ZİRAATLE MEŞGUL OLMAK
1497 Rızk elde etme yollarından birisi de ziraatle meşgul olmaktır.(233) Kur'an-ı Kerim'de: "Allah gökleri ve yeri yaratandır. Üstten (bulutlardan) su indirip, onunla size rızk olarak türlü mahsuller, meyvalar çıkarandır. Emr ve izni ile gemileri denizden yürümek için size râm edendir. Akarsuları da yine, sizin (faydanıza) müsehhar kılandır. Güneşi, ayı adetlerinde daim (ve hizmetlerinize kaim) olarak size teshiyr eden O, geceyi, gündüzü sizin (faydanıza) tahsis eyleyen O'dur. Allah, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer (Allahû Teâla'nın) ni'metini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) siz (nimetleri) icmal sûretiyle bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür"(234) hükmü beyan buyurulmuştur.
1498 Burada "Ve âtâkum min külli mâ se'eltumûh" hükmünün (yani "size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi") mahiyeti oldukça önemlidir. Müfessirler buradaki "Min" harf-i cerri'nin teb'iz manası ile: "Hem size istediğiniz her şeyden verdi", beyaniyle: "Hem size istediğiniz şeylerin hepsini verdi" şeklinde ele alınabileceği üzerinde durmuşlardır.(235) Dolayısıyla insanın ihtiyaç duyacağı herşey yaratılmıştır. Nitekim bir başka Ayet-i Kerime'de: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahû Teâla'ya ait olmasın"(236) buyrulmuştur. İmam-ı Şafii (rha) bu Ayet-i Kerime'deki hükmün umumi olduğunu, yani her canlının rızkının Allahû Teâla (cc) tarafından yaratıldığını zikretmektedir.(237) Sonuç olarak; Allahû Teâla (cc) insanların istediği herşeyi bizzat yaratarak depo etmiştir. İnsana düşen, meşru yollarla bu rızkı temin etmektir.
1499 Kapitalizme ve modern (!) siyasi ekonomi doktrinine göre: "İnsanın ihtiyaçları sonsuz, fakat bu ihtiyaçları karşılaycak olan mal ve hizmet miktarı sınırlıdır. Dolayısıyla kaynakların kullanımında bir seçim yapmak ve hangi malların nasıl ve ne miktarda üretilip, kimlere dağıtılacağı hakkında bir karara varmak gerekmektedir."(238) Buna "Nedret Teorisi" (rerity) denilir. Kat'i nasslar göstermektedir ki; bu teori bir vehimdir.
1500 "Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür" Ayet-i Kerime'sinin tefsirinde İmam-ı Kurtubi, "Zulm" ve "Nankörlüğü" şu şekilde izah etmektedir. Yeryüzünde saklı olan nimetleri elde etme yolunda çalışmamak, gayret sarfetmemek, kısaca üzerine düşeni yapmamak suretiyle hem kendini, hem başkalarını mahrum etmek "Zulüm"dür. (Üretim düşüklüğü, sırtüstü yatmak) nankörlük ise; elde edilen nimetleri hak sahiplerine meşru bir biçimde dağıtmamak, hile yapmaktır.(239)
1501 Malum olduğu üzere insanın gücü sınırlıdır. Tabiatta bulunsa bile; istediği her şeyi elde edebilecek güçte değildir. Nitekim teknolojinin hızla ilerlemesi, bu eksikliği giderme ihtiyacındandır. Bu arada "Az çalışıp, çok kazanma" hırsı, insanlar arasında yaygın olan bir hastalıktır. Bu sebeble; insan, sınırlı olan gücünün bir kısmını kullanmaz, nazlanır. Bütün bunlar dikkate alındığı zaman; kısmi bir "Nedret'in" ortaya çıkabileceğini kabul edebiliriz. Ancak bu, insanın; tabiat karşısındaki, tavrı ve tembellliği ile alakalıdır.
1502 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, bunu kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse, muhakkak onu diksin, bırakmasın"(240) buyurduğu bilinmektedir. Kıyametin mahiyeti dikkate alınırsa; Resûlullah (sav)'in bu tavsiyesinin, insanın bütün imkânlarını titizlikle kullanması ile ilgili olduğu kavranır. Nitekim tarıma elverişli olmayan ölü toprakların (Mevât arazinin) ihyası; ziraate ne kadar önem verildiğinin, en güzel örneğidir. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
ÖLÜ TOPRAKLARIN (MEVAT ARAZİNİN) İHYASI
1503 İslâm fıkhında toprak mülkiyeti birçok yolla elde edilebilir. Bunların başında; ziraate elverişli olmayan toprakların (mevat arazinin) ihyası gelir. Önce "mevât araziden" neyin kaydedildiğini izaha gayret edelim. Mevât; lûgat yönünden ölmüş hayvana verilen isimdir. Arazide mecaz olarak kullanılmıştır.(241) Hanefi fûkahası: "Mevat arazi, hiç kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan, vasfından dolayı (çorak, batak, taşlık vs..) ziraate elverişsiz olup, insanların (Mer'a, harman yeri, vs. şeklinde) kullanmadıkları ve terkettikleri topraktır"(242) tarifinde ittifak etmiştir.
1504 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim ölü bir toprağı ihya ederse, (ihya ettiği) o toprak onun olur"(243) buyurduğu bilenmektedir. İmam-ı Ebû Yusuf (rha): "Benim görüşüme göre: Ölü toprağı diriltmekte; başka bir şahsa karşı herhangi bir zarar yoksa ve o toprak üzerinde bir başkasıyla ihtilâf da mevcut değilse, şüphesiz Resûlullah (sav)'in izni kıyamete kadar baki ve geçerlidir. Zarar geldiği takdirde bu zarar hadisin: "Haksız bir ekici veya dikicinin toprakta hakkı yoktur" kısmına yorumlanır ki, hadisin bu kısmı izni de kapsar"(244) hükmünü zikretmektedir.
1505 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha): "Ölü toprağın ihyasının mülkiyet meydana getirdiğini, bunun ise Müslümanlar arasında ihtilaflara sebeb olacağını esas almış ve Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İnsan için imamının (Ulû'lemr'in) hoş gördüğü (izin verdiği) şey vardır" hadisine dayanarak: "Ölü toprağın (mevat arazinin) ihyası için Ulû'lemr'in izni gerekir"(245) demiştir.
1506 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Boş araziler (sahipsiz, adi topraklar) Allah'ın ve Resûlünündür. Ondan sonra da sizindir. Her kim ölü bir toprağı ihya ederse, o toprak ihya edenindir. Üç sene boş kalan arazide muhtecirin hakkı yoktur"(246) buyurduğu bilinmektedir. Bir arazi ihya edilmeden önce, belli işaretlerle çevrilir. Buna "tahcir etme" denilmiştir. Bu faaliyet, ölü bir araziyi ihya etme arzusunu beyan eder, mülkiyet ifade etmez. Nitekim İmam-ı Yusuf (rha): "Hz. Ömer (ra) bir gün hutbeye çıktı ve şöyle konuştu: "- Her kim ölü bir toprağı ihya ederse, o toprak ihya edenindir. Üç sene boş kalan arazide muhtecirin (toprağı çevirenin) hakkı yoktur" Bunu söylemesine sebeb; bazı kimseler işlemedikleri halde bazı arazilere el koymuşlar, kendilerinin olduğunu iddia etmek istemişlerdi"(247) hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; ölü bir araziyi işaretlerle çevirmek, ancak bir ön hak meydana getirir, mülkiyet meydana getirmez.
1507 Fûkaha ihya için gerekli şartlar üzerinde durmuştur. İmam-ı Şafii (rha): "Ölü toprak hangi maksat için ihya ediliyorsa, o hususta gerekli herşeyin yapılması esastır. Ağaç dikmek, ekin ekmek, kuyular açmak ve bina yapmak gibi"(248) hükmünü benimsemiştir. Mecelle'de: "Tohum ekmek ve fidan dikmek arzı ihya olduğu gibi; nadas eylemek (sürmek) sayk etmek yahut sayk (sulama) için ark ve cedvel açmak dahi ihyadır"(249) denilmiştir. Dikkat edilirse; o toprağın, verimli hale getirilmesi esastır.
