinden birincisi; yemekten önce ve sonra ellerin yıkanmasıdır.
1627 YEMEĞE BESMELE İLE BAŞLANILMALIDIR: Hz. Aişe (r.anha) validemizden rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav): "Sizden biriniz yemek yemeğe başladığı zaman besmele çeksin. Başlarken besmeleyi unutursa "başlarken ve sonunda bismillah" desin"(30) buyurmuştur. Hanefi fûkahası; yemeğe başlarken besmele çekmenin sünnet olduğunda müttefiktir. Zirâ Resûl-i Ekrem (sav) bunu hiç terketmemiştir.(31) Ancak "haram" olan herhangi birşey yenir veya içilirse; kat'iyyen besmele çekilmez.
1628 SAĞ ELLE VE ÖNÜNDEN YEMEK TAVSİYE EDİLMİŞTİR: Hz. Ebû Seleme (r.anha) validemizin oğlu Ömer (ra)'den şu şekilde rivayet olunmuştur: "Ben Resûlullah (sav)'ın terbiyesi altında olan bir çocuktum. Yemek yerken elim, yemek kabının her tarafında dolaşırdı. Resûlullah (sav) bana: "Ey oğul (yemeğe başlarken) Allahû Teâla (cc)'nın adını an (besmele çek), sağ elinle ve sana yakın olan taraftan ye!.." buyurdu. Ondan sonra ben; her zaman besmele çeker, sağ elimle ve önümden yemek yedim"(32)
1629 YEMEKTEN SONRA "EL-HAMDÜ Lİ'LLAH" DENİLMELİDİR: Hanefi fûkahası; yemekten sonra "El-Hamdû Li'llah" denilmesinin sünnet olduğu hususunda müttefiktir.(33) İbn-i Abbas (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Bir kere ben Resûlullah (sav) ile beraber Halid b. Velid'de bulunduğu halde Meymûne'nin odasına girmiştim. Meymûne bize içi süt dolu bir kap ile geldi. Resûlullah (sav) içti. Ben de yanında kendisiyle beraberdim. Halid de sol tarafında idi. Resûl-i Ekrem (sav) bana: "İçmek nöbeti senin hakkındır. Fakat istersen Halid'i tafdil edebilirsin!.." buyurdu. Ben de "Ya Resûlullah, senin artığını hiçbir kimseye bahş-û ihsan edemem" dedim. Sonra Resûlullah (sav): "Kim ki, Allah ona bir taam yemek müyesser kılarsa, o kimse: ""Ya Rab!.. Bu nimetini bize mübarek kıl ve bundan daha hayırlı ni'metlerini it'am ve ihsan buyur!.." diye dua etsin. Cenab-ı Hak her kime de süt içmek nasib ederse, o da: "Ya Rab!.. Bu sütü bize mübarek kıl, bundan ziyadesini de bize ihsan buyur" diye dua etsin." buyurdu.(34)
1630 Müslümanların; mutfak eşyası hususunda da, titiz olmaları zaruridir. Altın ve gümüş kaplarda yemek yemek câiz değildir. Resûl-i Ekrem (sav) altın ve gümüş kapları (yemek ve içmek hususunda) kullanan bir kimse hakkında: "Muhakkak ki o midesine ancak cehennem ateşi gönderir" buyurmuştur. Kaldı ki; altın ve gümüş kap kullanmada, müşriklere benzeme söz konusudur. Hadiste nehiy umûmi olduğu için; erkek ve kadın bu hususta müsavidir. Yine altın ve gümüş kaşıkla yemek yemek, bu mâdenlerden yapılmış mil ile sürme çekmek ve diğer eşyaları kullanmak caiz değildir.(35) Kalaylı bakır, cam, billûr ve akik kapların kullanılmasında bir beis yoktur.(36) İmam-ı Şâfii (rha) bunların kullanılmasının da mekruh olduğunu, çünkü bunlarla da tefahür (başkasına karşı böbürlenmek ve övünmek) hadisesinin cereyan edebileceğini esas almıştır. Hanefi fûkahası; altın ve gümüş eşyadan başkası ile tefahür adetinin olmadığını beyan ederek, diğer maddelerden yapılmış kapların kullanılmasının mübahlığını benimsemiştir.(37)
1631 Yine altın ve gümüş ile yaldızlanan sandalyenin kullanılması da câiz değildir.(38) Bütün bunlar saf altın ve saf gümüşle ilgilidir. Başka mâdenlerle karışık olursa; kullanılmasında bir mahzur yoktur.
1632 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim da'vete icâbet etmezse, Ebû'l Kasım'a (yani peygambere) isyan etmiştir"(39) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla meşrû olan her da'vete icâbet etmek sünnettir.
1633 Bir kimse; içinde münker bulunan (şarap, müzik, vs.) bir düğün yemeğine davet edilse; (mahiyetini bildiği takdirde) o da'vete icâbet etmez.(40) Dolayısıyla şarap, rakı, bira vs. gibi haram olan müskiratın kullanıldığı sofralara oturmak câiz değildir.
2. GİYİM HUSUSUNDA DİKKAT EDİLECEK HÜKÜMLER
1634 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey Ademoğulları!.. Size çirkin (avret mahallinizi) örtecek bir elbise; bir de giyinip, süsleneceğiniz (ziynet) elbisesi indirdik!.. Takva elbisesi (libası) ise; o hepsinden daha hayırlıdır. Bu (elbiselerin indirilmesi) Allah'ın ayetlerindendir. Tâ ki (insanlar) iyice düşünsünler"(41) hükmü beyan buyurulmuştur.
1635 Yine diğer bir Âyet-i Kerîme'de: "Allah yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı. Dağlardan size yuvalar, siperler yaptı. Harâretten (sıcak ve soğuktan) sizi koruyacak elbiseler, cihadda sizi darbelerden muhafaza edecek (demirden) giyimler (zırhlar) yaptı. İşte Allah bu sûrette üzerinizdeki nimetleri tamamlıyor. Ta ki; (O'na) teslimiyetle itaat edesiniz"(42) buyurulmuştur.
1636 Hanefi fûkahası; "Mükellefin (erkek ve kadının) avret mahallini örtecek, sıcak ve soğuktan gelebilecek her türlü zararı ortadan kaldırabilecek şekilde giyinmesi farzdır"(43) hükmünde müttefiktir. Dikkat edilirse farz olan kıyafette; avret yerlerinin örtülmesi (mükellefin) sıcak ve soğuktan gelebilecek tehlikelerden korunması esastır. Dolayısıyla; bütün mü'minler avret yerlerinin örtülmesi hususunda aynı teklife muhatabtırlar. Ancak sıcak ve soğuktan korunmak; içinde yaşadığı coğrafya ile yakından alakalıdır. Suudi Arabistan'da yaşıyan bir müslümanla, kuzey kutbunda yaşıyan bir müslümanın, (sıcak ve soğuk açısından) aynı kıyafette olması mümkün değildir.