CİHAD SONUCU ELDE EDİLEN TOPRAKLAR
1508 Hz. Ömer (ra)'in hilafeti dönemine kadar; cihad sonucu elde edilen topraklar mücahidler arasında taksim ediliyordu. Hz. Saad b. Ebi Vakkas (ra)'ın komutasındaki İslâm ordusu Irak'ı fethedince, elde edilen ganimetlerin taksimi gündeme girdi. Şimdi bu husustaki gelişmeyi İmam-ı Yusuf (rha)'un "Kitabû'l Haraç'ın"dan özetleyerek izaha gayret edelim: "Medineli alimlerden pek çoğu bana şöyle anlattılar: "... Sonra Hz. Ömer (ra) Irak ve Şam taraflarından Allahû Teâla (cc)'nın müslümanlara ihsan ettiği arazilerin taksimi hususunda Resûlullah'ın ashabı ile istişarede bulundu. Bazıları; ganimetlerin ve fethedilen arazilerin taksim edilmesini istediler. Hz. Ömer (ra): "- Sizden sonra gelen müslümanlar ne olacak? Onlar, arazilerin ahalisiyle beraber taksim edilmiş olduklarını, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin herşeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler. Bu istek, doğru bir görüşe dayanmıyor" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abdurrahman b. Avf (ra): "- O halde doğru görüş nedir? arazi ve sahipleri; Allah'ın fatih müslümanlara ihsan ettiği fey' ve ganimetten başka birşey midir?" dedi. Hz. Ömer (ra) bu suale şöyle cevap verdi: "- Onlar ancak senin dediğin gibidir. Lakin ben meseleyi öyle görmüyorum. Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir memleket fetholunmaz. Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddi bakımdan bir yük ve külfet olması muhtemeldir. Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler ne ile korunur? Geriden gelen nesillere, yetimlere ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer memleketlerden ne kalır?
1509 Mecliste bulunanlar bu defa: "- Allahû Teâla (cc)'nın bize kılınçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri, harbe iştirak etmeyen, taksimine bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve orada hiç mevcut olmayan çocuklarına mı vakfedeceksin?" diyerek Hz. Ömer (ra)'e daha fazla yüklendiler.
1510 Hz. Ömer (ra): "- Bu bir görüştür" diyor. Başka bir şey ilave etmiyordu. Meclistekiler: "- O halde istişare et" dediler.
1511 Ravi der ki; Hz. Ömer (ra) ilk muhacirlerle istişare etti. Bir görüş birliğine varamadılar, ihtilafa düştüler. Hz. Abdurrahman b. Avf'ın görüşü haklarının kendilerine taksim edilmesi yolundaydı. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Abdullah b. Ömer, halifenin (Hz. Ömer'in) görüşünü benimsediler.
1512 Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) beşi Evs kabilesinden, beşi de Hazreç kabilesinden olmak üzere Ensar'dan on kişi çağırdı. Onlar toplantıya gelince, Allahû Teâla (cc)'ya hamd ve senadan sonra şöyle hitap etti: "- Sizi, size ait işlerden olup sizin namınıza taşımakta olduğum emanetin sorumluluğunu benimle birlikte paylaşmanız için rahatsız ettim. Ben de sizlerden herhangi biri gibiyim.(250) Siz ise bugün hak ve doğru olanı ikrar edersiniz. Bana muhalefet eden etti, muvafık düşünen de muvafakat etti. Ben, sizin, benim nefsi arzurlarıma tabi olmanızı istemiyorum. Sizin elinizde hakkı söyleyen bir kitap var. Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki, arzu ettiğim bir şeyi eğer söylersem, ben onunla ancak hakkı murad ederim."
1513 Bunun üzerine Ensar'dan müteşekkil istişare heyeti: "- Ey mü'minlerin emiri; buyur konuş, meseleleri duyup anlayalım" dediler.
1514 Hz. Ömer (ra) sözlerine devamla dedi ki: "- Benim, haklarında kendilerine zulmettiğimi iddia eden bu insanların sözlerini işittiniz. Ben zulûm irtikap etmekten Allahû Teâla (cc)'ya sığınırım. Eğer ben onlara ait bir hakkı onlardan zulmen alıp, başkalarına vermiş olsaydım, gerçekten kötülük etmiş olurdum. Fakat ben gördüm ki, Kisra'nın ülkesinden sonra fetholunacak birşey kalmadı. Allahû Teâla (cc) onların mallarını, arazilerini ve canlı-cansız bütün zenginliklerini bize ganimet olarak ihsan etti. Bu ganimetlerden menkul malları hak sahiplerine teslim ettim. Beşte birini (Humus'u) ayırdım ve yerine yerleştirdim. Şimdi onun idaresiyle (Hak sahiplerine verilmesiyle) uğraşıyordum. Arazilere gelince: Ben arazileri, onları işlemek için gerekli demirbaş menkûllerle birlikte dağıtım dışı tutmayı ve araziye arazi vergisi (haraç) koymayı, sahiplerine de bu vergiye ilaveten "cizye" vergisi koymayı, araziyi işleyenlerin ödeyecekleri bu haraç ve cizye gelirlerini, gerek muharib gerek çoluk-çocuk müslümanlar ile gelecek nesiller için bir fey' olmasını düşünüyorum. Şu kaleleri görüyorsunuz!.. Onları devamlı şekilde bekleyecek askerlere şiddetle ihtiyaç var. Şam, Cezire, Basra, Kûfe, Mısır gibi büyük yerleşim merkezlerini de düşününüz. Bu yerlerin askerlerle korunması, o askerlerin ihtiyaçlarının da karşılanması lazım. Arazi, demirbaşlarıyla beraber taksim edildiği takdirde, bu masraflar nereden karşılanır?"
1515 Dinleyenler hep birden şöyle dediler: "- Görüş senin görüşündür. Düşündüklerin ve söylediklerin ne kadar güzel!.. Eğer bu kaleler ve bu şehirler askerlerle korunmak, o askere kafi derecede masraf yapılmazsa ehl-i küfür, kaybettikleri ülkelerine geri gelir otururlar".
1516 Hz. Ömer (ra) bunun üzerine: "- Durum bence aydınlandı. O halde araziyi yerli yerince düzenleyecek, işleyenlere tahammülleri nisbetinde vergiler koyacak, akıllı ve muktedir bir adam olarak kim var?" dedi. İstişare heyeti Osman b. Huneyf üzerinde ittifak etti.
1517 Ebû Yusuf dedi: Muhammed b. İshak, Zühri'den rivayetle bana dedi ki: Hz. Ömer, fethedilen Irak arazisi hakkında halkla istişarede bulundu. Ekseriyeti taksim edilmesi görüşünü savundu. Bu hususta en fazla ileri giden Bilal b. Rabbah idi. Hz. Ömer'in görüşü ise, araziyi olduğu gibi bırakmak, taksim etmemek idi. Bunun üzerine: "- Ey Allah'ım!.. Bilal ve arkadaşlarına seni kefil ediyorum" dedi. Bu münakaşalar üç gün kadar devam etti. Sonra Hz. Ömer: "- Ben bir huccet buldum" dedi ve şu ayeti okudu: "Allah'ın onların mallarından peygamberine verdiği fey'e gelince; siz o hususta ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat Allah peygamberlerini dileyeceği kimselere musallat eder. Allah herşeye hakkı ile kaadirdir"(251) Bu ayette mevzûu edilen Nadıyr oğullarının durumuyla ilgili hususları izah etti. Bu hüküm umumi olup, bütün beldelere şamildir. Hz. Ömer (ra) daha sonra şu ayeti okudu: "Allah'ın, (fethedilen diğer) memleketleri ahalisinden alıp, peygamberine verdiği feyi, Allah'a, peygamberine, hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse alın, ne yasak ettiyse ondan sakının. Allah'dan korkun, çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir."(252) Sonra (Hz. Ömer) şu ayeti okudu: "(Bilhassa o fey'i) hicret eden fakirlere aiddir ki onlar Allah'dan bir fazl (u inayet) ve hoşnudluk ararlar ve Allah'a ve peygamberine (mallarıyla, canlarıyla) yardım ederlerken yurdlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır. İşte bunlar saadıkların ta kendileridir."(253) Hz. Ömer (ra) Allahû Teâla (cc) buna da razı olmadı, onlara başkalarını da kattı diyerek" şu ayeti de okudu: "Onlardan evvel (Medine'yi) yurd ve iman (evi) edinmiş olan kimseler kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyil) bulmazlar. Kendilerinde fakr-û ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muradlarına erenlerin ta kendileridir"(254) Allah bilir amma, bize gelen malûmata göre, bu ayet ensar hakkındadır. Allahû Teâla (cc) bununla da iktifa etmeyerek şöyle buyurmuştur: "Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin"(255) Bu ayet, onlardan sonra gelenler hakkında umumi bir hükümdür. Bu fey, okuduğum ayetlerde geçenlerin hepsi için umumi ve müşterek bir haktır. Hal böyle olunca, nasıl olur da bunlara taksim ederiz ve onlardan sonra gelecek kimseleri nasipsiz bırakırız. Bu konuşmadan sonra Hz. Ömer (ra) araziyi olduğu gibi bıraktı ve vergisini topladı. Ebû Yusuf der ki: "Hz. Ömer (ra)'in, fetheden kimselere, fethedilen arazileri taksim etmemek hususundaki görüşü ve Kur'an'dan Allah'ın kendisine tanıttığı ayetlerle istidlâl etmesi, onun bu tutumunda Allah'ın kendisine ihsan ettiği bir başarıdır. Bu davranıştan doğan hayır bütün müslümanlara aittir. Yine onun (Hz. Ömer'in) bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi cemiyete ait umumi bir faydadır. Zira bu arazilerin gelirleri, eğer atiyyeler ve masraflarda kullanılmak üzere halka vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz, ordular cihad için yola çıkamazdı"(256).
1518 Resûl-i Ekrem (sav), Bahreyn mecusilerinden cizye kabul buyurmuştur. Onlardan kim İslâm'ı kabul ettiyse, onun müslümanlığı kabul görmüştür. Müslüman olması nefsinin ve (toprakları hariç; çünkü henüz güçlü iken İslâm'ı kabul etmediği için, böyle bir kimsenin arazisi, bütün müslümanlara ait bir fey'dir) malının korunmasına vesile oldu.(257) Dikkat edilirse Hz. Ömer (ra)'in tatbikatı, daha önce "Bahreyn'de" uygulanmıştır. Hz. Ali (ra)'nin hilâfeti döneminde bir zimmi müslüman olmuştur. Durumu ile ilgili olarak Hz. Ali (ra): "- Sana artık cizye yok!... Fakat üzerinde bulunduğun arazi bizimdir, ümmetindir"(258) hükmünü beyan eder.
1519 Sonuç olarak; cihad sonucu fethedilen toprakların mülkiyeti bütün müslümanlara aittir. Ulû'lemr; müslümanların hayrını ve menfaatlerini gözetmek şartıyla muhayyerdir. Şöyle ki; bütün müslümanlar namına vakfedebilir, ihtiyaç sözkonusu değilse fethe katılan mü'minlere taksim edebilir veya bir kısmını vakıf, bir kısmını taksime tabi tutabilir. Resûl-i Ekrem (sav) Kurayza ve Benû Nadir arazilerini fetihten sonra taksim etmiş. Mekke arazisini dağıtmamış, hayber arazisini ise kısmen dağıtmıştır. İmam-ı Malik (ra) fethedilen toprakların prensip olarak dağıtılamayacağını, bütün müslümanlar lehine vakfedebileceğini esas almıştır. Müslümanların maslahatı; Ulû'lemr'e bazı istisnai uygulamalar sağlayabilir.(259) Dikkat edilirse; fethedilen arazilerin fıkhı, ganimetlerden bazı noktalarda ayrılmaktadır. Miri topraklar; hüküm olarak bütün mü'minlere aittir.
SULH SONUCU ELDE EDİLEN TOPRAKLAR
1520 Sulh yoluyla elde edilen toprakların fıkhı; "Sulh Şartlarıyla" sınırlıdır. Bu şartlara birşey ilave edilemez.(260)
1521 Bir ülkenin halkı; tebliğ sonucu kendiliğinden müslüman olursa toprak mülkiyeti aynen devam eder. Nitekim Feteva-ı Hindiyye'de: "Halkı kendiliğinden müslüman olmuş bulunan her beldenin arazisi, öşür arazisidir."(261) hükmü kayıtlıdır.
1522 Resûl-i Ekrem (sav)'in müslümanlarla sulh anlaşması imzalamayanlarla ilgili olarak: "- Sakın onlardan (anlaşmalarda belirtilen miktardan) fazlasını almayın. Çünkü size helal olmaz"(262) buyurduğu bilinmektedir. Kudretleri bulunsa bile, anlaşma şartlarından fazlası talep edilmez. Müslümanların; zimmilerden (Gayr-i müslimlerden) "Haraç" arazisi satın almaları caizdir.(263).
1523 Ziraatle meşgul olan kimsenin; İslâmi hududlara riayet etmesi esastır. Toprak sahibi müslüman ise "Öşür", gayr-i müslim ise "Haraç" vermekle mükelleftir. Ancak, aynı arazide; hem öşür, hem haraç birleşmez. Şimdi "Ziraatle meşgul olmayı arzu eden, fakat toprağı olmayan kimse ne yapacaktır?" sualine cevap arıyalım.
ZİRAAT ORTAKLIĞI (MÜZARAA)
1524 Önce kelime üzerinde duralım. Mûzaraa: "Zer" kökünden olup, müfaale babındandır. Tohum ekmek, tarla sürmek, ziraat yapmak gibi manalara gelir.(264) İslâmi ıstılahta: "Bir taraftan arazi, diğer taraftan iş gücü ortaya konularak, elde edilen mahsulün belli oranda aralarında taksim olunması şartıyla kurulan zirai bir şirkettir"(265) şeklinde tarif olunmuştur.
1525 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde müzaraa (ziraat ortaklığı) fasid bir akiddir, sahih değildir. Çünkü Hz. Rafii b. Hadic'in rivayet ettiği Hadis-i Şerife göre, Resûl-i Ekrem (sav) böyle bir ortaklığı nehyetmiştir.(266)
1526 İmam Ebû Yusuf (rha) ve İmam-ı Muhammed (rha) indinde, müzaraa belli şartlarla sahih olan bir akiddir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in Hayber'in fethinden sonra; o beldedeki insanlarla ortaya çıkan mahsulün (Meyva ve ekinin) yarısı karşılığında muamele yaptığı bilinmektedir. Müzaraa; bir taraftan mal (arazi), diğer taraftan iş gücü konularak akdedilmesi açısından, tıpkı mudarebe gibidir. Sahabe-i Kiram ve Tabiûn'dan bununla amel edenler olmuş ve bu çeşit ortaklık günümüze kadar gelmiştir.(267) Hz. Rafii b. Hadic'in rivayet ettiği Hadis-i Şerif haber-i vahid durumundadır, ayrıca hususiyet belirtmektedir. Muteber fıkıh kitaplarında "Müzaraa" hususundaki ihtilaflar zikredildikten sonra; "Fetva, İmameyn'in kavli üzeredir"(268) kaydı hassaten konulmuştur.
1527 MÜZARAA'NIN RÜKNÜ: Ziraat ortaklığının rüknü; icap ve kabuldür.(269) Yani arazi sahibinin, çalışacak olan kişiye hitaben: "- Şu tarlamı veya arazimi; elde edeceğin mahsulün şu kadarını bana vermek üzere, sana ziraat etmen için verdim" demesi, çalışacak kimsenin de: "- Bu teklif ve şartları kabul ettim, razı oldum" şeklinde, olumlu cevaplandırmasıyla müzaraa akdi gerçekleşir.
1528 MÜZARAA'NIN SIHHAT ŞARTLARI: Müzaraa'nın sıhhatli olabilmesi için, sekiz şart vardır. Bunlardan herhangi birisi bulunmazsa, müzaraa fasid olur. Bu şartları, kısaca izaha gayret edelim.
Birincisi: Gerek arazi sahibinin, gerek işleticinin; akid yapabilecek durumda olmaları esastır. Yani herhangi bir ehliyet arızası söz konusu olmamalıdır.
İkincisi: Müzaraa akdine konu olan arazinin (toprağın) ziraate elverişli olması gerekir. Zira müzaraa'dan beklenen gaye; başka türlü gerçekleşemez.
Üçüncüsü: Ortaklık tesis edilirken, müddet beyan edilmelidir. Bir-iki yıl vs.
Dördüncüsü: Tohumun; kimin tarafından temin edileceği bilinmelidir.
Beşincisi: Tohumun cinsi ve vasfı kat'i olarak beyan edilmelidir.
Altıncısı: Hem arazi sahibinin, hem işçinin; meydana gelecek olan mahsüldeki payları belirtilmelidir.
Yedincisi: Arazi sahibi; toprağı işleticiye teslim etmelidir. Eğer arazi sahibi: "- Ben de seninle birlikte çalışacağım" der ve bunu şart kılarsa, akid fasid olur.
Sekincisi: Araziye ne ekileceğinin tesbiti veya bu hususta işleticiye serbestlik tanınması esastır.(270).
1529 MÜZARAA'NIN ŞEKİLLERİ: Fûkaha; müzaraa'da yedi şekil tesbit etmiş; bunlardan üçünün sahih, dördünün fasid olduğunu zikretmiştir.
Sahih olanlar şunlardır:
1) Arazi ile tohum bir taraftan; işçilik, hayvan ve tarım aletleri diğer taraftan!..
2) Arazi, tohum, hayvan ve diğer tarım aletleri bir taraftan, işçilik diğer taraftan!..
3) Arazi bir taraftan; işçilik, hayvan, tohum ve diğer tarım aletleri diğer taraftan!.. Bu durumda işçi; mahsulden belli bir nisbet karşılığı araziyi kiralamış olur.
Fasid olan şekillere gelince:
1) Arazi ile hayvan bir taraftan; işçilik ile tohum diğer taraftan!.. Burada tohum; alet kapsamına girmez. Dolayısıyla işleticiye, kendisiyle alakalı olmayan bir yük yüklenmiştir. Bu sebeble fasiddir.
2) Arazi ile işçilik bir taraftan; tohum, hayvan ve diğer tarım aletleri diğer taraftan!.. Burada arazi sahibi; bir bakıma kendi arazisini (işçiliği yüklenmek suretiyle) kiralamış oluyor ki, bu sahih değildir.