1637 GÜZEL GİYİNMEK MÜSTEHABTIR: Hanefi fûkahası; "güzel giyinmek (zinet) ve Allahû Teâla (cc)'nın ni'metini üzerinde göstermek müstehabtır"(44) hükmünde müttefiktir. İmam-ı Azam (rha) talebelerine; güzel elbiseler giymelerini ve çirkin giyinmekten sakınmalarını tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez" buyurması üzerine Sahabe-i Kiram'dan bir zat: "İnsan elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını arzu ediyor" deyince Resûlullah (sav): "Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir hakkı inkâr etmek ve insanları (halkı) küçük görmektir"(45) buyurmuştur. Yine; çok kalitesiz, dağınık ve pejmurde bir kıyafet içerisinde Resûl-i Ekrem (sav)'in yanına gelen bir kimseye: "Malın var mı?" diye sormuş o kimse: "Allah bana her çeşit maldan verdi" cevabını verince Resûlullah (sav): "Madem ki Allahû Teâla (cc) sana her çeşit maldan verdi. Şu halde (Allah) nimet ve ikramının izini üzerinde görsün"(46) diyerek, güzel giyinmesini tavsiye etmiştir.
1638 TEKEBBÜR İÇİN GÜZEL GİYİNMEK MEKRUHTUR: Hanefi fûkahası, Resûl-i Ekrem (sav)'in; Hz. Mikdat b. Madi'ye hitaben: "Tekebbür ve çalım satma (gösteriş) olmadığı halde (bunlardan uzak kalarak) ye, iç ve giy" hadisini esas alarak, tekebbür için giyinmek mekruhtur"(47) hükmünü beyan etmiştir. Dolayısıyla Allahû Teâla (cc)'nın nimetini izhar için güzel giyinmek müstehab, tekebbür için güzel giyinmek ise, mekruhtur. Buradaki ince fark; kalble ilgili bir olaydır.
1639 ÇIPLAKLIĞI ŞEYTAN TAVSİYE EDER: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey Ademoğulları!.. Şeytan ana ve babanızı, avret yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sakın size de bir fitne (tuzak) kurmasın!.. Çünkü o da; kabilesinden olanlar da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak görürler. Biz şeytanları iman etmeyeceklerin velileri yaptık"(48) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler; "Şeytanın; Hz. Adem (as) ve Hz. Havva'ya, nasıl bir tuzak kurduğu ve onları elbiselerinden soyduğu, bu ayette izah edilmiştir. Aynı zamanda bütün insanlara; şeytanın kuracağı bu tuzaklar karşısında, hassas olunmasının tavsiye olunduğu muhakkaktır. Şeytan ve onun görünmeyen yardımcıları, daima işbaşındadır."(49) demek sûretiyle; avret yerlerini açmanın, şeytanın vesvesesi ile alakalı olduğunu beyan etmişlerdir. Günümüzde; şeytanı kendine "velî" edinen siyasi otoriteler, kadınların tesettüre riâyet etmelerine bile, müdahale edecek derecede çılgınlaşmışlardır. Ayrıca "Güzellik yarışmaları" adı altında; kadınların soyunmalarını teşvik etmektedirler. Bu şeytanın askerlerine karşı direnen müslümanlar ise; hakârete uğramakta ve hapishanelerde ömür tüketmektedirler!.. Gördükleri işkence ise, kelimelerle anlatılabilecek cinsten değildir. Kafirlerin iktidarda olduğu ve küfür ahkamının uygulandığı bütün memleketlerde, durum aynıdır.
1640 Yine diğer bir Âyet-i Kerîme'de: "Onlar ( o iman etmeyenler) bir hayasızlık yaptıkları zaman "Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu (fahişeliği) emretti, (fahşa ile amel ederiz)" derler!.. O iman etmeyenlere söyle: "Allah hiçbir zaman fahşayı (kötülüğü) emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz?"(50) buyurulmuştur. Fahşa lafzı; şirki, küfrün diğer çeşitlerini ve (her türlü) kötülüğü içine alır.(51) Müşrikler "Günah işlediğimiz elbiselerle, ibâdet edemeyiz" diyerek Kâbe-i Muazzamayı (anadan doğma) çıplak bir şekilde tavaf ediyorlardı. Ayrıca "Atalarımızdan bu şekilde gördük, Allah böyle emretmeseydi onlar yapar mıydı?" diyerek, çıplaklığı müdafaa peşindeydiler.(52) Dikkat edilirse "müşriklerin; her türlü kötülüğü atalarına maletmeleri", bizzat beyan buyurulmuştur. Çünkü hayasızlığın ve şirkin savunulabilecek herhangi bir tarafı yoktur. Müşrikler de bunun farkındadırlar. Tek sloganları: Atamızın izindeyiz!..
1641 İPEK ELBİSE GİYMEK ERKEKLERE HARAMDIR: Hanefi fûkahası; "Erkekler için ipek elbise giymeleri helâl olmaz, kadınlar için ise helâldir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) ipek ve atlas elbise giyinmekten men etmiş ve "ipeği ancak ahirette kendisi için bir nasibi olmayan giyer" buyurmuştur. Ancak kadınlara, diğer bir hadisle helâl kılınmıştır. Bu hadis sahabe (r.anhüm) tarafından, değişik vecihlerle rivayet olunmuştur. Hz. Ali (ra)'den şu şekilde rivayet edilmiştir: "Resûl-i Ekrem (sav) minbere çıktı, bir elinde "ipek", diğer elinde ise "altın" vardı. Bunları göstererek: "İşte bu ikisi, ümmetimin erkekleri üzerine haram kılınmışlardır" buyurdu. Bizzat erkeğe tahsis edilmesi, kadınlara ipek elbisenin helâl olduğunu gösterir"(53) hükmünde müttefiktir.
1642 İmam-ı Muhammed (rha) ve İmam-ı Yusuf (rha); "Harp halinde iken ipek elbise giymekte mahzur yoktur. Çünkü Hz. Şa'bi'den rivâyet edilmiştir ki; Resûl-i Ekrem (sav) harpte ipek ve atlas giymeye ruhsat verdi. Ayrıca bunda zarûret de vardır. Çünkü ipek, silahın (kılıcın) eziyetini giderir ve düşmanın gözünde parlaklığından dolayı, mücahidi heybetli gösterir. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde; harpte de mekruhtur. Zarûret; ipekle karışık olan diğer (yün vs.) elbiselerle de giderilebilir. Bu durumda harpte de, halis ipek giymek mekruhtur."(54)
1643 İpek'in alâmet olarak kullanılması, üç veya dört parmak miktarını geçmemesi şartı ile, mübahtır. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) bu kadarına izin vermiştir.(55) Bundan fazlası (dört parmaktan) yine haram olur.
1644 Erkek çocukların (mükellef olmamış) ipek elbise giymeleri ve altın yüzük takınmaları caiz değildir. Erkeklere bunların (ipek elbise ve altın yüzük) haram olduğu malum olunca; giymek gibi, giyindirmek de haram olur. Tıpkı şarab gibi!.. Şarabın içilmesi haram olunca, başkasına içirilmesi de haram olmuştur.(56)
1645 YÜZÜK TAKMANIN HÜKMÜ: Hanefi fûkahası: "Mühür vurmaya ihtiyaçları olduğu için; Ulû'lemr ve kadı yüzük takınır. Başkası için efdal olan yüzük takınmayı (mühür bulundurmayı) terk etmektir. Çünkü ona (mühüre) ihtiyaç yoktur"(57) hükmünde müttefiktir. Buradaki incelik; yüzüğün mühür olarak kullanılmasının, umerâya tahsis edilmesidir.