3) Arazi, tohum ve işçilik bir taraftan, hayvan ve alet diğer taraftan!.. Burada da arazi sahibi; işçiliği üstlenmiştir. Bu durum; kendi tarlasını kiralamayı beraberinde getirir.
4) Arazi, işçilik ve hayvan bir taraftan, sadece tohum diğer taraftan!..(271).
1530 Ziraat ortaklığında (Müzaraa'da); arazi sahibi ve işletici, meydana gelen mahsulü aralarında paylaşırlar. Bu yarı yarıya olabileceği gibi, üçte biri, dörtte biri şeklinde de olabilir. Mesele bu payların; mahsul meydana gelmeden önce kararlaştırılmış olmasıdır.(272) Mahsül işleticinin elinde "Emanet" hükmündedir. Herhangi bir afet sonucu; (işleticinin kasdı olmaksızın) telef olursa, herhangi bir tazminat ödemez.(273) Araziyi verimli hale getirmek için yapılacak bütün işler (sulama, ıslâh vs.) işleticiye ait bir hadisedir.
1531 ZİRAAT ORTAKLIĞININ (MÜZARAA'NIN) SONA ERMESİ: Müzaraa'nın sıhhat şartlarını izah ederken; "Müddet tayin etmenin" şart olduğunu zikretmiştik. Dolayısıyla müddetin dolmasıyla; ortaklık sona erer. Ayrıca; taraflardan birinin delirmesi veya vefatı hallerinde de, müzaraa kendiliğinden sona erer. Bu iki hal; tarafların iradelerinin dışında zuhur eder. Gerek arazi sahibinin, gerek işleticinin; bazı şartlara riayet ederek akdi feshetme hakları da mevcuttur. Şöyle ki; arazi sahibinin acil ödenmesi gereken bir borcu çıkar ve tohum ekilmeden tarlayı satma arzusunu ızhar ederse, müzaraa'yı feshedebilir. Bunun dışında; işleticinin meydana gelecek mahsulü çalabileceği, zann-ı galiple ortaya çıkarsa, feshetme hakkı vardır. İşletici, hastalanır, sefere çıkar veya başka bir işle meşgul olmayı düşünürse, müzaraa'yı feshedebilir.(274) Dikkat edilecek husus; hem arazi sahibinin, hem işleticinin zarara uğramamasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Zarar ve mukabele-i biz'zarar yoktur"(275) buyurmuştur. Yani müslüman; kardeşine ne başlangıçta zarar verir ne de onun zararına karşılık (mukabil) zarar verir. Bu hususta asıl olan; zararın ortadan kaldırılmasıdır.
BAĞ-BAHÇE ORTAKLIĞI( MÜSAKAT)
1532 Önce kelime üzerinde duralım. Musakat: "Saky" kökünden olup, mufaale babındandır.(276) "Sulamak" manasına gelir. İslami ıstılahta: "Bahçe sahibinin; ağaçlarını, mahsulünün bir kısmı mukabilinde, onları ıslah etmek üzere bir kimseyle ortaklık kurmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Mecelle'de: "Musakat; bir taraftan eşcar (ağaçlar) ve diğer taraftan terbiye olmak ve hasıl olan meyva aralarında (beyinlerinde) taksim olunmak üzere bir nevi şirkettir"(277) hükmü kayıtlıdır.
1533 Musakatın (bağ-bahçe ortaklığının) rüknü; icap ve kabuldür.(278) 1534 Hicret'ten sonra Ensar'ın, Resûl-i Ekrem (sav)'e (muhacirlerle ilgili olarak) teklifi şudur: "Ya Resûlullah!.. Hurmalıklarımızı; bizimle muhacir kardeşlerimiz arasında taksim buyur" Bu teklifi peygamberimiz efendimiz (sav): "Hayır, öyle olmaz" cevabını verir ve izah eder. Bunun üzerine Ensar (Resûl-i Ekrem (sav)'in izahına uyarak) muhacirlere: "Terbiye ve sulama külfetini üzerinize alınız. Sizi mahsule ortak yapalım" teklifinde bulunur. Her iki tarafta "işittik ve itaat ettik" derler.(279) Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Hayber'in bağ ve bahçelerini, meyvalarının yarısı mukabilinde muameleye tabii tuttuğu da bilinmektedir. Böyle bir ortaklığa ihtiyaç olduğu malumdur.(280).
1535 Musakat'ın (bağ-bahçe ortaklığının) şartları; tıpkı müzaraanın şartları gibidir. Sadece "musakatta"; müddet tayin edilmese de, akid sahih olur.(281).
1536 Bağ-bahçe sahibi; meyvalar ortaya çıkmadan ölürse, işletici görevine devam eder. Ölenin varisleri buna engel olamazlar. Eğer işletici ölürse varisleri (işleticinin) yerine göreve devam edebilirler, ağaç sahibi de, buna engel olamaz.
1537 Musakat; herhangi bir özre mebni olarak feshedilebilir. İşleticinin hastalanması veya işe devam edemeyecek başka bir meşru mazereti fesih sebebidir.
ARAZİYİ ÜCRETSİZ VERMEK DAHA HAYIRLIDIR
1538 İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûl-i Ekrem (sav) tarlayı kiraya vermekten nehyetmemiştir. Fakat; "- Sizden birinizin tarlasını ziraat için kardeşine meccanen vermesi, kendisi için o arazi mukabilinde, muayyen ücret almaktan daha hayırlıdır"(282) buyurmuştur. Esasen cihad sonucu elde edilen topraklarda; ümmetin mülkiyeti esastır. Dolayısıyla bu topraklarda; bütün müslümanların hakları bakidir. Herhangi bir İslâm beldesinin; küffar tarafından istilasında (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) bütün mü'minlere cihad farz-ı ayn olur. Aynı zamanda bu istila; bütün mü'minlerin ortak mülkiyetinde olan arazilerinin elden gitmesi, mahiyetini de taşır.
DEVLET MEMURİYETİ VE İŞÇİLİK
1539 Bir hizmet akdine dayanarak; meşru bir işde, ücret karşılığı çalışan kimseye "Ecir" (ücretli) denir. Dikkat edilirse bu tarif; hem memuru, hem işçiyi kapsamına almaktadır. İslâm ûleması "icare" konusunda titizlikle durmuştur. İcare; lûgat yönünden "Fiâle" ölçüsünde "ecir"den alınmadır. Menfaat bedeli, ücret gibi manalara gelir. Ayrıca "icâr" (kira) manasına da kullanılmıştır.(283) İslâmi ıstılahta: "Malum bir menfaati, belli bir ücret karşılığında satmaktır"(284) şeklinde tarif edilmiştir.
1540 Yaptıkları hizmetin mahiyeti esas alınarak ücretliler iki kısma ayrılmışlardır:
1) Ecir-i Has (hususi ücretliler)
2) Ecir-i Müşterek (müşterek ücretliler).
1541 HUSUSİ ÜCRETLİLER (ECİR-İ HAS): Sadece hizmet akdi yaptığı şahıs veya hükmi şahıs için çalışan ücretlilere "Ecir-i Has" denilir. Ücrete hak kazanması; hizmet akdinde belirtilen saatlerde hazır bulunmasıyladır. Mesai saatlerinde; bilfiil çalışması şart değildir. Fakat hizmet akdinde belirtilen işi yapmaktan kaçınamaz. Mesela; devlet memurları, fabrika işçileri, bir şahsın koyunlarını gütmek için tutulan çoban vb... Bunlar hizmet akidlerinde belirtilen saatlerde, nefislerini teslim etmişlerdir. Sırf bu sebeble ücrete hak kazanırlar.
1542 MÜŞTEREK ÜCRETLİLER (ECİR-İ MÜŞTEREK): Hizmet akdi yaptığı şahıs veya hükmi şahısla kayıtlı olmayan; başkası için de çalışabilen ücretlilere, "Ecir'i müşterek" denilir. Terzi, marangoz, taksi şoförü, radyo tamircisi vb... Bunların ücrete hak kazanması, belirtilen hizmeti yapmasıyla sınırlıdır.(285).
1543 Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa (as) kıssası anlatılırken; "O ikiden biri: "- Babacığım, dedi. Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle kullandıklarının en hayırlısı. Şüphesiz ki o kuvvetli, emin kimsedir. (Şuayb (as), Musa (as)'ya) Dedi ki: "- Bu iki kızımdan birini, sen bana sekiz yıl ecirlik etmek üzere, sana nikâhlamak istiyorum. Eğer hizmetini on yıla tamamlarsan o da kendinden. (Bununla beraber) arzu etmem ki sana zorluk çektireyim. İnşaallah beni salihlerden bulacaksın"(286) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada işveren Hz. Şuayb (as); ecir-i has durumunda olan ise, Hz. Musa (as)'dır. Dikkat edilirse; işçiye "zorluk çektirmemek" ihsas olunmaktadır.
1544 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hiç kimse; kendi eli emeğini yemekten hayırlı bir lokma yememiştir. Allah'ın Peygamberi olan Davud Aleyhisselam da, kendi elinin emeğini yerdi"(287) buyurduğu bilinmektedir.
DEVLET MEMURİYETİ
1545 Yeryüzünde ilk insan cemaati; Hz. Adem (as) ve çocuklarından teşekkül etmiştir. Kendi aralarındaki ilişkilerde; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere tabi olmuşlardır. Esasen bütün peygamberler insanları Allahû Teâla (cc)'ya ibadet etmeye ve Tağut'a kulluktan kaçınmaya davet etmişlerdir.(288) İnsanlar arasındaki bütün ilişkiler; Allahû Teâla (cc)'nın hükmüne göre düzenlenmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "- Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) le hükmet!.. Heva ve hevesine tabi olma ki; bu seni Allah yolundan saptırır. Şüphesiz Allah yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azab vardır"(289) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayetin tefsirinde İbn-i Kesir: "Burada, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemekle görevli amirlere (valilere); hak ile muamele etmeleri (Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini dikkate alarak) adaletle hükmetmeleri, sırat-ı müstakim'den sapmamaları için aziz ve celil olan Allah'tan bir vasiyyet mevcuttur"(290) diyerek, hükmün umumi olduğuna dikkati çekmektedir.
1546 Kur'an-ı Kerim'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "(Ve şu emri indirdik) İnsanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!.. Sakın onların (insanların) heva ve heveslerine uyma"(291) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse emir kat'idir. İnsanların; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, kendi akıllarından kaynaklanan hükümlere tabi olma hakları yoktur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur"(292) buyurduğu bilinmektedir.
1547 İslâm dini; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini muhafaza etmeyi esas almıştır. Bunun için; siyasi teşkilat önemlidir. Müslümanların irade beyanı sonucu (bey'atla); İslâmi hükümet teşekkül eder. Emir sahiplerinin; ilim, takva ve hesap günü şuuru bulunan ehliyet sahibi kimseleri me'mur tayin etmeleri esastır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Emanet, ehliyetsiz kişilere verildi mi!.. Artık kıyametin kopmasını bekle"(293) uyarısı oldukça önemlidir.
1548 Memuriyet için aday gösterilen kimse; o makama gelmek için hırslı olmamalıdır. Eğer böyle bir iştiyak sözkonusu ise, sünnete uyarak onu tayin etmemek esastır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "- Vallahi biz bu işe, onu isteyeni tayin etmeyeceğimiz gibi, ona (o makama) hırs gösteren birini de tayin etmeyiz"(294) buyurmuştur.
1549 Bir makama getirilen kimse; o makamın kendisine sağladığı imkân sebebiyle müslümanlar arasında ayrım yapmamalıdır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mü'minleri birbirine karşı merhamette, sevgide ve yardımda bir vücud gibi görürsün. Bir organ hastalanınca; vücûdun diğer organları hasta organın çektiği acıya uykusuz kalarak, hararetle ortak olurlar"(295) şeklindeki tarifi meseleyi kavramamızı kolaylaştırmaktadır. İslâmi hükümetin temel hedefi yeryüzünde adaletin sağlanmasıdır. İmam-ı Şafii (rha): "Adaletten murad; Allahû Teâla (cc)'nın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır"(296) hükmünü beyan etmektedir. Malum olduğu üzere; adaletin zıddı zulümdür. Mü'minlerin adaletten ayrılmaması farzdır.
1550 Kur'an-ı Kerim'de: "Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur. Zaten sizin Allah'dan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra (zalimlere meylettiğiniz için) Allah'dan da yardım göremezsiniz"(297) hükmü beyan buyurulmutur. Müfessirler Ayet-i Kerime'de geçen ("Velâ terkenû") rukun kökünden gelen fiile değişik manalar vermişlerdir. Genel olarak; bir şeye dayanıp güvenmek, meyletmek, zulüm ve haksızlık işleyenlere karşı ses çıkarmayıp, dalkavukluk etmek üzerinde durulmuştur.(298) İmam-ı Gazali: "Zalimlere dua etmek helal değildir. Ancak "Allah seni ıslah etsin, hayırlı işler yapmaya muvaffak kılsın, kendisine kulluk ve ibadet etmek suretiyle uzun ömürler versin" diyebilir. Fakat: "Sultanım, Allah sizi korusun, başımızda daim etsin, bol nimetler ihsan etsin" gibi dualar caiz değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Zalime; bekâsı için dua eden, yeryüzünde Allah'a isyan edilmesini seven kimsedir" buyurmuştur. Şayet daha ileri giderek, kendisinde bulunmayan vasıflarla övmeye başlarsa, yalancı, münafık ve zalime ikram etmiş olur ki, bunların hepsi ayrı ayrı birer suçtur. Resûl-i Ekrem (sav): "Fâsık övüldüğü zaman, Allahû Teâla (cc) muhakkak gadab eder" buyurmuştur. Diğer hadiste: "Fâsık olana ikram eden, açıkça İslâmiyeti yıkmaya cür'et etmiştir" buyurulmuştur. Süfyan-ı Sevri'ye sormuşlar: "Biz, zalimi, çölde susuzluktan ölüme mahkûm olmuş görürsek, ona su verelim mi?" Süfyan: "- Vermeyin, bırakın ölsün. Çünkü ona su verip onu hayata kavuşturmak, yapacağı zulümde ona yardımcı olmaktır" dedi. Diğerleri ise, ölmeyecek kadar su verilir. Başka hiçbir surette tarafına bakılmaz demişlerdir"(299) hükmünü beyan etmektedir.
1551 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benden sonra bir takım emirler olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse, bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır"(300) buyurduğu bilinmektedir. Zalim yönetimlerden; kadılık, amillik, memurluk ve işçilik gibi görevler alınır mı? sualine cevap arıyalım. İmam-ı Gazali; görev almak bir tarafa, zalim sultanların memurlarıyla ilişkinin dahi caiz olmayacağını izah etmektedir. Nitekim: "Zalim sultanların kadıları, valileri ve diğer memurları ile yapılan muamele, aynen kendileriyle yapılan muamele gibi olup, belki daha da ağır bir haramdır. Kadılara gelince: Onlar, sultanların haram olduğu bilinen mallarını alır ve bunları biriktirirler. Ulema kılığına girdikleri için, insanlar onlara aldanır. Kadılar, sultanlarla ihtilat (iç-içe girmek, karışmak) eder, mallarından alır. İnsan tabiatı, yaratılış itibariyle haşmet ve mevki sahiplerine heves eder ve onlar gibi olmayı arzu eder. İnsanların onlara bağlanmalarının sebeb ve hikmeti budur. İşçi ve hizmetçilerine gelince: Zaten bunların kazançları; efendilerine dayanarak, vurgunculuktan başka birşey değildir"(301) hükmünü zikretmektedir.
1552 Fûkaha'dan bir kısmı; "Devlet memuru (kadı, amil, vs.) "Ecir-i Has" hükmündedir. Bir akid sonucu; malum olan bir menfaati, belli bir ücret karşılığında satmıştır. Akid meşru olduğu süre içerisinde aldığı ücret helaldir. Kaldı ki zalim sultanın "ıslah edilmesi" veya en azından "zulmünün ortadan kaldırılabilmesi" için, ehliyetli kimselerin görev alması gerekir" kanaatindedir.
1553 Kur'an-ı Kerim'de: "Aranızda (birbirinizin) mallarınızı haksız sebeblerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmı günah (ı mucip yollar) la yemeniz için, o malları hakimlere aktarmayınız"(302) hükmü beyan buyurulmuştur. Günahı mücip yollardan kasıd; yalancı şahidlik, yalan yere yemin ve rüşvettir. "Ve tûdlu biha ile'l hûkkami" kavl-i keriminden maksad; mallarınızı hüküm sahiplerine rüşvet vermek suretiyle kaptırmayınız demektir.(303) Resûlullah (sav) bir Hadis-i Şeriflerinde: "Amirin hediye alması haram, hakimin rüşvet kabul etmesi ise küfre yakın bir günahtır" buyurmuştur. İslâmi bir yönetimde; amir durumunda olan kimsenin hediye alması (veya onlara hediye vermek) ihanettir.
1554 Resûl-i Ekrem (sav), Esed oğullarından İbn-û Utbiyye adında birisini, zekât toplamakla (amil) görevlendirmişti. O vazifesini ifâ edip dönünce Resûlullah (sav)'â: "- Şunlar size verilenler. Bunlar da bana hediye edilenlerdir" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) minbere çıktı ve Allahû Teâla (cc)'ya hamd-ü senadan sonra: "- Şu amil olarak görevlendirdiklerimize ne oluyor ki, gelince "Bu sana ait olanlar, bunlar da benimkiler" diyorlar. Acaba onlara kendi babalarının evlerinde oturdukları zaman da hediye veriliyor mu, yoksa hayır mı? Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, kim bu şekilde (hediye adı altında) herhangi birşey alırsa, kıyamet gününde onu (aldığı şeyi) boynunda asılı olarak taşır.."(304) buyurdu ve görevlilerin hediye almasını yasakladı.