1646 Demir, taş ve heykel yapımında kullanılan tunçtan imal edilmiş yüzüklerin takılması haramdır. Resûl-i Ekrem (sav) parmağında tunçtan imal edilmiş yüzük bulunan kimseye hitaben: "Bana ne oluyor! Sende putların kokusunu buluyorum" demiştir. Yine bir başka kimsenin parmağında demirden imal edilmiş yüzüğü görünce: "Bana ne oluyor ki; senin üzerinde cehennem ehlinin zînetini görüyorum" buyurmuştur. Hz. Ali (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te de: "Resûlullah (sav) erkeklere altın yüzük takmayı nehyetti" denilmiştir.(58) Erkeğe sadece gümüş yüzük takmak mübahtır. Resûlullah (sav)'in: "Akıktan yüzük yapınız. Zira o (akık) mübarektir" buyurduğu zikredilmiştir. Yüzüğün hangi parmağa takılması gerektiği hususunda ûlema farklı görüşler ortaya koymuştur. Genellikle; sol elin küçük parmağına takılmasının gerektiği zikredilmiştir. Fakat essah olan; her iki elin küçük parmaklarına da takılabileceğidir.(59)
1647 Kadın için; altın yüzük takmak zînettir.(60) Esasen altın yüzüğün hükmü beyan edilirken, kadınlara helâl olduğu belirtilmiştir.
1648 ERKEKLERİN "KADIN"; KADINLARIN DA "ERKEK" ELBİSESİ GİYMESİ, CAİZ DEĞİLDİR: Şurası muhakkaktır ki; her iki cinsin (kadın ve erkeğin) kendine mahsus özellikleri ve buna uygun kıyafetleri vardır. Karşı cinse özenen insanda; ahlâki meseleler ve ruhi rahatsızlıklar mevcuttur. Bu sebeble, bu tür insanların tedavi edilmesi gerekir. Resûl-i Ekrem (sav) erkeğin kadın, kadınların da erkek elbisesi giymesini men etmiştir.(61) Ayrıca İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûlullah (sav) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lanet etmiş ve "Bu makûle kimseleri evinizden kovunuz" buyurmuştur.(62) Giyim hususunda her beldenin örf ve adeti farklıdır.
1649 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki, ben onları (dünyada) görmedim. Birincisi; yanlarında bulunan sığır kuyruğu gibi kırbaçlarla insanları kamçılayan kimseler. İkincisi: Giyinmiş çıplak, kalçasını oynatan, salınarak yürüyen, başları Horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi, birtakım kadınlar!.. Bunlar cennete giremezler, onun kokusunu da alamazlar. Halbuki cennetin kokusu mesâfelerin ötesinden alınır"(63) buyurduğu bilinmektedir. Giyindiği halde; elbiselerinin dar ve ince olması sebebiyle, bütün vücut hatları belli olan kadınlar "giyinik çıplaklar" hükmündedirler.
SÜSLENMEK NİYETİYLE, FITRATA MÜDAHALE CÂİZ DEĞİLDİR
1650 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah onu (şeytanı) rahmetinden koğdu. (Şeytan şöyle) Dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim. Onları (ne yapıp-edip) behemahal saptıracağım. Onları (elde ettiğim insanları) mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim de; davarların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de, Allah'ın yarattığını (fıtratı) değiştirecekler." Kim Allahû Teâla (cc)'yı bırakarak, şeytanı velî edinirse; şüphesiz (kat'i olarak) büyük bir ziyana uğramıştır"(64) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler; "Bu ayette, Allahû Teâla (cc)'nın yarattığı şekli (fıtratı) değiştirmenin câiz olmadığı beyan edilmiştir. Ayrıca şeytanın; Allah'ın rahmetinden koğulduğu ve ona uymanın dalâlet olduğu açıklanmıştır. Müşrikler; putlara kurban edecekleri hayvanların kulaklarını (yarmak sûretiyle) işaretlerlerdi. Bunun da şeytan tarafından; vesvese ve ilkâ yoluyla gerçekleştirildiği belirtilmiştir."(65) diyerek konunun hassasiyetini vurgulamışlardır. Şimdi süslenmek niyetiyle, fıtrata müdahale şekilleri üzerinde duralım.
1651 Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek: Abdullah İbn-i Mesûd (ra) ve İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav): "Vücudunda dövme yaptırana ve (dövme işini) yapana, normal dişlerini (genç ve güzel görünmek) niyetiyle yontarak şeklini değiştirene ve bunu icrâ edene lânet etmiştir"(66) Derinin iğne veya çuvaldızla delinerek; altına çivit, sürme ve diğer boyaların doldurulmasıyla "dövme" (vaşime) meydana gelir. Bazı cahiller; kollarına veya pazularına, arslan, kaplan ve bunun gibi hayvan şekilleri yaptırırlar. Bu kat'i olarak haramdır. İlaçla giderilmesi mümkünse; derhal yapılması, vacip olur. Diş meselesine gelince; buna "Tefellûç" denilir. Ön dişleri törpüleyerek aralık açmak ve güzelleşmektir. Bunu genellikle yaşlı kadınlar; genç ve güzel görünmek niyetiyle yaparlar. Dişleri törpüleyen ve törpületen müşterek haram işlemiş olur. Ancak tedavi niyetiyle; mü'min ve mütehassıs bir dişçinin yaptığı iş ayrıdır. Ona "Tefellûç" denilmez.
1652 Kaş aldırmak: Resûl-i Ekrem (sav)'in lânetine kaş aldıran ve alanlar da dahildir.(67) Kaşın kıllarını iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle "kaş aldırma" işlemi gerçekleşir. Bu da hilkati değiştirme manasınadır. Fûkaha; kadının yüzünde sakal ve bıyık çıkarsa, bunun alınmasının câiz olduğunu esas almıştır.(68) İbn-i Abidin; sakal ve bıyığın kadında fıtrat olmadığını, bu sebeble (eğer çıkarsa) kesilmesinin müstehab olacağını beyan etmiştir. Şurası muhakkaktır ki; büyük masraflarla yaptırılan "estetik ameliyat"lar da, fıtratı değiştirme hükmüne tabidirler. Ancak (herhangi bir kaza sonucu) sonradan meydana gelen ve insanın toplum içinde mânen ezilmesine sebeb olan anormallikler düzeltilebilir. Çünkü bu tedavi hükmündedir.
1653 Saçı-saça eklemek: Hz. Esma binti Ebu Bekir (ranha)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te, saçı-saça eklemek yasaklanmıştır. Hadis-i Şerif şudur: "Resûl-i Ekrem (sav)'e bir kadın gelerek: "Ya Resûlullah!.. Benim yeni gelin bir kızcağızım var. Çiçek hastalığına tutuldu da, saçları döküldü. Bu saçları ekleyeyim mi?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Ekleyene de, ekletene de Allah lânet etsin" buyurdular."(69) Hanefi fûkahası: "Kadınlar saçlarımız uzun olsun ve çok görünsün diye; başkasının saçını, kendi saçlarına eklerler. Bunu Resûl-i Ekrem (sav) şiddetle men etmiştir"(70) hükmünde müttefiktir. Günümüzde kadın saçının alışverişe dâhi konu edildiği görülmektedir. Bilhassa "peruk" yapımı alabildiğine çoğalmıştır. Molla Hüsrev: "İnsanın kılının satılması fâsiddir. Zirâ insan mükerremdir, mübtezel değildir. Şu halde insanın cüzlerinden bir şeyin hakir, önemsiz ve hor kılınması câiz olmaz. İnsanın kılının satılması câiz olmadığı gibi, onunla faydalanmakta câiz olmaz"(71) hükmünü zikreder.