1555 Bir Hadisi Kudsi'de: "Kullarıma işkence etmeyiniz"(305) emri verilmiştir. Hz. Ömer (ra) halka irad ettiği bir hutbede: "- Ben memurlarımı sizleri dövmeleri ve haksız yere mallarınızı almaları için göndermedim. Ben size onları ancak dininizi öğretmeleri ve Hz. Peygamber (sav)'in sünnetini ta'lim ettirmeleri için gönderdim"(306) buyurmuştur. Hanefi fûkahası; dayak, tehdit ve işkence sonucu, herhangi bir suçu itiraf eden kimsenin; bu itirafının ikrar olarak kabul edilemeyeceğinde müttefiktir.(307) Hz. Aişe (r. anha)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te; Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim ümmetime ait bir işin başına geçer de onlara güçlük çıkarırsa, sen de onlara güçlük çıkar. Kim ümmetimden bir işin başına geçer ve onlara karşı yumuşaklık ve merhametle muamele ederse, sen de onlara merhametle muamele et"(308) şeklinde dua ettiği belirtilmektedir. Yine halka zulmeden şurta (emniyet) görevlileriyle ilgili olarak; "(Zalim) Polislere: "Elinizdeki kamçıyı atın ve cehenneme girin" denir"(309) Hadis-i Şerifi, Hz. Enes (ra)'den rivayet edilmiştir.
1556 İslâmi hükümet; bir hizmet akdi ile görevlendirdiği kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak durumundadır. Müstevrid b. Şeddad (ra)'dan; Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bizim amirimiz olursa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi alsın, meskeni yoksa mesken edinsin. Ebû Bekir (ra) der ki; Peygamber (sav)'in şöyle dediğini de söylediler: "- Kim bundan fazlasını alırsa ya haindir veya hırsızdır."(310)
İŞ AHKÂMI VE İŞÇİ HAKLARI
1557 İcarede üzerine akid yapılan şey (ma'kudünaleyh) menfaatdir.(311) Yani işçi; emeğini, belli bir ücret karşılığı satmaktadır. Dolayısıyla işveren ve işçinin; üzerinde anlaştığı işin, meşru olması ilk şarttır. İslâm dininin haram kıldığı herhangi bir hususta icare sahih olmaz.(312) Ayrıca müslümanlara has olduğu sabit olan her türlü ibadet karşılığı ücret almak batıldır.(313) Mesela; bir kimse, bir başkasını namaz kılıvermesi için ücretle tutamaz. Bu husustaki icare de sahih değildir.
1558 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bir ecir (işçi, memur vs.) çalıştırırsa, verilecek ücretin miktarını hemen ona bildirsin"(314) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla işveren; yapılacak işi açıkça beyan ettiği gibi, bunun karşılığı ödeyeceği ücreti de, beyan etmek zorundadır. Eğer ödenecek ücret; işin başında zikredilmezse işçi, "Ecr-i Misil'e" hak kazanır. Mecelle'de "Ecr-i Misil" şu şekilde tarif edilmiştir: "Ecr-i Misil: Bigaraz (her türlü tesirden uzak, kasdı olmayan) ehl-i vukufun takdir ettikleri ücrettir"(315).
1559 Sırf ucuz emek elde etmek için; küçük çocukların çalıştırılması caiz değildir. Resûl-i Ekrem (sav): "Çocukları kazanç için çalışmaya zorlamayın. Çünkü bunu yaptığınız takdirde hırsızlığa alışırlar"(316) buyurmuştur. Esasen iş akdinin sahih olabilmesi için; her iki tarafın (işveren ve işçinin) rızası şarttır. Dolayısıyla icarenin rüknü icap ve kabuldür.(317) İş akdinin sahih olabilmesi için; hem işverenin, hem işçinin, akıllı ve mümeyyiz olması esastır.(318) Taraflardan herhangi birisinin ehliyet arızası sözkonusu olursa, yapılacak akid sahih olmaz.
1560 Sanayi devriminden sonra bütün dünyada "İşçi Hakları" konusu gündeme girmiştir. Bilhassa Filozof Karl Marks'ın "Kıymet fazlası" (Artık Emek) nazariyesi, işçi hareketlerini hızlandırmıştır. Marksist ideoloji; "iş sahibinin temin ettiği her türlü kârı, işçinin çalışmasından ve alınterinden çalınmış kabul eder. Bu kâr, malın kıymeti ile işçiye verilen ücretin (paranın) arasındaki kıymet fazlasıdır. İşçi bu kıymet fazlasını (artık emeği) aldığı vakit, kendi nefsi için daha müreffeh ve daha yüksek seviyeli bir hayat kurmaya gücü yeter."(319) Nitekim bu "Kıymet Fazlası" nazariyesi Avrupa'da kısa dönemde etkisini göstermiştir. İşçiler; haklarını elde edebilmek için bir araya gelerek sendikalar kurmuşlardır. Buna karşılık işverenler de, teşkilatlanma lüzumu hissetmişlerdir. Esasen kapitalist sistemde (bilhassa 19. ncu yüzyılda) işveren; muhteris ve menfaatperesttir. İşçiye mümkün olan en az ücreti ödemeyi esas alır. Bu arada; sırf ucuz emek elde edebilmek için, kadın ve çocukları da çalıştırmaktan kaçınmaz. Bu menfaat mücadelesi; işçinin "grev" yapması ve zorla hakkını talep etmesini beraberinde getirir. Buna karşılık işveren; "lokavt" yaparak, işçileri topluca işten uzaklaştırmayı planlar!.. Günümüzde kapitalist ve liberalist sistemlerde; bu mücadele bütün şiddetiyle sürmektedir. Şimdi bu meselenin "Darû'l İslâm'daki" (Şer'i devlette) mahiyetini izaha gayret edelim.
1561 İslâm dini; işçinin ücretinin tam ve zamanında ödenmesini şart kılmıştır. İşçiye hakkını vermeyen kimseyi, kıyamet gününde kendi düşmanı sayan bizzat Resûl-i Ekrem (sav)'dir. Nitekim bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde üç sınıf insanın hasmı (düşmanı) ben olacağım; (birincisi) Benim namıma söz verip, yerine getirmeyenler. (İkincisi) insan ticareti yapan, hür insanı (zorbalıkla ele geçirip, köle ederek) satan ve parasını yiyen. (Üçüncüsü) Bir işçiyi tutup, işini yaptırdığı halde, ücretini ödemeyen"(320).
1562 Şimdi işçiye ücretinin ne zaman verilmesi gerektiği üzerinde duralım!.. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İşçinin (ecirin) ücretini; alnının teri kurumadan veriniz"(321) buyurduğu bilenmektedir. Dolayısıyla iş akdinde belirtilen hizmet yerine getirilir getirilmez ücretin ödenmesi esastır.
1563 İşçinin ücretinin; (sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızası gözetilerek) tam ve zamanında ödenmesinin kurtuluşa vesile olacağını şu kıssadan öğreniyoruz. Abdullah İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem (sav) ashabına şu kıssayı anlatmıştır: "Sizden evvel gelip geçen ümmetlerden birisinde, üç kişilik bir cemaat sefere çıkmışlar. Sefer sırasında yağmura tutulup, bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlar. Mağaraya girdikten sonra, dağdan bir kaya parçası aşağı düşüp, mağaranın ağzını kapatmış!.. İçeride mahsur kalanlar aralarında istişare etmişler. Birisi; "Bizi bu kayadan bir şey kurtaramaz. Ancak salih amellerimizi anarak Allahû Teâla (cc)'ya dua ve iltica kurtarır demiş!.. Birisi: "Allah'ım!.. Sen herşeyi hakkı ile bilirsin. Ben bir defasında birtakım işçiler tutmuştum. İçlerinden bir işçi müstesna olmak üzere, bunların ücretlerini verdim. Fakat o işçi ücretini almadan gitti. Bunun ücretini, ticaret yoluyla nemalandırdım. Hatta bunun bu ücretinden hayli servet vücûda geldi. Bir zaman sonra bu işçi bana geldi ve: "- Ey Allah'ın kulu, ücretimi bana ver" dedi. Ben de ona: "- Şu gördüğün deve, koyun, sığır ve bunlara hizmet eden köle hep senin ücretinden vücûd bulmuş bir servettir" dedim. Bu işci: "- Ey Allah'ın kulu, benimle istihzâ etme!" dedi. Ben de işçiye: "- Hayır, seninle istihzâ (alay, eğlence) etmiyorum. Bu bir hakikattir, malını al ve götür" dedim. O da bunların hepsini sürüp götürdü. Bunlardan hiçbirşey bırakmadı. Ey Allah'ım!. Bu hayır ve sadakatimi, sırf senin rızan ve muhabbetin için ihtiyar ettimse, şu kaya parçasıyla bunaldığımız şu darlıktan bizi kurtar" diye dua etti. Kaya tamamen açıldı. Bunlar da mağaradan çıkıp gittiler"(322).
1564 İşçiye; güçlük çıkarılmaması, ağır yük yüklenmemesi ve yardımcı olunması esastır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "... Onlara güç yetiremeyecekleri şeyleri teklif etmeyin; eğer teklif ederseniz yardım edin"(323) buyurduğu bilenmektedir.
1565 İşçiye teslim edilen mal (alet vs..) emanet hükmündedir. Zayi olması durumunda (eğer kasıd mevcut değilse) işçi bunu ödemez.(324).
1566 İşçinin hakları sözkonusu olduğu gibi; sorumlulukları da vardır.
Birincisi: İşi sağlam ve güzel yapması.
İkincisi: İşverenin kazancına göz dikmemesi.
Üçüncüsü: İş akdinde belirtilen çalışma süresine riayet ederek, iyi niyetle gayret göstermesi.
Dördüncüsü: Kendisine emanet edilen iş aletlerini muhafaza etmesi!..
Bu genel şartların dışında; işin mahiyetine göre bazı özel durumlar da sözkonusu olabilir. Bu durumlarda taraflar karşılıklı olarak (icap-kabulle) uyacakları şartları belirlerler.
1567 İslâm dini; her yer ve zamanda, insan hayatının bütün cephelerini düzenleyen umumi hükümler koymuştur. Bu umumi hükümler; kat'i nass'lara dayandığı için değiştirilemez. Ortaya çıkan yeni meseleler; umumi hükümlerin ışığı altında, Ulû'lemr ve Şûra meclisi tarafından çözümlenir.
DİĞER KAZANÇ YOLLARI
1568 Daha önce icarede; üzerinde akid yapılan şeyin menfaat olduğunu zikretmiştik!.. Günümüzde yaygın olan icare şekillerinden birisi de; eşya ve mal üzerinde yapılan akidlerdir. Fûkaha eşya ve mal üzerine yapılan icare akdini üç kısımda incelemiştir. Bunlar:
1) Akarın icara verilmesi: Ev, iş hanı, arazi ve bunun gibi.
2) Eşyaların icara verilmesi: Giyilecek elbise, kapkacak ve sanayi aletleri gibi.
3) Hayvanların icara verilmesi: Yük hayvanları, nakil vasıtaları ve bunun gibi.(325)
Mal ve eşya üzerindeki kira sözleşmesi; şifahi olabileceği gibi, yazılı da olabilir. Dilsizin malum olan işareti de, sözleşme için geçerlidir.(326).
1569 Kira sözleşmelerinde; tarafların (mal sahibi ve kiracının) akıllı ve mümeyyiz olması esastır. Herhangi bir ehliyet arızası, sözleşmeye mani olur. Ayrıca icap ve kabulün aynı mecliste yapılması şarttır.(327).
1570 Kira sözleşmesinin sahih olabilmesi için bazı şartlar vardır: Bunlar:
1) Tarafların (mal sahibi ve kiracının) rızası; akid için gereklidir. Mesela: Şu dairemi sana şu fiyata kiraya verdim şeklindeki icab, kiracı tarafından "kabul ettim" şeklinde cevaplandırılırsa, akid sahih olur. Bunun aynı mecliste olması esastır.
2) Kiraya verilen malın veya eşyanın tayini esastır. Mesela: Mal sahibinin iki dairesi olursa, bunlardan hangisini kiraya verdiğini belirlemesi gerekir.
3) Kira ücretinin belli olması şarttır.
4) Menfaatin ihtilafa sebeb olmayacak şekilde belirtilmesi esastır. Mesela: Ev, dükkân veya nakil vasıtasının, kira müddetinin bilinmesi gerekir. Buna bir anlamda kira müddetinin malum olması da denebilir.
5) Menfaatin temine güç kazanmış olmak şarttır. Mesela: Firar etmiş bir yük hayvanının kiralanması caiz değildir. Çünkü kiracının ondan faydalanması mümkün olmaz. Yine içinde kiracı varken; bir başkasına kiralanan akar (Ev, dükkân vs.) ilk kiracının çıkmasıyla menfaat temin edebilir duruma gelir. Dikkat edilecek husus şudur: Gerek mal sahibi, gerek kiracı; ihtilafa sebebiyet vermeyecek derecede sarih hükümlerle akid yapabilirler. Yukarıda zikrettiğimiz şartlar; kiralanan eşya veya malın mahiyetine göre artırılabilir. Ancak beyan edilen bu şartlar; akdin sahih olabilmesi için şarttır.(328).
1571 Kira işinde muhayyerlik sözkonusudur. Herhangi bir evi veya dükkânı görmeden kiralayan bir kimse; onu gördüğü zaman muhayyerdir, ister bozar, ister kabul eder. Alışverişte geçerli olan muhayyerlik; kirada da geçerlidir.(329) Kiralanan şeyde (mal, dükkân, ev, nakil vasıtası vs.) menfaate engel olacak herhangi bir kusur ortaya çıkarsa kiracı muhayyerdir.(330) Mesela: Bir nakil vasıtasını görmeden kiralayan bir kimse; gördükten sonra muhayyerdir. Ayrıca o vasıtayı; herhangi bir kusurunu göstererek, kiralamaktan vazgeçebilir.
1572 Alışverişte kullanılan her türlü kıymetle (kâğıt para, dolar, mark, altın vs.) kira sözleşmesi yapmak caizdir. Dikkat edilecek husus; miktarı kat'i olarak beyan etmektir.(331)
1573 Mü'minlerin; ahidlerine ve akidlerine titizlikle riayet etmeleri vaciptir. Dolayısıyla kira sözleşmesinde beyan edilen müddet dolar dolmaz, mal sahibine iade olunur.(332) Herhangi bir sanatkâr; (terzi, marangoz vs..) yaptığı işin ücretini alıncaya kadar, malı teslim etmeme hakkına haizdir.(333).
HİBE'NİN MAHİYETİ
1574 Mü'minler birbirlerinin kardeşleridirler. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kendi nefsin için istediğini, kardeşin için de iste"(334) buyurduğu bilinmektedir. İhtiyaç sahibi her müslüman; kendisine yardım edilmesini arzu eder. İşte bu nokada karşımıza "Hibe" ıstılahı çıkar.
1575 Önce kelime üzerinde duralım. Hibenin lûgat manası; teberru, yardım ve kabul eden kimseye faydası olan bir mal ile ihsanda bulunmaktır.(335) İslâmi ıstılahta: "Herhangi helal olan bir malı, karşılıksız olarak, bir başkasına mülk edindirmeye hibe denir"(336) şeklinde tarif edilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav) hibeyi teşvik etmiş ve "Birbirinize hediye veriniz ki, muhabbetiniz artsın"(337) buyurmuştur.
1576 HİBENİN RÜKNÜ: Şurası muhakkaktır ki; hibe meşrhu olan bir akiddir. Bu hususta icma hasıl olmuştur.(338) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Müslümanın malı, ancak kendi gönül rızası ile (başkasına) helal olur"(339) Hadis-i Şerifini esas alan fûkaha; hibenin rüknü icab ve kabuldür" hükmünde ittifak etmiştir. Zira, icap ve kabul olmadan akid tamamlanmış olamaz. Fakat hibe; karşılıksız olarak bir malı başkasına mülk edindirmek olduğu için, farklı bir özelliğe sahiptir. Hanefi fûkahası: "Hibe ancak, malı teslim almakla caiz olur"(340) hadisini esas alarak; mülkün sabit olması için teslim almak şarttır hükmünü beyan etmiştir. Nitekim Mecelle'de: "Hibe; icab ve kabul ile mün'akid ve kabz (malı teslim almak) ile tamam olur"(341) hükmü kayıtlıdır. Hibe'de icap; "Bağışladım, hibe ettim ve ihda eyledim gibi hiçbir karşılık beklemeden, bir malı başkasına vermek manasına kullanılan sözlerdir. Kabul ise; o malı almak veya "kabul ettim" şeklinde beyan etmekle gerçekleşir.(342).
1577 HİBENİN SAHİH OLMASININ ŞARTLARI:
A) Hibe eden şahsın (vahibin) ehliyet arızası bulunmamalıdır. Büluğa ermiş ve akıllı olan her müslüman, malını bir başkasına hibe edebilir. Ancak çocukların ve akli melekeleri yerinde olmayan (deli, mecnun vs.) kimselerin hibeleri sahih olmaz.
B) Hibe edilecek malın; hibe zamanında, hazır olması şarttır. Mesela; bir ağacın gelecekte hasıl olacak meyvasını veya bir hayvanın karnında bulunan yavrusunu hibe etmek sahih değildir.
C) Hibe edilecek malın veya eşyanın; hibe eden kimsenin (vahibin) mülkiyetinde olması şarttır. Mesela: Bir başkasına ait malı, herhangi bir kimseye hibe etmek sahih olmaz.