1654 Saçı ve sakalı boyamak: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Şüphesiz ki, yahudilerle hristiyanlar saçlarını boyamazlar. Şimdi siz onlara muhalefet edin"(72) buyurduğu bilinmektedir. Diğer bir Hadis-i Şerif'te de; yahudi ve hristiyanların ihtiyarlarının sakallarını boyamadığı, onlara muhalefet edilmesi gerektiği beyan edilmiştir. Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra)'in, sırf müşriklere muhalefet için boyadıkları rivayet edilmiştir. Saç ve sakalı boyamak mübahtır. Mü'min erkekler için sakal bırakmanın lüzumu üzerinde daha önce durmuştuk.(73)
B) KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİNDE ÂDAB-I MUÂŞERET
1655 Daha önce; erkek ve kadının avret mahallini örtecek şekilde giyinmesinin "farz" olduğunu izah etmiştik!(74) Şimdi "Avret Mahallinden" neyin kasdedildiğini ve sınırlarını gündeme getirelim.
1656 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için çok temiz (bir hareket) dir. Şüphesiz ki Allah (kulların ne) yapacaklarından hakkı ile haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısım müstesna. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapayacak sûrette) koysunlar. Zînet (mahal)lerini; kendi kocalarından yahut kendi babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut kendi oğullarından, yahut kocalarının oğullarından, yahut kendi biraderlerinden, yahut kendi biraderlerinin oğullarından, yahut kızkardeşlerinin oğullarından, yahut kendi kadınlarından, yahut kendi ellerindeki memlûkelerden, yahut erkeklikten yana ihtiyacı olmayan hizmetçilerden, yahut henüz kadınların gizli yerlerine muttali olamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tövbe edin ey mü'minler. Tâ ki korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız"(75) hükmü beyan buyurulmuştur.
1657 İbn-i Mezdevi, Ali b. Ebi Talib (ra)'den şöyle rivayet etmiştir: "Resûlullah (sav) zamanında Medine sokaklarında dolaşan bir kadınla bir erkek karşılaştıklarında bakışmışlar. Şeytan bu bakışlardan istifade ederek, onların bakışlarını birbirini beğenmeye çevirmiş. Adam bir yandan yürüyor, bir yandan da kadına bakıyormuş. Başı hep kadından yana çevrili olduğu için, önüne çıkan bir duvara çarpmış ve burnu kanamış. Bunun üzerine: "Allah (cc)'a yemin ederim ki, gidip Resûlullah (sav)'a durumu anlatıncaya kadar burnumun kanını yıkamayacağım" diye yemin etmiş. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in yanına gelerek olayı anlatır. Resûlullah (sav): "Burnunun duvara çarparak kanaması günahının cezasıdır" buyurur. Bunun üzerine: "Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar..." ayeti nâzil olur.(76)
1658 Allahû Teâla (cc): "Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar" hükmünü; "ırzlarını korusunlar" hükmünden önce zikretmiştir. Bilindiği gibi göz; herşeyi kalbe ve beyne ulaştıran bir organdır. Kadına bakmak; zinânın öncüsü ve habercisidir. İnsan her gördüğünü yapamaz. Ancak bazı gördükleri karşısında ise, iradesine hâkim olamaz. Dolayısıyla "ırzlarını korusunlar" hükmü; avret mahallinin muhafaza edilmesiyle alakalıdır. Açıklığı sebebiyle insanın utanacağı ve hayâ duyacağı kısımlara "avret" denilir. İnsanın tenasül organlarının bulunduğu kısımdan istiare edilmiştir.(77) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir erkek; diğer bir erkeğin avret mahalline bakamaz. Bir kadın da, diğer bir kadının avret mahalline bakamaz"(78) buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif'teki "avret" kelimesi de bu manadadır. Şimdi kadın ve erkeklerin birbirleriyle ilgili "avret" konusunu ele alalım.
1659 1) ERKEĞİN ERKEĞE KARŞI AVRETİ: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Erkeğin avreti; göbeği ile dizi arasında kalan kısımdır"(79) Hadis-i Şerif'ini esas alan Hanefi fûkahası: "Bir erkeğin; göbeği ile diz kapağı arası avrettir. Bir başka erkeğin bu kısma bakması haramdır. Resûl-i Ekrem (sav): "Diz kapağı avrettir" buyurmuştur. Bir erkek; diğer bir erkeğin avret mahallinin dışındaki uzuvlarına bakabilir" hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Malik'e göre; diz kapağı avret değildir.
1660 Ashab-ı Suffa'dan Hz. Cerhed b. Eslemi'den şöyle rivayet edilmiştir: "Resûlullah (sav) ile birlikte oturuyorduk. Benim uyluğum açıktı. Resûl-i Ekrem (sav) bana: "Uyluğun avret olduğunu bilmiyor musun?" buyurdu.(80) Mâlum olduğu üzere diz; uyluk ile baldır kemiğinin birleştiği yerdir. Yine diğer bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurulmuştur: Resûlullah (sav) Hz. Huzeyfe (ra)'yi mescidde dizi açık olarak görünce: "Dizini açma! Çünkü orası avrettir" buyurmuştur.(81)
1661 Resûlullah (sav) insanın soyunmasını ve avret mahallerini açmasını, yanında kimse olmasa dahi yasaklamıştır. Zira: "Çırılçıplak soyunmaktan kaçının. Çünkü öyle melekler vardır ki, sizden ancak tuvalette ve ailenizle temas halinde iken ayrılır"(82) buyurmuştur.
1662 2) KADININ, KADINA KARŞI AVRETİ: Hanefi fûkahası; "Bir kadın diğer bir kadının; diz kapağı ile göbeği arasındaki kısım hariç, vücudunun her tarafına bakabilir. Zirâ aynı cinstir."(83) hükmünde müttefiktir. Dolayısıyla fitne ve fesad tehlikesi olmadığı süre içerisinde; cinslerin avreti aynıdır. Ancak müslüman bir kadının; gayr-i müslim (Yahudi, Hıristiyan vs..) bir kadına karşı avreti hususunda muhtelif görüşler ortaya konulmuştur. Şöyle ki; Âyet-i Kerîme'de geçen "kendi kadınları" tabirini, müslüman kadınlar manasına ele alan ûlema; "Müslüman bir kadının, gayr-i müslim (Yahudi, Hristiyan vs.) kadınlara vücudunu göstermesi haramdır. İbn-i Abbas (ra): "Müslüman kadınların; yahudi ve hristiyan kadınlara vücudunu göstermesi haramdır. Zira onlar müslüman kadınların vasıflarını gidip kocalarına ve erkeklere anlatırlar" buyurmuştur.(84) Bu konudaki diğer bir görüş ise; "kendi kadınları" tabirinden maksat; onlarla tanışan, konuşan ve iş yapan kadınlardır. Bunların müslüman olmasıyla, gayr-i müslim olması arasında fark yoktur. Kaldı ki; müslüman olduğu halde, erkeklerle laubali olan ve fısk-û fücûrun yayılması için gayret sarfeden bir kadının yanında da soyunmak câiz değildir.(85)
1663 3) ERKEĞİN, KADINA KARŞI AVRETİ: Erkeğe yabancı olan kadın hür veya câriye olabilir. Bunun dışında mahrem veya na-mahrem olması mümkündür. Dolayısıyla erkeğin kadına karşı avreti dört kısımda mütâlâa edilir.
a) Erkeğin kendi karısıyla olan avreti.
b) Erkeğin kendi mahremlerine karşı avreti.
c) Erkeğin, yabancı hür kadına karşı avreti.
d) Erkeğin yabancı câriyeye karşı avreti.
1664 Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Öyle mü'minler) ki, onlar iffetlerini koruyanlardır. Ancak zevcelerine ve sahip oldukları câriyelerine karşı olan münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu takdirde) kınanmış değildirler. O halde kim bunların ötesini isterse, şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır"(86) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla karı-koca arasında avret mahalli yoktur. İmam-ı Merginani: "Bir erkek, karısının vücuduna (şehvetli veya şehvetsiz bakabilir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Hanımından (zevcenden) ve câriyenden başkasına gözünü yum (bakma)" buyurmuştur. Dokunma ve cim'a etme (cinsel ilişki) mübah olunca, bakmak evleviyetle mübah olur. Ancak evlâ olan; birbirinin tenasül uzuvlarına bakmamalarıdır. Resûlullah (sav): "Sizden biriniz ehline geldiği vakit, kudreti yettiği nisbette örtünsün" buyurmuştur. Ayrıca bu hal, unutkanlık meydana getirir. İbn-i Ömer (ra) dedi ki; lezzetin tamam olması için bakması caiz olur"(87) hükmünü beyan etmiştir. Sonuç olarak; karı-koca birbirinin vücuduna bakabilirler, aralarında "avret" yoktur.
1665 Erkeğin, kendisine nikahları ebediyyen haram olan kadınların zînet yerlerine bakmasında bir mahzur yoktur. Çünkü Âyet-i Kerîme'de bunlar istisna olarak zikredilmiştir. Bu kadınlara karşı erkeğin avreti; diz kapağı ile göbeği arasıdır. Dikkat edilecek husus; şehvetten emin olmaktır. Erkek veya kadın; (nikahları birbirine ebediyyen haram dahi olsa) birbirine baktıkları zaman, şehevi duyguları galeyana geliyorsa, bundan uzak durmak zorundadırlar.(88)
1666 Erkeğin; yabancı bir kadına bakması câiz değildir. Ancak ihtiyaç halinde (alış-veriş, mahkemede şahitlik vs. gibi) yüzüne ve elinin içine bakabilir.(89) İmam-ı Kasani: "Bir erkek; kendisine yabancı olan bir kadının bedeninden el ve yüz hariç, hiçbir yerine bakamaz. Çünkü Allahû Teâla (cc): "Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar" buyurmuştur. Ancak meydanda olan zînet yerlerine, yâni yüzüne ve elinin içine bakmaya Allahû Teâla (cc)'nın şu kavliyle müsaade edilmiştir: "Onlardan meydanda olan müstesna..." Bu Âyet-i Kerîme'de istisna edilen zinet yerleri, yüz ve elleridir. Sürme çekmek (kuhul) çehrenin, yüzük ise elin zînetidir. Çünkü kadın alışveriş ve dünyevi işlerinde yüzünü ve ellerini açmak zorundadır."(90) hükmünü zikretmektedir. Ancak erkek; şehvetinden emin değilse, yabancı bir kadına bakamaz. Tâ ki şer'i bir hacet olsun!.. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim yabancı bir kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa, kıyâmet gününde onun gözlerine kurşun dökülür"(91) buyurduğu bilinmektedir. Şer'i hacet sözkonusu olursa erkeğin; yabancı bir kadının eline ve yüzüne bakması (şehvetten emin olmasa dahi) câizdir. Mesela; Kadı'nın (Şer'i şerifle hükmeden hakimin) durumu!.. Yabancı kadın ister zanlı, ister şahid olsun bakmaya mecburdur. Zira insanların haklarını koruma ihtiyacı vardır. Yine bir kimse; bir kadını nikahlamak isterse, her ne kadar şehvet duymaktan emin olmasa da bakabilir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Mugire (ra)'ye şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sen bir kadınla evlenmek istediğin zaman o kadını gör!.. Çünkü görmek ikinizin kaynaşmasına (ülfet ve muhabbete) daha uygundur"(92) Ancak bu gibi durumlarda; dokunmaya ihtiyaç yoktur. Mâlum olduğu üzere zarûretler; ancak kendi miktarınca, tayin olunur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse; yabancı bir kadının eline dokunmaya bir yol olmadığı halde dokunursa, o kimsenin kıyâmet gününde avucuna ateşten bir kor konulur"(93) buyurduğu bilinmektedir. Erkeğin; yabancı bir kadına dokunması ne zaman câiz olur? sualine cevap arıyalım. 1667 Bu noktada karşımıza "Hastalık ve Tedavi" hadisesi çıkar. İmam-ı Serahsi; "Kadının bir yerinden çıban çıksa, erkeğin ona bakması caiz değildir. Ona (kadına) bakmadan, başka bir kadına çıbanın nasıl tedavi edileceğini öğretir. Çünkü aynı cinsten olanların birbirinin avret mahallini görmeleri, karşı cinsten olanların görmesinden daha hafiftir. Ancak onu tedavi edecek bir kadın bulamazsa veya tedavi şeklini öğretmeye muvaffak olamazsa, hasta olan kadının ölmesi veya şiddetli azab (sıkıntı) çekme durumu da mevcutsa, durum değişir. Burada zarûret dikkate alınır."(94) hükmünü zikretmektedir. Aynı konuda Molla Hüsrev şunları beyan etmektedir: "Bir erkek; yabancı bir kadını tedavi etse, zarûret miktarı o kadının hastalık yerine bakabilir. Uygun olan erkek doktorun; tedavi şeklini bir başka kadına öğretmesidir. Çünkü aynı cinsten olanların birbirine bakması daha hafiftir. Görülmez mi ki; öldükten sonra kadını, yine kadın yıkar, erkek yıkamaz."(95) Sonuç olarak; tedavi durumunda erkek bir doktorun; yabancı bir kadına (eğer kadın doktor yoksa) zarûret miktarı dokunmasında bir beis yoktur.(96)
1668 Dikkat edilirse bir erkeğin; yabancı bir kadına bakması, şer'i bir ihtiyaç ve zarûretle sınırlıdır. İhtiyaç ve zarûretle sabit olan husus; ancak kendi miktarıyla takdir olunur.(97) Genel kaide "Hacet umumi olsun, hususi olsun, zarûret menzilesine tenzil olunur" şeklinde ifade edilmiştir.
1669 4) KADININ ERKEĞE KARŞI AVRETİ: Hz. Aişe (R.anha) validemizden rivayet edilen şu Hadis-i Şerif'te kadının avreti beyan edilmiştir. Hadis-i Şerif şudur: "Hz. Ebu Bekir (ra)'in kızı Esma (R.anha) ince bir elbise ile Resûlullah (sav)'in yanına geldi. Onu görünce Resûl-i Ekrem (sav) yüzünü çevirerek: "Ey Esma!.. Kadın büluğa erdi mi (yüz ve ellerini işaret ederek) şu ve şunun haricinde, vücudunun görünmesi haramdır"(98) buyurdu. Dolayısıyla kadının eli ve yüzü hariç bütün vücudunu örtmesi farzdır. Namaz kılarken ve ihramlı iken; elin ve yüzün açık bırakılması da; bu iki uzvun avret olmadığının delilidir. Dürri'l Muhtar'da: "Genç kadının erkeklerin arasında yüzünü açması men edilir. Fakat bu avret olduğu için değil, fitneden korkulduğu içindir"(99) hükmü zikredilmiştir. Hanefi ve Maliki ûleması; el ve yüzün avret olmadığı hususunda müttefiktir. Şâfii ve Hanbeli fûkahası; kadının erkeğe karşı bütün vücudu avrettir" hükmünü beyan etmişlerdir.(100)
1670 Bir kadının yabancı bir erkeğe bakması mümkün müdür? sualine cevap arayalım. Herhangi bir meşru ihtiyaç olmadığı süre içerisinde kadının yabancı bir erkeğe bakması câiz değildir.(101) Nitekim Ümmü Seleme (R.anha)'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerif, bu konuyu izah etmektedir; hadis şudur: "Hicap Âyet-i Kerîmesi geldikten sonra, Ben ve Meymûne Resûl-i Ekrem (sav)'in yanında oturuyorken, âmâ Hz. İbn-i Mektûm (ra) yanımıza çıkageldi. Bunun üzerine Resûlullah (sav) bize: "Perde arkasına çekilin" dedi. Biz: "Ya Resûlullah, o âmâ değil mi? Bizi ne görür, ne tanır" dedik. Resûlullah (sav): "Siz de âmâ mısınız? Onu görmüyor musunuz?" buyurdu.(102) Burada; Resûl-i Ekrem (sav)'in kadın ve erkeğin aynı mecliste oturmasına izin vermediği görülmektedir. Kadın ve erkeğin, küçük yaştan itibaren bir arada bulunmaları ve serbest ilişki içerisinde yetişmelerinin saldırganlığı azaltacağı yolundaki teorilerin, İslâmi açıdan hiçbir değeri yoktur. Esasen bu teoriye göre ilişkilerin düzenlendiği toplumlarda; hayal edilen hiçbir tavır gerçekleşmemiştir. Zinâ alabildiğine yükselmiş ve nesil emniyeti ortadan kalkmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in eşi Hz. Sevde (R.anha)'ye hitaben: "Allahû Teâla (cc) ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir"(103) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla ihtiyaç için dışarıya çıkan bir kadının; yabancı erkekleri de, göreceği muhakkaktır. Fûkaha; aynı mecliste karşı karşıya ve kasıtlı olarak bir kadının yabancı erkeğe bakmasının câiz olmadığını, fakat ihtiyaç anında kadının, yabancı bir erkeğe bakabileceğini esas almıştır. Buradaki incelik şudur: Bir kadın; aynı mecliste, kasıtlı olarak bir yabancı erkeğe bakarsa bazı duygulara kapılabilir. Kadın; yaradılış olarak, cinsi açıdan arzusunu beyan edemez, utanır. Erkek ise bu hususta istediğini elde etmek için gayret sarfeder, arzusunu da açıklar!.. Aynı mecliste başbaşa kalmaları ve kasıtlı olarak birbirine bakmaları bu sebeble câiz değildir. Nitekim: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa; yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın. Çünkü üçüncüleri şeytandır"(104) Hadis-i Şerifi meselenin mahiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır.
UMUMİ YERLERDE (CADDE-SOKAK VS.) KADINLARA BAKMAK
1671 Avret bahsinde de izah ettiğimiz gibi İslâm dini; erkeğin, yabancı kadınlara bakmasını (ihtiyaç ve zarûret hali hariç) yasaklamıştır. Dolayısıyla müslüman erkekler; karısı ve nikahı kendisine ebediyyen haram olan yakınları (akrabaları) ile bir arada oturabilir.(105) Bunun dışında yakın akrabası da olsa (amca kızı, dayı kızı vs...) "Haremlik ve Selamlığa" riâyet etmek zorundadır. Sahabe-i Kiram'dan bir zat Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Kocanın akrabası (kayınbiraderi vs.) hakkında ne dersiniz?" sualini tevcih etmiştir. Resûlullah (sav) "İşte bunlar (hamv) ölümdür"(106) cevabını verir. Dolayısıyla müslüman bir kadın; kocasının akrabaları (kardeşi, yeğenleri, amca ve dayı çocukları vs.) ile ilişkilerini, şer'i hududlara göre düzenlemek zorundadır.
1672 Umûmi yerlerde (cadde, sokak, pazar vs.) erkeklerin; yabancı kadınları görmemeleri mümkün değildir. Burada riâyet edilecek edeb; kasdi olarak ve sürekli bakmamaktır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Ali (ra)'ye hitaben: "Yâ Ali! Yabancı bir kadını gördüğünde ikinci defa bakma!.. Çünkü ilk bakışın iraden dışındadır ve onda bir vebal yoktur. İkinci defa bakarsan bu, iradenle olduğu için haramdır"(107) buyurmuştur. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem (sav) döneminde kadınlar; şer'i ölçülere uygun giyiniyorlardı. Günümüzde ise manzara fecidir. Zira kadınların mahrem yerleri (tesettüre riâyet etmedikleri için) meydandadır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
1673 Dürri'l Muhtar'da: "Musannıfın gasp bahsinde naklettiğine göre Hz. Ömer (ra) yasçı bir kadına hücum ederek onu kamçıyla dövmüş; hatta kadının başörtüsü düşmüş, kendisine "Ey mü'minlerin emiri!.. Kadının başörtüsü düştü" demişler Ömer (ra): "Bunun gibisinin hürmeti yoktur" cevabını vermiş. Bundan dolayı Fakih Ebû Behr Belhi, nehir kenarında başları ve kolları açık birtakım kadınların yanından geçtiğinde kendisine: "Bunların yanından nasıl geçiyorsun" denildiğinde: "Bunların hürmeti yoktur. Ancak ve ancak imanlarında şüphe vardır. Bunlar harbi kadınlar gibidirler" demiştir." hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şehrederken şunları kaydeder: "Bunlar harbi kadınlar gibidirler. Yani onlar ganimet mallarıdır. Cariyenin başı ve kolu avret değildir demek istemiştir. Fakih, Hz. Ömer (ra)'in sözünden şöyle hüküm çıkarmıştır: O yasçı kadının hürmetini iskât edince, bu da ecnebi erkeklerin geçtiği yerde, başlarını açanların hürmetinin olmadığına hükmetmiştir. Çünkü onların dinle alay eden, onu küçümseyen hallerini görmüştür. Kadınların hürmetini ıskat eden sebeb işte budur."(108)
1674 Şuurlu bir müslüman; imtihan alanının ve zamanının tayininde, hiçbir payı olmadığını bilir!.. Hangi şartlarda olursa olsun; Allahû Teâla (cc) ve Resûlü'nün (sav) emirlerine itaata gayret eder. Kadınların kendi hürmetlerini ortadan kaldırmış olmaları; onlara, gayr-i meşru bir tecavüzü gerektirmez. Nitekim İbn-i Abidin bahsin devamında: "Buradan şu anlaşılır ki, zamanımızda kendisini alim sayan bazı kimselerin batıl fikirlerince "Giyinip, kuşanmadan sokaklarda dolaşan fahişelerle istilâ hükmünce cimâda bulunmak câizdir" fetvası vermeleri pek çirkin bir hatadır. Zinanın mübah sayılmasına yol açtığı için, hemen hemen küfürdür" demektedir. Sonuç olarak; tesettüre riâyet etmeyen bir kadının, avret yerlerini gayr-i ihtiyari (kasden değil) gören kimse bundan mes'ul olmaz.
1675 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey Peygamber kadınları!.. (Siz) Diğer kadınlardan biri değilsiniz. Eğer (Allah'tan) korkuyorsanız, (Size yabancı olan erkeklere) yumuşak söylemeyin. Sonra kalbinde bir hastalık bulunanlar tamaa düşerler. Sözü ma'ruf vech ile (ve ağır başlı) söyleyin"(109) hükmü beyan buyurulmuştur. Bilindiği gibi; Resûl-i Ekrem (sav)'in zevceleri, bütün mü'minlerin anneleri hükmündedir.(110) Buradaki hitabın hususi olması; hükmün bütün kadınları içine almasına mâni değildir. Dolayısıyla kadınların; erkeklerle konuşurken, nelere dikkat etmeleri gerektiği izah edilmiştir. Cahiliye döneminde kadınlar; kelimelerin sonlarını hıfzederek nağme yapar ve alaka uyandıracak bir ses tonunu tercih ederlerdi.(111) İbn-i Abidin "Kadının sesi" konusunda şunları zikrediyor: "Zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. Bu anlayış doğru değildir. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve aruza göre okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarla erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini harekete geçirmek vardır. Kadının ezan okuması da bundan dolayı câiz olmamıştır"(112)
1676 Dikkat edilirse Âyet-i Kerîme'de "Sözü ma'ruf vech ile (ve ağır başlı) söyleyin" emri verilmiştir. Esasen kadınların sesleri fıtraten güzeldir. Buna cilve yumuşaklık eklenirse; fitnenin uyanmasına da vesile olabilir. Kadınlara kararlı ve düzgün konuşmaları emredilmiştir.(113)
C) AİLE İÇERİSİNDE ÂDAB-I MUÂŞERET
1677 Nikah bahsinin girişinde; kadın ve erkeğin birbirine karşı duyduğu şiddetli temayül üzerinde durmuştuk!..(114) Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc) kadın ve erkeği belli özelliklerde yaratmış; her iki cinse de, aile içerisinde farklı görevler vermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridir. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlüne itaat ederler."(115) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse; mü'min erkek ve mü'min kadınların vasıfları beyan edilirken, "Allah ve Resûlüne itaat ederler" denilmiştir. Dolayısıyla aile içerisinde karşılıklı hak ve görevlerin mahiyetini İslâmi esaslar teşkil edecektir. Aralarında ortaya çıkabilecek her türlü ihtilafta da kuvvet, hile veya ihanet değil, İslâm gündeme girecektir. Çünkü aralarında nikah bağı bulunmasa dahi, mü'min erkek ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. Nikâh bu "veliliği" ortadan kaldırmak için değil; bilakis daha da güçlendirmek için meşru olmuştur.
1. KADININ DİKKAT EDECEĞİ MUÂŞERET ESASLARI
1678 Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Vakar ile) Evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyet (devri kadınlarının kırıla döküle) yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaat edin"(116) hükmü beyan buyurulmuştur. Mü'min bir kadın için asıl olan evinde oturmasıdır. Kocasının sarih izni olmadığı süre içerisinde; ihtiyaç için dahi olsa, evinden çıkamaz.(117) Nikâh bahsinde de beyan ettiğimiz gibi; evin bütün ihtiyaçlarını ve geçimini (nafakayı) sağlamak erkek üzerine vâcip kılınmıştır.(118)
1679 Ailede huzur ve saadeti gerçekleştirmek için; karşılıklı haklara saygı esastır. Allahû Teâla (cc); mü'min kadınların, kocalarına itaat etmelerini emretmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler (aile reisidirler). O sebeble ki; Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de (erkekler onlara) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Alah kendi haklarını nasıl koruduysa, onlar da öylece göze görünmeyeni (kocasının şeref ve namusunu) koruyanlardır."(119) buyurulmuştur. İslâm dininde emirlik (reislik) hizmete dayanan bir olaydır. Ailenin bütün meselelerini; başta nafaka olmak üzere erkek yüklenmiştir. Ayrıca evleneceği kadına "mehir" vermek durumundadır. Bütün bunlara karşılık erkeğe "Aile Reisliği" verilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kişinin elde ettiği en büyük hazineyi açıklarken şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Baktığın zaman seni mesrûr eden, emrettiğin zaman itaat eden, sen olmadığın zaman malını ve namusunu koruyan sâliha bir kadındır"(120) Evet!.. (sâliha) mü'min bir kadın, yeryüzündeki en büyük hazinedir. Şurası muhakkaktır ki; kadının kocasına itaati, Allahû Teâla (cc) ve Resûlüne itaatle sınırlı bir hadisedir. Yani meşru (şer'i) emirlerinde itaat esastır.
1680 Kadınların aile mahremiyetlerini ve sırlarını muhafaza etmeleri esastır. Nitekim Âyet-i Kerîme'de: "Onlar da öylece göze görünmeyeni (gaybı) koruyanlardır" denilmiştir. buradaki göze görünmeyenden kasıd; kocasının namus ve şerefidir. Kadın zinâdan uzak durmak ve aile mahremiyetlerini muhafaza etmekle görevlendirilmiştir. Bu aynı zamanda kendi haysiyet ve şerefidir. Yine bir başka Âyet-i Kerîme'de: "Hani peygamber zevcelerinden birine, gizli bir söylemişti (sır vermişti). Bunun üzerine o (zevce) bunu haber verip de, Allah da ona (Resûlüne) bu durumu açıklayınca!.. Peygamber ancak bunun bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince o (zevce): "Bunu sana kim haber verdi" dedi. Peygamber de: "Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan (Allah) haber verdi" dedi"(121) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler bu Âyet-i Kerîme'de bahsi geçen zevcenin Hz. Hafsa (r.anha) olduğunu ve kendisine emanet edilen sözü Hz. Aişe (r.anha)'ye: "Açıklamakta, herhangi bir mahzur yok" diye düşünerek ifşa ettiğini beyan etmişlerdir. Ayrıca aile ferdleri arasında dahi; emanet olan sözün, izinsiz olarak ifşa edilmesinin yasaklandığının bu ayetle sabit olduğunu zikretmektedirler. Zirâ hem Hz. Aişe (r.anha) hem Hz. Hafsa (r.anha) Resûl-i Ekrem (sav)'in mübarek zevceleri, mü'minlerin anneleridir. Resûlullah (sav) ile Hz. Hafsa (r.anha) arasında kalması icab eden "sadece bir sözden" ibarettir.(122) Dikkat edilirse bu Âyet-i Kerîme'de; kadınların kocalarına ait, velev ki bir söz dahi olsa, muhafaza etmelerinin gerektiği belirtilmektedir.
2. KOCANIN (ERKEĞİN) DİKKAT EDECEĞİ MUÂŞERET ESASLARI
1681 Şurası muhakkaktır ki; karşılıklı sevgi ve saygı olmadığı süre içerisinde, aile hayatını devam ettirmek imkansızdır. Sevgi ve saygı ortamının meydana gelmesinde; aile reisinin payı, diğer ferdlerden daha fazladır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlarla marûf vech ile muâşeret ediniz. Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur"(123) hükmü beyan buyurulmuştur.
1682 Buradaki "Onlarla (kadınlarınızla) ma'ruf vech ile muaşeret ediniz" den kasıd; "nafaka hususunda insaflı ve cömert olmak, hiçbir iyiliği başa kakmamak, söz ve sohbette (şer'i hududlara riâyet ederek) güleryüzlü, merhametli davranmaktır." "Olabilir ki; bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" dan maksad; o kadından salih bir evlad vermek sûretiyle, sizi rızıklandırır veya hoşunuza giden bazı vasıflar ihsan eder. Bunları dikkate alarak; "Ben bundan hoşlanmıyorum" diyerek, şer'i hududları tahrip etmeyiniz. Affedilmesi mümkün olan kusurlarını görmemezlikten geliniz."(124) demektir. Şurası muhakkaktır ki; kul hatasız olmaz. Aile içerisinde; birçok mesele gündeme gelir. Aile reisine düşen; bu meselelerde, temkin, sabır ve hoşgörü ile davranmaktır.
1683 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gerçekten kadın kaburga kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Hali üzere bırakırsan kendisinden istifade edersin"(125) buyurduğu bilinmektedir. Esasen erkek ve kadın; fıtrî olarak (fizikî ve ruhî) farklı özelliklere sahiptir. Aile reisi; kadının tıpkı kendisi gibi olmasını arzu ederse, büyük bir mücadele başlar. Aile ferdlerini olduğu gibi kabul edip; sünnete uygun şekilde terbiye etmek esastır. Bazı kadınlar; küçük bir iyiliği bile şükranla karşılarken, bazıları da aksine "Dünyaları versen, istediği en ufak birşeyi yapmadığın zaman, daha önceki bütün iyilikleri unutur ve senden hiç hayır görmedim"(126) diyebilir. Resûlullah (sav) bütün bu gerçekleri haber verirken; aile içerisinde uzlaşmanın ve (haramı helâl, helâli de haram kılmadığı müddetçe) sulhun hayırlı olduğuna işaret etmiştir. Sonuç olarak aile reisi; karısından ve çocuklarından gelebilecek olan her türlü eziyete karşı sabırlı olmak durumundadır. Çünkü bunlar imtihan için verilmişlerdir. Muhakkak ki her imtihanın bazı zorlukları vardır.
3. İHTİLAF HALİNDE DİKKAT EDİLECEK ADAB-I MUAŞERET
1684 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şerlerinden ve serkeşliklerinden yıldığınız (bıktığınız) kadınlara gelince: Onlara önce nasihat edin. (vazgeçmezlerse) Kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (yine vazgeçmezlerse) dövün. Ancak size itaat ederlerse aleyhlerine bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür"(127) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler; "aile içerisinde başgösteren ihtilafta kocanın uyması gereken muâşeret, bu Âyet-i Kerîme'de beyan edilmiştir. Buradaki "Nüşûz" kelimesinin lûgat manası, tümsek, demektir. Kadının kocasına, buğz ve nefretle davranması ve isyan etmesi manasına kullanılmıştır. Nüşûz aynı zamanda fuhuş manasına da gelir. Ancak evli bir kadının zinasında verilecek ceza, dövmek değil, recmdir. Dolayısıyla burada; kadının kocasına itaatten vazgeçip, şer'i hududları tanımadan ve nefretle davranmasıdır. Bu gibi durumlarda kocanın; nasihatı öne alması ve kadının yanlışını münâsip lisanla anlatması emredilmiştir. Eğer nasihat fayda vermezse; üç günden fazla olmamak şartıyla darılması ve kadını yatağında yalnız bırakması gerekir. Bu sayede kadın durumun vahametini ve boşanmaya doğru adım atıldığını kavrar. Sohbet ve cinsî münasebetin kesilmesi; onun için bir ikazdır. Bütün bunlar netice vermezse; başına vurmamak ve yaralamamak şartıyla hafifçe dövülür"(128) hükmünde ittifak etmişlerdir.
1685 "Ancak size itaat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın" hükmü;; nasihat veya yataklarında yalnız bıraktıran (hicret) veya hafifçe dövdükten sonra, (isyandan vazgeçip) itaat ederlerse, intikam almaya kalkmayın" demektir. Çünkü nasihat ve diğer tedbirler; aile hayatının devamı için meşru kılınmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in veda hutbesinde de beyan buyurduğu gibi kadın, Allahû Teâla (cc)'nın bir emaneti hükmündedir.(129) Kaldı ki; onlarla şer'i hududlar içerisinde iyi geçinme de, vacip kılınmıştır. İntikam alma duygusu ise; aile hayatının devamına engel teşkil eder.
1686 HAKEM TAYİNİ: Aile hayatının devamı; bütün tedbirlere rağmen tehlikeye düşerse, yakın akrabaların ve mü'minlerin üzerine önemli bir görev düşer. Şimdi bu husustaki hükmü izaha gayret edelim. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Eğer karı-kocanın) Aralarının açılmasından endişeye düşerseniz o zaman kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse, Allah aralarında (ki dargınlık yerine geçinme) onları (sulha) muvaffak buyurur. Şüphesiz ki Allah hakkı ile bilicidir. (Herşeyin künhünden) haberdardır"(130) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler; "Karı-koca ihtilafı büyütüp, birbirine eziyet etmeye başladıkları zaman, mü'minlerin tamamına bu ihtilafı giderme görevi terettüp etmektedir. Âyet-i Kerîme'de özellikle yakın akrabaların zikredilmiş olması; ihtilafın sebeblerini (ve onların huylarını) daha yakinen bilecekleri içindir. Hakemlerin mutlaka adil, tecrübeli ve fıkıh bilgileri fazla olmalıdır. Eğer akrabalar arasında bu vasıflara haiz kimse yoksa, akrabaların dışında adil ve alim iki kişi gönderebilir."(131) hükmünü zikretmişlerdir. İmam-ı Şafii (rha) ayette geçen "gönderin" emrini esas alarak bu farzdır demiştir. Çünkü karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek için hakem göndermek, zulmü bertaraf etmek demektir. Bu da İslâm idarecilerinin (kadı, hakem, vali vs.) üzerine düşen umûmi farzlardan birisidir.(132)
4. CİNSEL İLİŞKİDE ÂDAB-I MUÂŞERET
1687 Diğer canlılarda olduğu gibi; insanlarda da "neslin devamı" duygusu oldukça önemlidir. Hatta çocuğu olmayan aileler; belirli komplekslerle, kısa süre içerisinde ihtilafa düşerler!.. Bunun dışında; kadın erkeğe, erkekte kadına karşı cinsî temayül duyar. Eğer bu cinsî temayül; İslâmî hududlar içerisinde ve meşru bir şekilde yönlendirilemezse, "nesil emniyeti" darmadağın olur. Nikah bahsinin girişinde; kadın ve erkeğin birbirine duyduğu ilgi üzerinde durmuştuk!.. (133)
1688 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kadınlar sizin (evlad yetiştiren) tarlalarınızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin (hayırlı evladlar yetiştirin). Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki siz O'na kavuşacaksınız. İman edenlere müjdele"(134) hükmü beyan buyurulmuştur. Hz. Cabir (ra)'den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i Kerîme; Yahudilerin "Hanımının doğru yoluna arkadan münasebette bulunan kimsenin doğabilecek çocuğu şaşı olur" demelerini tekzib için inzal buyurulmuştur. Hz. Abbas (ra)'dan rivayet ise şudur: "Kureyşliler, Mekke'de iken karılarının doğru yoluna diledikleri şekilde yaklaşıyorlardı. Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra Medineli kadınlar ise (Yahudilerin teorileri sebebiyle) huzursuzluk duymaya başladılar. Bunun üzerine "Kadınlarınız sizin (evlad yetiştiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin" ayeti nazil oldu.(135) Allahû Teâla (cc) kadını