D) Hibe edilecek malın malum ve muayyen olması lazımdır. Mesela: Hibe edecek şahıs iki atından birini belirleyerek: "- Şu atı sana hibe ediyorum" diyebilir. Bunun dışında "şu iki atımdan, hangisini dilersen al, hibe ettim" şeklinde icapta bulunabilir.
E) Hibede; vahibin (hibe eden kimsenin) rızası şarttır. Dolayısıyla zorla veya ikrahla meydana gelen hibe, sahih değildir.(343)
1578 Hibeyi kabul eden kimse; hibe edilen malı almak suretiyle ona malik olur.(344).
1579 HİBEDEN RÜCÛ (DÖNMEK) MÜMKÜN MÜDÜR?: Bu hususta ûlema ihtilaf etmiştir. İmam-ı Şafii (rha): "Bir kimse; hibe ettiği zaman, bundan vazgeçemez. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hibe eden kimse, bundan rücû edemez. Ancak baba çocuğuna hibe ettiği zaman, o şeyden geri dönebilir" hadisi, yabancıya yapılan hibeden vazgeçilemeyeceğini beyan etmektedir."(345) hükmünü beyan etmiştir.
1580 Hanefi fûkahası: "Hibeden vazgeçmek (rücû etmek); vahibin (hibe eden kimsenin) durumuna göre değişiklik arzeder. Eğer yakın akrabasına hibe etmişse, bundan vazgeçemez. Yabancı bir kimseye hibe etmişse, vazgeçme (rücû hakkı) vardır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Hibe karşılıklı (ivaz) olmadıkça, hibe eden kimse malına daha layıktır" buyurmuştur. Ancak diğer bir Hadis-i Şerif'te: "Yaptığı hibesinden dönen, kustuğunu tekrar yutan gibidir" buyurulmuştur. Bu ise hibeden rücûnun kerahatle caiz olduğunu beyan eder"(346) hükmünde müttefiktir.
1581 Hibeden dönmeye engel olan sebebleri şu şekilde izah etmek mümkündür:
1) Mükellef; usûl ve fûruuna (yakın akrabalarından birine) hibede bulunursa, bundan dönemez. Zira bu çeşit hibede asıl olan akrabasına ihsanda bulunmaktır. Resûl-i Ekrem (sav): "Bir kimse, zi, rahm-i mahremine (kendisine nikah düşmeyen akrabaya) hibede bulunursa, ondan rücû edemez"(347) buyurmuştur. Dolayısıyle yakın akrabalık hibeden rücûya manidir.
2) Hibe edilen malın kendisinde, kıymetini çoğaltacak şekilde ziyadelik meydana gelmişse rücû mümkün olamaz. Mesela: Zayıf bir inek hibe edilmiş!.. Hibeden sonra bu inek, gayet güzel beslenmiş ve yavru sahibi olmuş. Bu değişiklik hibeden dönmeye (rücû'a) manidir.
3) Hibe edilen malın tesliminden sonra, taraflardan birisinin ölmesi, hibeden rücûa manidir. Mecelle'de: "Vahib (hibe eden) ile mevhûbun lehden (hibe edilenden) birinin vefatı mani-i rücûdur" (Madde: 872) hükmü kayıtlıdır.
4) Bir ivaz karşılığında yapılan hibeden rücû mümkün değildir. Kendisi ölünceye kadar beslemek üzere, akarını başkasına hibe eden kimse hibesinden dönemez.
5) Hibe edilen malın; helak olması rücûa engeldir.
6) Evlendikten sonra karının kocasına veya kocasının karısına yapacakları hibeden dönmeleri caiz olmaz.
7) Hibe edilen malın, elden çıkmış olması da rücûa engeldir.(348).
1582 Evini başkasına; ölünceye kadar kullanması için hibe etmeye "Umra" denilir. Bu caizdir.(349) Zira teslim etmek suretiyle hibe gerçekleşir.
1583 Rukba ise caiz değildir. Bu "Eğer ben senden önce ölürsem, ev senindir" şeklindeki bir taahhüde dayanır. Burada kendisine hibe edilen kimse, hibe edenin ölümünü beklemek durumundadır. Dolayısıyle temlik (mülk edindirme) söz konusu olmadığı için caiz olmaz.(350).
1584 Sadaka da tıpkı hibe gibidir. Ancak teslim etmek suretiyle sahih olur. Sadakadan rücû sözkonusu olamaz. Zira sadakadan maksad; sevap kazanmaktır ki, mülk edindirmekle (vermekle) hasıl olur.(351)
1585 HİBEDE ÇOCUKLAR ARASINDA ADALETE RİAYET ETMEK: Bir babanın çocuklarından bir kısmına hibede bulunup, diğerlerini hibeden mahrum etmesi caiz midir, değil midir? suali çerçevesinde ûlema farklı görüşler ortaya koymuştur. Şimdi bu konu ile ilgili olarak Hz. Numan İbn-i Beşir (ra)'dan rivayet edilen Hadis-i Şerifi zikredelim: "Babam bana bir köle hibe etmişti. Anam revaha kızı Amre babama: "- Bu hibeye sen Resûl-i Ekrem (sav)'i şahid etmedikçe inanmam" dedi. Bunun üzerine babam Resûlullah (sav)'in huzuruna çıkarak: "- Ya Resûlullah!.. Ben Amre bint-i Revaha'dan olan oğluma bir hediye verdim. Fakat Amre, bana sizi şahid tutmayı emreyledi" dedi. Resûl-i Ekrem (sav) bunun üzerine: "- Numan'a yaptığın hibe gibi, öbür çocuklarına da yaptın mı?" diye sordu. Babam Beşir: "- Hayır etmedim" diye cevaplandırdı. Bunun üzerine Resûlullah (sav): "Allah'tan korkunuz da, çocuklarınız arasında adalet ediniz" emrini verdi. Numan diyor ki; artık babam Resûlullah (sav)'ın yanından dönüp geldikten sonra hediyesinden rücû etti"(352) İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir başka hadiste: "Ey Ashabım!.. Atıyye ve hibede çocuklarınız arasında müsavata (eşitliğe) riayet ediniz. Ben çocuklardan birisini tafdil edecek olsaydım. Kız çocukları tercih ederdim" buyurmuştur.
1586 Hanefi fûkahası; hibede çocuklar arasında müsavata (eşitliğe) riayet etmenin müstehab olduğunu esas almıştır. Ancak evlatlar arasında bazı sebeblerle hibede farklılaşma olabilir. Mesela: Bir kısmı kazançla meşgul olmayıp, ilimle meşgul olursa ve muttaki ise, diğerlerine tafdil ve tercih etmekle herhangi bir mahzur yoktur. Fısk-û fücûru zahir olan çocuğa hibe yapılamaz.(353).
GAYR-İ MEŞRU KAZANÇ YOLLARI
1587 Bazı kazanç yollarının mülkiyet hakkı meydana getirmeyeceğini Allahû Teâla (cc) ve Resûlû açık açık tebliğ buyurmuştur. Şimdi bu nassları kısaca zikredelim. 1588 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Birbirinizin mallarınızı aranızda batıl (haksız, haram) sebeblerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola. Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir"(354) hükmü beyan buyurulmuştur. Meşrû (şer'i) bir sebeb ve vesile olmadığı müddetçe, hiçbir kazanç helâl olmaz.
1589 Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Yetimlerin mallarını zulmen (haksız olarak) yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler. Onlar çılgın bir ateşe (Cehennem'e) gireceklerdir"(355) hükmü zikredilmiştir.
1590 Resûl-i Ekrem (sav) veda hutbesinde: "Dikkat ediniz!.. Kanlarınız, ırzlarınız ve mallarınız (birbirinize) haramdır" buyurmuştur. Görüldüğü gibi bir müslümanın canına tecavüz etmek haram ise, malına tecavüz etmek de aynen öyle haramdır.(356).
1591 Dikkat edilirse, helal kazanç elde etmek için; haklı bir sebeb (şer'i izin) ve karşılıklı rıza esastır. Bunun zıddı da; haksız kazancı ortaya çıkarır. Yani:
1) Haksız (haram olan) bir sebeb.
2) Birisinin malını rızasının dışında zorla almak!..
1592 Allahû Teâla (cc)'nın haram kıldığı bir iş karşılığında elde edilen her türlü kazanç gayr-i meşrudur. Şimdi bunlardan bir kısmını ele alalım.
FUHUŞTAN ELDE EDİLEN KAZANÇ
1593 İslâm'ın haram kıldığı her türlü kötülüğün ortak ismi "Fahşa"dır. Fuhuş ve fahişelik de aynı kökten gelir. Kur'an-ı Kerim'de: "Nikâha (evlenmeye) imkân bulamayanlar, Allah kendilerini fazlından zengin kılıncaya kadar (zinaya karşı) iffetlerini korusunlar. Ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükab