10. BÖLÜM: HAD VE HUDUD BAHSİ

HUDUD KAVRAMININ MAHİYETİ
1245 HUDUD; Had kelimesinin çoğuludur ve men-etmek manasına gelir.(1) Kapıcı, ve gardiyana "Haddad" denilir. Kapıcı başkasının içeri girmesini; gardiyan ise içerden dışarı çıkılmasını men eder. Bir şeyin mahiyetini tarif ve tayin eden şeye de "Had" denilir. Çünkü tarif, girmeyi ve çıkmayı meneder. Hane gibi, gayri menkullerin nihayetlerine, yani sınırlarına da "Hudud" denilir.(2) Nitekim devletlerin de birer "Hudud"ları vardır. İslâmi ıstılahta: "Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olmak üzere yerine getirilmesi farz olan ve kat'i nasslarla takdir edilmiş bir ukûbat (cezâ)'dır"(3) Had kelimesi aynı zamanda "esirgemek" manasına da gelir.(4) Çünkü Allahû Teâla (cc) kullarını zarara uğradıkları şeylerden, bunlarla korumuş, esirgemiştir. İbn-i Abidin: "Çünkü hadler; nesebi, malları, akılları, haysiyet ve namusu koruma gibi maslahat ve menfaati beşeriyete ait olduğu için meşru kılınmıştır. Bu kelime (yani Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olması) hadlerini asıl hükümlerini beyandır ki, insanların zarar görecekleri şeylerden men olunup, İslâm beldelerinin fesat ve fitneden korunmasıdır. "Fethû'l Kadir'de zikredilmiştir ki; gerçek olan bazı meşayıhın dedikleridir. Şöyle ki: Hadler, zararları bütün beşeriyete dokunan birtakım fena hareketlerden insanları alıkoyar. Bunlar suçlular hakkında birer ceza olduğu gibi, bunları görenler hakkında da birer ibret ve uyanma vesilesi teşkil eder ve ammenin menfaatlarını tazammun bulunur"(5) hükmünü beyan etmektedir.
1246 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz"(6) buyurduğu bilinmektedir. Esasen bir beldede "Had" cezalarının tatbiki; o beldedeki insanların Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna riayet ettiklerinin en büyük isbatıdır. İslâmi hududlar ikame edilmiyor ve hükümler infaz edilmiyorsa; o beldede yaşıyan insanların; can, mal, nesil akıl ve din emniyetlerinin varlığından söz edilemez. Günümüzde Allahû Teâla (cc)'nın koyduğu hududları çirkin görüp, kendi heva ve heveslerine göre hududlar çizmeye çalışan siyasi güçler mevcuttur. Bunlar tıpkı "Firavn" gibi, ilahlığa özenmişlerdir. Kim bunların çizdiği hududları meşru sayarsa; Kelime-i Tevhid'in mahiyetini inkâr etmiş olur. Hanefi fûkahası: "Had'lerden maksat, alemi fitne ve fesaddan kurtarmaktır"(7) hükmünde ittifak etmiştir. Dolayısıyla, Haddlerin tatbik edilmediği beldelerde; "Fitne ve ve Fesad" siyasi güç haline gelmiş demektir.
1247 Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmek farzdır. İbn-i Abbas (ra): "Her kim Kur'an-ı Kerim'i red ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sözünü inkâr ederek, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse kâfir olur"(8) hükmünü beyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "İnsanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm ver, sakın onların (insanların) heva ve heveslerine uyma"(9) emri verilmiştir. Bu emir, bütün insanlara şamildir. Esasen şer'i şerife göre hükme bağlanmayan hiçbir kaza (mahkeme), kaza hükmünde değildir.(10) İslâmi ıstılahta kaza: "Mü'minlerin velayetine haiz olan Kadı'nın; mü'minler arasında husumeti ve ihtilafı ortadan kaldırmak için, şer'i şerife göre verdiği hükümdür"(11) Dolayısıyla mü'minler arasındaki husumet ve ihtilafların ortadan kaldırılabilmesi için Kadı'nın (Şer'i şerifle hükmeden hakimin) bulunması şarttır. Kâfirlerin istilası altında iken dahi; mü'minlerin, kendi içlerinden bir kadı seçmeleri vaciptir.(12) Zira yeryüzünde küfür ahkâmıyla hükmetme hakkı hiç kimseye tanınmadığı gibi; küfür ahkâmına razı olmak da tanınmamıştır.
1248 Hadler doğrudan doğruya Allahû Teâla (cc)'nın hakkıdır. Haddi gerektiren bir suç işleyen kimse; makamı ve mevkii ne olursa olsun mutlaka cezalandırılır. Ulû'lemr olan kimse de dahil; hiç kimsenin hadleri affetme yetkisi yoktur. Nitekim Mekke'nin fethi sırasında Ben-i Mahzum kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştır. Sahabe-i Kiram'dan Hz. Usame b. Zeyd (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek, "Hadd-i Sirkat'in" uygulanmaması için istirhamda bulunur. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Muhakkak ki, İsrailoğulları arasında şerefli (soylu) birisi hırsızlık ettiği zaman, onu cezasız bırakırlar, zayıf birisi yaptığı zaman ise, elini keserlerdi. Şimdi sen, Allahû Teâla (cc)'nın hadlerinden bir had için şefaat mi diliyorsun? Ben hırsızlık eden kadın kızım Fatma olsaydı, muhakkak onun da elini keserdim"(13) buyurmuştur. Esasen şefaat; Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olarak farz kılınan haddin ikame edilmemesini talep etmektir ki, bunun caiz olamıyacağı açıktır. Fûkaha; tövbe etmenin dahi dünyada haddi düşürmeyeceği hususunda icma etmiştir.(14)
SUÇLU TAHKİR EDİLMEZ
1249 Haddi gerektiren herhangi bir suçu işleyen mü'min hakir görülemez. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde evli olan bir mü'min zina ettiği kendi ikrarı ile sabit olmuştur. Tabii ki "ikrar" söz konusu olduğu için "recm" cezasının tatbiki gerekmektedir. Recm cezası ikame edildikten sonra, iki kişi kendi aralarında konuşurken suçluyu: "Köpek gibi taşladıklarından" söz ediyorlar. Resûl-i Ekrem (sav) bu konuşmaya muttali oluyor ve üzüntü içerisinde sükût ediyor. Bir müddet sonra davul gibi şişmiş ve kokmuş bir eşek leşine rastlıyorlar. Peygamber efendimiz (sav): "Fûlan ve filan zatları çağırın" buyuruyor. O iki zat yanlarına gelince: "Derhal ininiz ve şu eşek leşinden yiyiniz" emrini veriyor. O iki zat: "Ey Allahû Teâla (cc)'nın Resûlü, bu leşi kim yiyebilir" diyerek tereddüt içerisinde kalıyorlar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "Sizin biraz evvel, recm edilen kardeşiniz hakkında yaptığınız dedi-kodu, şu pis eşek leşinden daha çirkindi. Yemin ederim ki cezasını çeken o suçlu kardeşiniz şimdi Cennet'in nehirlerinde yüzmektedir.(15) buyuruyor. Bu, Allahû Teâla (cc)'nın hududlarına teslim olmanın bir mükafatıdır. Yine şarap içtiği için "Hadd-i Şürb" cezasına çarptırılan bir mü'mine hakaret ve lanet edenlere hitaben Resûl-i Ekrem (sav): "O suçlu kimseye hakaret ve lanet etmeyiniz. Vallahi, bildiğim, o kimsenin Allahû Teâla (cc)'yı ve Resûlü'nü çok sevdiğidir."(16) buyuruyor.
1250 Hz. Ömer (ra) bir hutbesinde: "Ben memurlarımı sizleri dövmeleri ve haksız yere mallarınızı almaları için göndermedim. Ben, size, onları ancak dininizi öğretmeleri ve Hz. Peygamber (sav)'in sünnetini ta'lim ettirmeleri için gönderdim"(17) buyurmuştur. İşkence ederek, tehdit ve hapis yoluyla zarara uğratarak; itirafta bulunan bir suçlunun, bu itirafının "ikrar" (delil) olamayacağı üzerinde ittifak vardır.(18) Nitekim bir Hadis-i Kudsi'de: "Kullarıma işkence etmeyiniz"(19) emri verilmiştir. Esasen, İslâm toplumunda suçların açığa çıkarılması esas değildir. Hatta had cezasını gerektiren herhangi bir suçu işleyen mü'mini gören kimse; o mü'minin suçunu örtebilir, şahidlik etmeyebilir.(20) Hatta Kadı'nın (Şer'i şerifle hükmeden hakimin) zina isnadı ve hırsızlık gibi şikâyete bağlı cezalarda, deliller öne sürülmeden önce: "Bu şikâyetinden vazgeç ve affediver. Allahû Teâla (cc), affeden bir kulun, izzet ve şerefini artırır" diye nasihatta bulunması müstehabdır.(21)
HAD'LERİ KİM TATBİK EDER?
1251 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Dört şey Ulû'lemr'in (velâyet hakkı olan kimsenin, valinin) hakkıdır: Had cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mücahidler arasında taksim etmek, Cum'a namazını kıldırmak ve zekâtı toplamak"(22) buyurduğu bilinmektedir. Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; had cezalarını tatbik etme hakkının "Ulû'lemr'e" ait olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu husus "Akaid" kitaplarında ayrıca yer almıştır.(23) Hanefi fûkahası: "Ulû'lemr'in (bey'at sebebiyle) mü'minler üzerindeki velâyeti mutlaktır. Had'ler ise, Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olarak farz kılınmıştır. Dolayısıyla hadleri tatbik etmek; Ulû'lemr veya onun tayin ettiği kimseye ait bir görevdir"(24) hükmünde ittifak etmiştir. Bu noktada "Ulû'lemr herhangi bir suç işlerse nasıl cezalandırılacaktır?" sualine cevap arıyalım: "Ulû'lemr'e hadd cezası tatbik edilmez. Zira had'ler Allahû Teâla (cc)'nın hakkıdır ve haddin tatbik edilmesiyle Ulû'lemr görevlidir. Başkasının bu hususta yetkisi yoktur. Ulû'lemr'e kısas tatbik edilir ve mal ile cezalandırılır. Çünkü kısas ve malda (diyette) kulun hakkı mevcuttur. Hak sahibi; ya Ulû'lemr'in temkini ile veya İslâm ordularından yardım talep ederek onu alır."(25) Darû'l İslâm'da "mezalim" mahkemeleri; Ulû'lemr'in ve onun tayin ettiği kimselerin haksız icraatlarını takible görevlidir. Haddi gerektiren bir suç işleyen Ulû'lemr'i, mü'minlerin azletme hakları vardır.
1252 İslâm ahkâmının tatbik edilmediği beldelerde; insanları suça iten sebepler çeşitlidir. Mesela bir beldede; şarabın üretimi ve tüketimi tamamen serbest bırakılmış, hatta siyasi güçler tarafından içilmesi teşvik edilmişse, o belde de insanların "akıl emniyeti" tahrib edilmiş demektir. Fûkaha; had cezalarının tatbik edilmesi için, haddi gerektiren suçun "Darû'l İslâm'da" işlenmiş olmasının şart olduğunda ittifak etmiştir. Hz. Mekhûl (rha)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Darû'l Harb'te had cezaları tatbik edilmez"(26) buyurduğu bilinmektedir. Küffarın istilası altında olan beldelerde had cezaları tatbik edilemez. Zira küfür ahkamının tatbikiyle birlikte o beldedeki mü'minler; din, can, akıl, nesil ve mal emniyetlerini kaybetmişlerdir. Bir belde de mü'minlerin nüfus oranı % 99, kâfirlerin oranı % 1 olsa; had cezaları tatbik edilmediği süre içerisinde o belde "Darû'l Harb'tir", Zira Had cezaları; Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olarak, mütevatir nasslarla farz kılınmıştır. O belde de; % 99 gibi çoğunluğu teşkil eden müslümanlar; kâfirlerden (küfür ahkâmını tatbik eden hükümetlerden ve ordulardan) çekindikleri için had cezalarını uygulayamazlar, yoksa mütevatir nassları inkâr ettikleri için değil!.. Bu durumda o beldede; hakimiyet ve emniyet kâfirlerin, esaret ve korku ise müslümanların üzerinedir, her ne kadar nüfusun çoğunluğunu müslümanlar teşkil etse dahi, orası Darû'l Harb olur.(27) Sonuç olarak; bir İslâm beldesi küffarın istilasına uğrar uğramaz "Darû'l Harb'e" dönüşmez. Ancak o belde, küfür ahkâmı tatbik edilmeye başlandığı zaman; hakimiyet ve emniyet kâfirlerin olacağı için "Darû'l Harbe" dönüşmüş olur. Bu durumda bütün mü'minler üzerine cihad "Farz-ı Ayn" olan bir ibadet haline gelir!.. Tıpkı namaz gibi. Küfür ahkâmını icra eden müstevli kâfirlerle cihad etmeyen müslüman, tıpkı namazı terkeden gibi fasıktır.
1253 Had cezalarının tatbik edilmesi; mü'minlerin kalblerinde ortaya çıkabilecek kin ve intikam ateşlerini söndürür. Ayrıca insanların Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna riayetini sağlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim suçlardan birini irtikap eder de, onun cezasına çarptırılırsa, bu onun keffaretidir"(28) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Had cezaları sebebiyle; hem Ulû'lemr, (tatbik etme açısından), hem de mü'minler (teslim olma açısından) imtihan olunmaktadırlar.
HUDUD CEZALARININ TASNİFİ
1254 Hudud suçları; zina, (Hadd-i Zina), hırsızlık (Hadd-i Sirkat), zina iftirası (Hadd-i Kazf), şarap içme ve sarhoşluk (Hadd-i Şürb) ve yol kesme, eşkiyalık (Kutta-i Tarik veya Hırabe) olmak üzere beş çeşittir.(29) İmam-ı Kasani, şarap içme ve sarhoşluğu ayrı ayrı mütalaa etmiştir.(30) İbn-i Abidin: "Had'ler altı nevidir: 1. Zina haddi, 2. Şaraba mahsus had, 3. Diğer sarhoş edici maddelerden sarhoşluk haddi, 4. Kazf (iftira) haddi, 5. Hırsızlık haddi, 6.Yol kesme haddi"(31) hükmünü beyan etmiştir. Hadd-i Zina; "Nesil emniyetini", Hadd-i Kazf; "Şeref ve haysiyetlerin korunmasını", Hadd-i Şürb; "Akıl emniyetini", Hadd-ı Sirkat ve Hırabe ise; "Mal emniyetini" sağlamak içindir. Dolayısıyla bütün bu cezalar; Allahû Teâla (cc)'nın hakkı için farz kılınmıştır. Tatbik edilmediği takdirde; Allahû Teâla (cc)'nın hukukuna tecavüz ortaya çıkar. Şimdi bunların mahiyetleri üzerinde duralım.
"HADD-İ ZİNA"NIN MAHİYETİ (NESİL EMNİYETİ)
1255 Zina: "Mükellef olan bir erkeğin; cinsi münasebette bulunma hakkı ve şüphesi olmayan, kendisine cinsi meyil duyulabilen bir kadınla, arzu ve rızasıyla önden (fercinden) cinsi temasta bulunmasına verilen isimdir"(32) Bu haddi icab ettiren "zina"nın tarifidir. El, göz, kalb ve diğer organların da zinası vardır. Ancak bunlar "had" cezasını gerektirmez. İmam-ı Kasani "zina"yı tarif ederken, fiilin "Darû'l İslâm'da işlenmesini de" zikretmektedir.(33) Dürri'l Muhtar'da: "Haddi icab eden zina; İslâm memleketinde (Darû'l İslâm'da) mükellef, natık (konuşan) bir şahsın o anda veya geçmiş zamanda şehvet sahibi bulunan ve mülkünden veya mülkü şüphesinden uzak bulunan bir kadının ön tarafına (fercine) tenasül uzvunun sünnet mahallini kendi ihtiyarıyla ithal etmesidir. Musannif, zinanın tarifinde "İslâm memleketinde" (Darû'l İslâm'da) diye kayıtladı. Çünkü Daru'l Harp'te zina haddi tatbik edilmez"(34) hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin, bu metni şerhederken: "Musannif, had icap eden günahlara önce zinayı izah ederek başladı. Çünkü zina haddinin meşru olmasının hikmet ve maslahatı aşikardır. Allahû Teâla (cc) bu ceza ile beşeriyetin temizliğini, insan şerefini ve insan neslini korumayı temin edecek en kuvvetli bir adalet müeyyidesi vücuda getirmiştir. Zina; nice aileleri mahveder, nice namuslu kimseleri ebediyyen bir mahcubiyet altında bırakır, nice şahsiyetlerin neseblerini şüpheli gösterir. Bu itibarla bir zina hadisesi, herhangi bir düşmanlık neticesi meydana gelen bir öldürme hadisesinden daha meş'um ve utanç veren bir cinayettir" hükmünü beyan ediyor.
1256 Kur'an-ı Kerim'de: "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur"(35) hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirler, bu Ayet-i Kerime'de geçen "zinaya yaklaşmayın" hükmünü tefsir ederken; gizli ve açık her türlü zinanın haram olduğunu, ayrıca kalben zinaya meyletmekten ve sebeb olabilecek davranışlardan da kaçınmanın gerekliliği üzerinde durmuşlardır.(36) Dolayısıyla İslâm dini; hem zinayı hem de zinaya vesile olabilecek davranışları yasaklamıştır.
1257 "Nikâh" bahsinin hemen girişinde; erkek ve kadının birbirlerine karşı şiddetli meyil duyduğunu ve neslin çoğalması için o "fıtrat" üzere yaratıldığını izah etmiştik.(37) Şer'i hududları aşarak; zina eden "erkek" ve "kadın" hadd cezasına çarptırılır. Kur'an-ı Kerim'de: "(Bu) İndirdiğimiz ve (hükümlerinin tatbikini) farz kıldığımız bir sûredir. Onda açık açık ayetler indirdik. Ta ki iyice belleyip ibret alasınız. Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dini (ni tatbik) hususunda acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir zümre de, bunların azabına (bu cezalarına) şahid olsun"(38) hükmü beyan buyurulmuştur.
1258 Bekâr olan erkek ve kadının; zina etmesi halinde 100 değnek (celde) cezasına çarptırılacakları hususunda icma hasıl olmuştur.(39) Bu cezadan (hadden) önce; eziyyet ve hapis cezası tatbik ediliyordu. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Kadınlarınızdan fuhşu irtikap edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehadet ederlerse, onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde alıkoyun. Sizlerden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de eziyyete koşun. Eğer tövbe edip, nefislerini ıslâh ederlerse, artık onlara (eziyetten) vazgeçin. Çünkü Allah tövbeleri en çok kabul eden, en çok esirgeyendir"(40) hükmü beyan edilmiştir. Hz. Ubade b. Samit (ra)'den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav): "Benden alınız!.. Benden alınız!.. Kur'an-ı Kerim şüphesiz zina edenler için bir yol göstermiştir. Bekârın bekârla zinası yüz değnek ve bir sene sürgündür. Evlinin evliyle olan zinası yüz değnek ve recmdir"(41) buyurmuştur. Dolayısıyla hapis ve eziyyet cezaları neshedilmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kur'an-ı Kerim şüphesiz onlara (zina edenlere) bir yol göstermiştir" sözü, bu neshin delilidir.
1259 Hz. Zeyd b. Halid (ra)'den rivayet edildiğine göre; Resûl-i Ekrem (sav)'in yanına gelen iki davacıdan birisi: "Ey Allah'ın Resûlü!.. Aramızda Allahû Teâla (cc)'nın kitabıyla hükmet" dedi. Diğeri de: "Evet!.. Ya Resûlullah, aramızda Allah'ın kitabıyla hükmet, izin verirseniz meseleyi anlatmak için konuşmak istiyorum" diyerek söz istedi. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Peki, buyrun konuşabilirsiniz" diyerek müsaade etmesi üzerine: "Oğlum, bu adamın yanında işçi olarak çalışıyordu. Bunun karısıyla zina etti. Oğlumun recm cezasına çarptırılacağını söylediler. Bu yüzden fidye olarak, yüz koyun ve bir cariyemi bu adama verdim. Daha sonra ilim ehli kimselere sorduğumda: "oğlumun cezasının yüz değnek ve bir yıl sürgün olduğunu; bu adamın karısının ise, recm edilmesi gerektiğini" beyan ettiler. Şimdi ihtilaf halindeyiz" dedi. Resûl-i Ekrem (sav) her iki tarafı dinledikten sonra: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya andolsun ki; aranızda Allahû Teâla (cc)'nın kitabıyla hükmedeceğim. Yüz koyunun ve cariyen sana tekrar iade edilecektir. Oğlun için yüz değnek ve bir sene sürgün vardır" buyurdu. Daha sonra yanında duran Hz. Ûneys (ra)'e: "Ya Ûneys!.. Şu adamın karısına git, eğer zina ettiğini itiraf ederse recm cezasını tatbik et" emrini verdi. Kadın suçunu itiraf edince "recm" cezası uygulandı.(42) İslâm ûleması: "Hür bir kimse, sahih bir nikâhla evlenir ve karısıyla normal yolla cinsi ilişkide bulunursa, o muhsan olur. Eğer böyle bir karı ve koca zina ederse, recm olunurlar"(43) hükmünde ittifak etmiş ve icma hasıl olmuştur.
1260 Hanefi fûkahası: "Zina; beyyine ve ikrarla (itirafla) sabit olur. Beyyine; Kadı (Şer'i şerifle hükmeden hakim) huzurunda erkeğin veya kadının zina ettiğine dair, adil dört şahidin beyanıdır. Hakim bu şahidlere, "Zina nedir, mahiyetini izah ediniz?" sualini sorar, daha sonra (eğer şer'i şerife uygun tarif yapabilirlerse) zina eden kimsenin; "Nerede, ne zaman ve kiminle zina ettiğini" izah etmelerini talep eder. Şahidler bunları açıkladıktan sonra: "Biz zaninin şu kadına sürmedanda sürme milinin durduğu gibi (yani zekerini fercinin içinde) "zina" ettiğini, dördümüz de gördük" derlerse, şahidler hakkında gizli ve açık tahkikata başlar. Adil oldukları sabit olursa, hüküm verir. En ufak bir şüphe halinde ise; Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Had'leri şüphelerle kaldırınız" Hadis-i Şerifine uyarak, amelde bulunur.(44) hükmünde müttefiktir. Zina ile ilgili şehadetin hükümleri oldukça sarihtir. İbn-i Abidin: "Zina hakkında şehadete gelince; bunun şartları çok ağır olduğu için sübûtu enderdir. Hatta Peygamberimiz (sav)'in asr-ı saadetlerinde ve Peygamberimiz (sav)'den sonra ashab-ı kiram devrinde zina cinayeti, şehadetle (şahidlerin ispatıyla) sabit olmamıştır. Ancak ikrar ile sabit olmuştur"(45) hükmünü beyan etmektedir.
1261 İkrar; akil, baliğ olan bir kimsenin, şer'i şerifle hükmeden kadı (hakim) huzurunda, zina ettiğini itiraf etmesidir. Bu ikrar dört defa yapılır. Kadı (hakim) her seferinde: "Sen bu işi yapmamışsındır, öpmüş veya okşamışsındır" veya "Git buradan sen deli misin?" diye reddeder. Zira, Resûl-i Ekrem (sav); Hz. Maiz (ra)'in, zina ettiğine dair olan ikrarında bu şekilde davranmıştır.(46) Eğer mükellef; bütün bu ikazlara rağmen dört defa zina ettiğini ikrar ederse hakim; "zinanın mahiyetini, nerede ve kiminle zina ettiğini" sorar. Bunları açıklattırdıktan sonra Hadd cezasına hükmeder.(47) Zinası ikrarla sabit olan kimse; hadd-i zina tatbik edilmeden önce veya tatbik sırasında: "Ben zina yapmadım" diyerek rücû edebilir. Bu durumda had cezası düşer.(48)
1262 Zina ettikleri sabit olan; köle ve cariyelerin cezası, elli değnektir.(49) Dürri'l Muhtar'da: "Şehadetle veya ikrar ile zina suçu sabit olan kimse evlenmemiş (bekâr) ve hür olursa, yüz değnek vurulur. Köle olursa, Ayet-i Kerime'nin delâletiyle yarısı (elli değnek) vurulur. Kaadı Beyzavi ve diğer müfessirin Ayet-i Kerime'deki muhsanatı, hür olan kadınlarla tefsir etmişlerdir"(50) hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şerhederken: "Ayet-i Kerime'nin delâletiyle ilh..." Bu Allahû Teâla (cc)'nın: "Cariyeler evlendikten sonra bir fuhuş irtikab ettiler mi, o vakit üzerlerine (muhsane) hür kadınlar üzerindeki cezasının yarısı (verilir)" kavli kerimidir.(51) Bu Ayet-i Kerime cariyeler hakkında nazil olmuştur" hükmünü beyan eder.
1263 Haddin tatbik edilebilmesi için; suçun bütün unsurlarıyla tam olarak ve mükellefin rızasıyla gerçekleşmiş olması şarttır.(52) İkrah altında gerçekleşen zina fiilinde; hadd cezası tatbik edilmez. Ayrıca gerek fiilde, gerek mahalde herhangi bir şüphe bulunmamalıdır. Şüphe; gerçekte sabit olmadığı halde, sabite benzeyen bir durumdur. Fiilde şüphe; delil olmayanı delil zannetmektir. Mahalde şüpheye "hüküm şüphesi" de denir. Fiilin kendisine haramlığını kaldıran bir delil bulmasıyla gerçekleşir.(53) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Elinizden geldiği kadar müslümanlardan cezaları kaldırınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen salıverin. Zira Ulû'lemr'in veya Kadı'nın (hakimin) affetmekte hata etmesi, had cezasını tatbik etmesinde yanılmasından daha hayırlıdır"(54) buyurduğu bilinmektedir. Hadd cezalarında; (ister mahalde, ister fiilde olsun) her türlü şüphe sanığın lehinedir.
1264 Hadd-i Zina'nın rüknü; velâyet hakkı bulunan kimsenin (Ulû'lemr veya kadının) celde (değnek) veya recmi uygulamasıdır. Recmin tatbik edilebilmesi için bulunması şer'an lazım olan bazı vasıfları bu şahısta toplanmasına "ihsan" denilir. İhsanın şartları yedidir. Bunlar:
1. Hür olmak,
2. Akıllı olmak,
3. Erginlik çağında bulunmak,
4. Müslüman olmak,
5. Sahih nikâhla evlenmiş olmak,
6. Zevcesinde de bu vasıfların bulunması,
7. Bu vasıflar toplandıktan sonra, aralarında cinsi yakınlığın (cimanın) bulunmuş olması.(55)
1265 Bekâr olduğu halde zina eden hür erkek ve kadına; herhangi bir uzvunun telef olmamasına riayet edilerek 100 değnek vurulur. Başına, yüzüne ve cinsiyet organlarına vurulmaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav) had vurmakla görevlendirdiği kimseye "Yüzüne ve cinsiyet organına vurma, oralardan sakın" emrini vermiştir.(56) Hz. Ali (ra)'den rivayet edildiğine göre; avret yerlerini örten elbiseler bırakılır, diğerleri çıkarılır. Erkek zani'ye had; ayakta iken tatbik edilir, kadına ise oturduğu yerde uygulanır. Haddi tatbik eden kimse, sopayı fazla kaldırmaz, orta halli bir vuruşla tatbik eder. Bu sırada bir cemaatin bulunması ve teşhir esastır.(57) Hasta olan zaniye, iyileşinceye kadar had cezası tatbik edilmez, sıhhat bulması beklenir.(58)
1266 Evli olduğu halde zina eden ve şer'i şerifle hükmeden hakim (kadı) tarafından recm cezasına çarptırılan kadın ve erkeğin cezası infaz edilirken bazı hususlara riayet vaciptir. Eğer zinanın sabit olması şahitler vasıtasıyla gerçekleşmişse, önce dört şahid taşlamaya başlar, daha sonra Kadı, daha sonra da cemaat!.. Dört şahidden birisi taşlamaktan çekinirse had düşer. Eğer zina, mükellefin ikrarı (itirafı) ile sabit olmuşsa, önce kadı (hakim) taşlar, daha sonra cemaat. Taşlama sırasında ikrarından (itirafından) rücû eder veya kaçarsa bırakılır.(59) Hastalık recm cezasının tatbikine mani değildir. Ancak recm edilecek olan kadın hamile ise; had cezası tehir edilir. Değnek (celde) cezasında da durum aynıdır. Doğumunu yapıncaya ve nifas hali bitinceye kadar "Hadd-i Zina" uygulanmaz. Çünkü karnındaki çocuğun hayatı muhteremdir, velev ki zina sebebiyle olsun. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Dikkat ediniz!.. Bir suçlu ancak kendi aleyhine suç işler"(60) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası "Babası belli olmayan zina mahsulü bir kimseye, diğer bir şahıs zina isnadında bulunsa, kendisine (isnadda bulunana) hadd cezası tatbik edilir. Zira o adam iffetlidir. Annesinin işlediği zina fiili, onun iffetini ortadan kaldırmaz. Veled-i zina olan bir şahsın; kadı önündeki şehadeti (şahidliği) muteberdir. Çünkü annesinin ve onunla zina eden babasının fiili, zina mahsulü olan çocuğun adaletine gölge düşüremez"(61) hükmünde ittifak etmiştir. Resûl-i Ekrem (sav) muhsane olduğu halde zina eden Gamidiyye isimli kadını, hamile olduğu için recm etmemiş, doğumundan sonra gelmesini emretmiştir. Doğumdan sonra recm için gelen kadına: "Geri dön!.. Çocuğun sana ihtiyacı kalmayıncaya, senden müstağni oluncaya kadar ona bak"(62) emrini vermiştir. Dolayısıyla "Hıdane" görevini yapacak kimse olmadığı zaman; çocuk sütten kesilinceye kadar recm cezası tatbik edilmez. Ancak çocuğa bakacak bir kimse bulunursa (süt emrizme ve ihtiyaçlarını karşılama noktasında) doğumu müteakip recm cezası infaz edilebilir.(63)
1267 "İhsan" şartlarına haiz ve zina ettiği kat'i olarak (beyyine veya ikrarla) tesbit edilen mükellef "recm" edildikten sonra, cenazesi yıkanır, cenaze namazı kılınır ve defnedilir.(64) Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Maiz (ra) recmedildikten sonra: "Ona kendi ölülerinize yaptığınız gibi, yapınız"(65) emrini vermiştir.
1268 Had cezalarının "hassas" olduğu malumdur. Dolayısıyla şahitlerde bazı vasıflar aranır.
Şahitlerde "Ehliyet" (Şehadeti tehammül) şartları şunlardır:
1. Şahidin hadise sırasında akıllı olması gerekir,
2. Zina hadisesi sırasında âmâ (kör) olmaması şarttır,
3. Şahidin, hakkında şehadet edeceği zina hadisesini, zinaya taraf olan erkek ve kadını bizzat görmesi zaruridir. Görenden dinlemesi kat'iyyen sahih değilir. Ancak nikâh, neseb, ölüm vb. gibi hadiselerde, halktan duyma kâfidir.(66)
Bir kimsenin şahidliği "Edâ" edebilmesi için de bazı şartlara haiz olması gerekir. Bunlar:
1. Şahidin, şehadeti edâ esnasında akıl-baliğ olması şarttır. Küçük çocuğun (sabi'nin), Mâtuh'un, delinin şahitliği kabul edilmez.
2. Zabt sahibi olmalıdır. Yani iyi işitip anlayan, gördüğünü kat'iyyen unutmayan ve kavrama gücü olan kimse olmalıdır. Hadd-i Zina'da kat'i olmayan hiçbir şahitlik geçerli değildir.
3. Hür olması lazımdır. Zira had cezalarında köle ve cariyelerin şehadeti sözkonusu değildir.
4. Konuşur olması şarttır. Dilsizin şahidliği kabul edilmez. Ayrıca âmâ olmaması da esastır.
5. Şahidin adil olması da şarttır. "Adil olmak"tan murad; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre amel etmektir. Büyük günah işledikten sonra tövbe edenin veya küçük günahlarda ısrar edenin şehadeti, Kadı'nın (hakimin) tavrıyla ilgilidir. Eğer şahit; çevresince tezkiye edilmezse, had cezalarında sözü muteber olmaz.(67) Zira şartları gerçekleşen şehadette söz; hakkı ispat manasınadır. Dört şahidden üçü adil, biri faasık olursa, had cezası tatbik edilemez.(68) Çünkü "Hadd-i Zina" için zaruri olan şahid sayısı tamamlanmamıştır.
6. Şahit; şehadeti sebebiyle menfaat sağlamamalıdır.
7. Şahid; "Hadd-i Kazf" sebebiyle cezalandırılmış olmamalıdır.(69)
Şahidliğin geçerli olabilmesi için de belirli şartlar vardır. Bunlar:
1. Şehadet vazifesi; Kadı'nın (Şer'i şerifle hükmeden hakimin) huzurunda ve yargı meclisinde, topluca edâ edilmelidir. Had cezalarında tek tek şahitlik geçerli değildir.
2. Zina suçu için "Dört"; diğer hududlarda ve kısasta iki şahidin ittifak etmesi şarttır.(70)
3. Şahidler arasında "akaid" farklılaşması olmamalıdır. Mesela; zina ettiği veya şarap içtiği iddia edilen şahıs müslüman ise, şahidin de müslüman olması şarttır. Şahid "zimmi" olursa, sözü muteber kabul edilmez.
4. Şahitlik için, gecikme olmamalıdır. "Hadd-i Kazf" dışındaki suçlarda; şahidin gecikmesi, mürur-u zaman ve töhmetten hali değildir.
1269 Had cezaları ve bu hususla ilgili ilimler Kadı (şer'i şerifle hükmeden hakim) üzerine "Farz-ı Ayn"dır. Şehadet (Şahidlikle) ilgili ilimler ise; Darû'l İslâm'da bütün mü'minler üzerine vacibtir. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen ve küfür ahkâmını icra eden mahkemelerde adalet sözkonusu olamayacağı için şahitlik yapmak caiz olmaz. Ancak ikrah (zorlama) hali müstesnadır.
HADD-İ KAZF (Zina iftirası, haysiyet ve şereflerin korunması)
1270 Kazf'ın lûgat manası atmaktır.(71) İslâmi ıstılahta; "Muhsan bir erkeğe ve muhsan bir kadına; serahaten veya delâleten zina isnadında bulunmaya "Kazf" denir"(72) tarifi esas alınmıştır. Zira "Hadd-i Kazf"; ancak muhsan olan kimseye yapılan zina isnadında, gerekli şahid getirilemediği zaman uygulanır.
1271 Kur'an-ı Kerim'de: "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadıyla) iftira atan, sonra (bu hususla ilgili) dört şahit getirmeyen kimselerin her birine de seksen değnek vurun. Onların ebedi şahidliklerini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir"(73) hükmü beyan buyurulmuştur.
1272 İbn-i Abidin: "Vasile (ra)'den Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim bir zimmiye kazfte bulunursa kıyamet gününde kendisine ateşten kamçılarla had vurulur" buyurduğu rivayet olunmuştur. Taberani, Ûmmü'l-Mü'minin (Mü'minlerin annesi) Aişe (ra)'ye gerek gizli, gerekse aşikâr kazfetmek (74) küfürdür. Keza Hz. Meryem (ra)'e hakkında da yapılan kazf küfürdür."(75) hükmünü zikretmektedir. Darû'l İslâm'da; mü'minler Ulû'lemr'e beyatla, gayr-i müslimler de "Zımmet akdi" imzalamak suretiyle bütün haklara haiz olmuşlardır. Bu haklarından birisi de, şeref ve haysiyetlerinin korunmasıdır. Hanefi fûkahası, gayr-i müslim zimminin gıybetinin yapılmasının da haram olduğunu, onların şeref ve haysiyetleriyle oynayıcı şiirler yazmanın caiz olmayacağını esas almıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc)'ya şirk koşan kimse muhsan değildir"(76) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla zimmiye zina isnadında bulunan kimse, "Hadd-i Kazf'e" muhatab olmaz. Ancak "Zimmet Akdini" ihlal ettiği hususunda Kadı (Şer'i şerifle hükmeden hakim) karar verirse, ta'zir olunur.
1273 Recm'in yapılabilmesi için aranan "ihsan" şartlarından; sahih nikâhla evlenmiş olma ve zevcesine cinsi yakınlıkta bulunma (Cim'a) vasıfları, Hadd-i Kazf'in ihsanında şart değildir.(77) Hanefi fûkahası: "Müslüman, hür, akıllı, büluğa ermiş ve zina fiilinden masum olan (namuslu, hayatta hiç zina etmemiş) erkek veya kadına; zina isnadında bulunan (kazfeden) şahıs; gerek hür, gerek zimmi, gerekse kadın olsun haddi kazf tatbik edilir. Hür olan kazife (zina isnad edene) 80 değnek, köle olan kazife ise 40 değnek vurulur. Kazf (iftira) suçu da, beyyine (şahid) ve ikrarla sabit olur"(78) hükmünde müttefiktir.
1274 Bir kimse, muhsan olan bir şahsa "Ey zina eden" diye isnadda bulunsa, diğeri de bu söze mukabil olmak üzere "Asıl zina eden sensin" dese her ikisine de "Had" uygulanır.(79) Zira zina iftirası (Kazf) cezası; şeref ve haysiyeti, ırz ve namusu, aile sistemini korumak içindir. Allahû Teâla (cc) zinayı fahiş bir fiil olarak beyan buyurduğu gibi, zinanın sözle yayılmasını da haram kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Kötü sözlerin iman edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler (yok mu?) dünyada da, ahirette onlar için pek acıklı bir azab vardır"(80) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla; zina etmek haram kılındığı gibi, sözle de (müstehcen konuşmalar ve fıkralar yoluyla da) fuhuşun yayılmasına hizmet etmek "haram" kılınmıştır.
1275 Hadd-i Kazf'in tatbiki için; iftiraya uğrayan kimsenin, Kadı'ya (Şer'i şerifle hükmeden hakime) müracaat etmesi şarttır.(81) Zira kazf haddinde; hem Allahû Teâla (cc)'nın, hem de kazfe uğrayan (iftira edilen) şahsın hukuku vardır. Nitekim bir kimse; şarap; içtiği için "Hadd-i Şürb'e" bir kimseye de zina isnadında bulunduğu için "Hadd-i Kazf'e" mahkûm edilse, önce "Hadd-i Kazf" cezası infaz edilir.
1276 Bir kimse; muhsan olan bir erkeğe zina isnadında (Kazf'ta) bulunsa, daha sonra hiçbir husumet yokken Kadı'nın huzuruna gelerek ikrar (itiraf) etse, fakat 80 değnek (celde) cezasından korkarak ikrarından rücû etse, bu rücû kabul edilmez. Ayrıca zina isnadı sebebiyle "Hadd-i Kazf" cezasına çarptırılan bir kimse; yaptığı bu günahtan tevbe etse dahi "şahit"liği kabul edilmez. Yine zimmet ehli (gayr-i müslim vatandaş) bir şahıs "Hadd-i Kazf" cezasına muhatap olduktan sonra, kendi dininden olan "zimmi" hakkında şahitlik edemez.(82) Bir Gayr-i Müslim (zimmi) Hadd-i Kazf cezasına çarptırıldıktan sonra; Allahû Teâla (cc)'nın verdiği hidayetle mü'min olursa, İslâm'a girmesi geçmişi sildiği için; şahidlik edebilir.
HADD-İ ŞÛRB (AKIL EMNİYETİ)
1277 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. İçki (hamr), kumar, (ibadet etmeye mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz"(83) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Gazali: "Hadd-i Şürb" (içki cezası) insanların akli melekelerini muhafaza içindir. İlahi teklife muhatab olan akıl, ancak bununla muhafaza edilebilir"(84) hükmünü beyan eder. İnsanı, zararlı (şer'i şerifin haram kıldığı) fiillerden alıkoymak, akla ait bir görevdir. Nitekim insan; akıl sebebiyle, diğer canlılardan daha üstündür. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bizatihi şarap haram kılınmıştır"(85) buyurduğu bilinmektedir.
1278 İbn-i Abidin: "Şarap, müslümanlığın ilk devresinde haram kılınmamıştı. Ashab-ı Kiram şarabı içip sarhoş oluyorlardı. Tirmizi'den naklen Fetihte zikredilmiştir ki; Hz. Ali (ra)'den: "Bir gün Abdurrahman b. Avf (ra) ziyafet verip, bize yedirdi ve şarap içirdi. Sarhoş olduk. Namaz vakti gelince ben imam oldum ve Kafirûn Suresi'ni yanlış okudum. Bunun üzerine şu mealdeki ayet nazil oldu: (r)Ğ Ey Mü'minler; siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın¯"(En Nisâ Sûresi: 43) diye rivayet edilmiştir. Eğer içki müslümanlığın ilk devresinde haram olsaydı. Ashab-ı Kiram'ı fıska nisbet etmek lazım gelirdi. Sonra ben Tuhfe-i İbn-i Hacer'de: "Müslümanlar İslâmiyetin ilk devresinde içerlerdi" diye zikretmiş olduğunu gördüm.(86) hükmünü zikretmektedir. Birçok muteber kaynakta; Hz. Saad b. Vakkas ile Sahabe-i Kiram'dan bir zatın, sarhoşken kavga ettikleri, Hz. Ömer (ra)'in ise; içkinin haram kılınması için dua ettiği zikredilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Şeytan; şarap ve kumar ile ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi?"(87) hükmü beyan edilmektedir. İçki haram kılındıktan sonra Resûl-i Ekrem (sav): "Gerçekten Allahû Teâla (cc) şarabı haram kılmıştır. Şimdi kimin elinde ondan birşey bulunduğu halde bu hüküm kendisine ulaşırsa, artık onu ne içsin, ne de satsın"(88) emrini vermiştir. Bunun üzerine Sahabe-i Kiram ellerinde ve hanelerinde bulunan şarap küplerini kırmış ve tamamını dökmüşlerdir. Yani Resûl-i Ekrem (sav) şarapla ilgili olarak: "İçilmesini haram kılan Allahû Teâla (cc), satılmasını (alışverişini) de haram kılmıştır.(89) buyurmuştur. Sonuç olarak şarabın haram oluşu; kitap, sünnet ve Sahabe-i Kiram'ın icmaı ile sabit olmuştur.
1279 Hanefi fûkahası: "Büluğa ermiş akıllı (deli olmayan) bir müslüman; kendi rızasıyla şarap içip, kokusu ağzında hissedildiği halde yakalanırsa veya iki adil şahit, şarap içtiği hususunda şahidlikte bulunurlarsa veya şarap içtiğini kendisi itiraf ederse; had cezası tatbik edilir"(90) hükmünde ittifak etmiştir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim şarap içerse ona had tatbik ediniz (celde vurunuz), yine içerse, tekrar had tatbik ediniz"(91) buyurduğu bilinmektedir. Şarap içmenin ve sarhoşluğun haddi; hür için seksen, köle için kırk değnektir. "Hadd-i Zina" bahsinde izah ettiğimiz üzere, vücudunun çeşitli yerlerine, orta halli bir vuruşla tatbik edilir. Başına, yüzüne ve tenasül uzvuna vurulmaz.(92)
1280 Susuzluktan ölüm tehlikesi noktasına gelen (ızdırar haline düşen) bir müslüman; bu hali defetmek niyetiyle şarap içerse kendisine had tatbik edilmez.(93) Ayrıca "dilsiz" olan (yani konuşamayan) kimse için de şüphe sözkonusudur. Dolayısıyla "Hadd-i Şürb" tatbik edilmez.
1281 Şarap içen mükellef; velev ki bir yudum dahi içse ve sarhoş olmasa, yine "Hadd-i Şürb" tatbik edilir. Ancak diğer sarhoşluk veren içkilerde "Hadd-i Şürb'ûn" tatbik edilmesi için, mükellefin sarhoşluğunun sabit olması şarttır.(94) Zira şarabın haramlığı kat'i nass'larla sabittir. Sarhoşluk veren diğer içkilere gelince; Hz. Cabir (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te, çoğu sarhoşluk veren içkilerin, azının da haram olduğu açıkça beyan buyurulmuştur. Hadis-i Şerif şudur: "Yemen'den gelen bir mü'min, Resûl-i Ekrem (sav)'e kendi beldelerinde arpa ve darıdan imal ettikleri "Bira" isimli içkinin, hükmünü sorar. Resûl-i Ekrem (sav): "O içki, sarhoşluk verir mi?" diyerek, içkinin mahiyetini öğrenmek arzusunu izhar buyurur. Suali soran kimse: "Evet, sarhoşluk verir" deyince, Resûl-i Ekrem (sav): "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab) hükmündedir"(95) buyurur. Hz. Ömer (ra)'in: "Hamr (şarap) aklı örten ve gideren şeydir" tarifini yaptığı da bilinmektedir.(96) Sonuç olarak; sarhoşluk veren her türlü içkinin, azı da, çoğu da haramdır.
1282 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ûmmetimden bir gurup, başka bir isim koyarak, şarabı helal sayacaktır"(97) buyurduğu bilinmektedir. Günümüzde, başka başka isimlerle, her türlü müskirat; gerek siyasi iktidarlar, gerek diğer çevreler tarafından piyasaya sürülmektedir. Sarhoşluk veren her türlü içki haramdır. Bu noktada "Sarhoşluk Nedir?" sualine cevap arayalım. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) göre sarhoş; erkek ile kadını, yer ile göğü ayırt edemeyen ve ne söylediğini bilmeyen (Hezeyan eden) kimsedir.(98) Sarhoş olan kimse; iki adil şahit veya kendi ikrarıyla; Kadı (Şer'i şerifle hükmeden hakim) tarafından "Had" cezasına çarptırıldığı zaman ayrılıncaya kadar beklenir. Had cezası, ayıldıktan sonra tatbik edilir.(99)
1283 İçki içen on kimseye had vurulmaz. Bunlar:
1. Mezhebin muhtar kavline göre zimmiye (Gayr-i Müslime),
2. Mürted olmadan önce içip, tekrar müslüman olana,
3. Çocuğa,
5. Deliye,
6. Zorla kendisine içki içirilene,
7. Susuzluktan ölmek üzere olup, ölmeyecek kadar su yerine içen kimseye,
8. Hıll dahilinde içip, harem-i şerife sığınana,
9. Hakikaten ve hükmen içkinin haram olduğunu bilmeyerek içen kimseye,
10. Darû'l Harp'te içen kimseye.(100)
Darû'l Harp'te müslüman olan kimse; mü'minlerin imanının (Ulû'lemr'in) sultası altında olan ve Şer'i ahkâmın tatbik edildiği Darû'l İslâm'a hicret etse, bu arada içki içip sarhoş olsa: "Şarabın haram olduğunu bilmiyordum, bu sebeble içtim" ikrarında bulunduğu an, hadd cezası uygulanmaz. Zira İslâm'ın hükümleri kendisine ulaşmamıştır.(101) Fakat Darû'l islâm'da doğup-büyüyen kimsenin "Ben şarabın haram olduğunu bilmiyordum" şeklindeki ikrarı kabul edilmez. Had tatbik edilir.
1284 İslâm ûleması "Şarabın"; alışverişe konu edilemeyeceğini, yani "Mal-ı mütekavvim" sayılmayacağı hususunda ittifak etmiştir. Şarap ticaretiyle zengin olan kimseye; hacc ibadeti farz olmayacağı gibi, zekâtda farz olmaz. Çünkü "haram"dan kurtulmak için, bütün kazancını fakir-fukaraya dağıtmak zorundadır. Şarabı döken veya şarab mahzenini soyan kimseye; herhangi bir ceza uygulanmaz. Çünkü şarap; "Mal-ı Mütekavvim" olmadığı için, suç işlenmemiştir. Tabii bu "Darû'l İslâm'da" söz konusudur. Şarabın devlet eliyle üretildiği ve tekel vasıtasıyla satıldığı toplumlarda "kanunen" ceza görürler. Ancak şer'an suç işlememişlerdir. Şarabın alışverişi haram olduğu gibi, üretilmesi de haramdır. Hanefi fûkahası; "İslâm'ın haram kıldığı ameller ve menfaatler üzerine yapılacak her türlü icare sahih değildir" hükmünde müttefiktir.(102) Dolayısıyla şarap ürettiği için, hiç kimse ücrete hak kazanamaz. Şarab ve diğer müskiratları (Bira, Rakı vs.) üreten fabrikalarda çalışan işçilerin aldıkları ücretler de helâl değildir.
HADD-İ SİRKAT (HIRSIZLIK CEZASI-MAL EMNİYETİNİN SAĞLANMASI)
1285 İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılmış ve istenildiği zaman elde edilip kullanılabilen, insandan maada (gayri) şeylere mal denir.(103) İmam-ı Şafii (rha) haramı ihtiyaç olarak kabul etmediği için: "İhtiyaçlarımızı karşılayan şeylere mal denir"(104) tarifini esas almıştır. Dikkat edilirse; her iki tarifte de ortak olan nokta "insanın ihtiyaçlarının karşılanması"dır. İslâm dini; insanın zaruri maslahatlarının arasında "mal emniyetini" beyan etmiş, hırsızların ve çete kurarak soygun yapan kimselerin cezalandırılmalarını esas almıştır.(105) Şimdi bu konu üzerinde duralım.
HIRSIZLIK NEDİR?
1286 Önce "Sirkat" kavramı üzerinde duralım. Lûgat manası; başkasına ait bir malı gizlice almaktır. "Sirkat" gizlilik demektir.(106) İslâmi ıstılahta: "Mükellef olan bir kimsenin; kendisinin mülkü veya mülk şüphesi olmayan, asgari on dirhem gümüş değerindeki bir malı, muhafaza altında olan bir mekândan, gizlice almasına "Sirkat" (hırsızlık) denir"(107) tarifini esas almıştır. Hadd-i Sirkat'ın tatbiki için nisab miktari mal (yani asgari on dirhem gümüş değerindeki mal) esas alınmıştır. Ancak haram olması itibariyle nisab miktarı olsun veya olmasın; başkasının malını çalmak kat'iyyen caiz değildir. Hırsızlık büyük günahlardandır.
HIRSIZLIĞIN TEŞEKKÛLÛ
1287 Kur'an-ı Kerim'de: "Erkek hırsızla kadın hırsızın; o irtikab ettiklerine bir karşılık (ceza) ve Allah'tan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere, ellerini kesin"(108) hükmü beyan buyurulmuştur. Buradaki ellerden kasıt, sağ elini kesmektir.(109) Hadd-i Sirkat'in (El kesme cezasının) tatbik edilebilmesi için, hiçbir şüpheye mahal bırakmayan bir "Sirkat" hadisesinin teşekkülü şarttır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
1288 MÛKELLEF OLMAK ŞARTTIR: Çocuğun, delinin veya cinnet getirmiş kimsenin hırsızlık yapması "Hadd-i Sirkat'ı" gerektirmez. Ancak çaldıkları mal, kendilerinden geri alınır. Bazen deliren, bazen sıhhat bulan kimse; sıhhatli olduğu bir sırada hırsızlık yapmışsa eli kesilir.(110) Erkek olmak, hürriyet ve müslüman olmak şart değildir. Dolayısıyla hırsızlık yapan kadın, köle, cariye ve gayr-i müslimin (zimminin) eli kesilir.(111) Mü'minler; "Ulû'lemr'e" bey'atla mal emniyetine haiz oldukları gibi, gayr-i müslimler de "zimmet" akdi imzalamak suretiyle "mal emniyetine" haiz olmuşlardır. Gayr-i Müslim'in (zimminin) malını çalan müslümanın da, eli kesilir. Ancak Ulû'lemr'e "Zimmet Akdi" ile bağlı olmayan Gayr-i Müslim'in (Harbi'nin) malı masum değildir.
1289 ÇALINAN MALIN NİSAB MİKTARINA ULAŞMASI ŞARTTIR: Hadd-i Sirkat'ın (el kesme cezasının) tatbiki için; asgari on dirhem gümüş veya bir dinar altın değerinde olması şarttır.(112) Bu değer; Hadd-i Sirkat için gerekli olan nisab miktarıdır. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "El kesme cezası, ancak bir dinarda veya on dirhemde olur"(113) buyurduğu bilinmektedir. Bu Hadis-i Şerif; fâkih olan sahabeden Hz. Abdullah İbn-i Mes,ûd (ra)'dan rivayet edilmiştir. Yine fâkih olan İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te "Resûl-i Ekrem (sav) kıymeti bir dinar veya on dirhem olan micenn kalkanının çalınması sebebiyle bir adamın elini kesti"(114) buyurulmuştur. Hz. Ömer (ra)'e elbise çalan bir hırsız getirilir. Suç sabit olduğu için Hz. Ömer (ra) elinin kesilmesini emreder. Hz. Osman (ra) ise: "Onun çaldığı eşyanın değeri, on dirhem gümüş değerinde değildir" diyerek, itiraz eder. Bunun üzerine "Ehl-i Hibre" tayin edilir. Ehl-i Hibre; çalınan eşyanın değerini sekiz dirhem gümüş olarak belirleyince, Hz. Ömer (ra) el kesme cezasını tatbik etmez. Hz. Ali (ra)'de hilafeti döneminde; çalınan malın değerinin on dirhem gümüşe ulaşıp ulaşmadığına dikkat etmiştir. Dolayısıyla çalınan malın değeri; on dirhem gümüş veya bir dinar altına ulaşırsa, "Hadd-i Sirkat'ın" tatbik edileceğinde Sahabe-i Kiram'ın icmaı vardır.(115) Bu miktarın aşağısında; el kesmenin tatbik edileceğini beyan eden ûlema da, mevcuddur. Ancak bu ihtilaflıdır. İhtilaf ise; ihtimali de, beraberinde getirir. İhtimal sebebiyle el kesilmez.
1290 ÇALINAN MAL; MÛTEKAVVİM (MÛBAH VE KIYMETLİ) OLMALIDIR: İslâm dininin; yenilmesini, içilmesini ve alışverişini haram kıldığı mallara "Gayr-i mütekavvim" denir. Bunların kıymeti yoktur. Mesela: Şarap, domuz eti ve çalgı aletleri vs... Kâfirler indinde değeri ne olursa olsun; İslâm dininin haram kıldığı mallar, kıymetli değildir. Çalanın eli kesilmez.(116) Ayrıca saklanması mümkün olmayan; çabuk bozulan ve çürüyen malları çalan kimselerin de elleri kesilmez. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Ağaçta bulunan yaş meyva ve hurma göbeği için, el kesme cezası yoktur"(117) buyurmuştur. Ağaçtaki meyva, süt, et, karpuz ve çürüyen (uzun süre saklanması mümkün olmayan) sebzelerde el kesme cezası tatbik edilmez.(118) Ayrıca kıymetli olmakla birlikte; mal hükmünde olmayan canlıların çalınmasında da "had" cezası yoktur. Mesela: Hür bir çocuğu çalan kimsenin eli kesilmez.(119) Çünkü insan mal değildir.
1291 ÇALINAN MALDA MİLKiYET ŞÛPHESİ OLMAMALIDIR: "Hadd-i Sirkat", mal emniyetini sağlamak hususunda, Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olmak üzere farz kılınmıştır. Dolayısıyla bir kimsenin kendi malını çalması hırsızlık olmayacağı gibi, milkiyet şüphesi olan malı çalması da "Hırsızlık" olmaz. Mesela; bir baba, oğlunun malını gizli bir yerden ve izni olmadan çalsa, bu sebeble eli kesilmez. Zira "Babam, benim iznim olmadan malımı alıyor" şeklinde şikâyette bulunan bir sahabeye hitaben Resûlulah (sav): "Sen ve malın babanındır"(120) buyurmuştur. Dolayısıyla çocuğunun malını çalan babaya hadd-i sirkat uygulannaz.(121) Bir mükellef; "Beytü'lmal'den" gizlice bir malı çalsa, eli kesilmez. Zira ortada milkiyet şüphesi vardır. Şöyle ki; Beytül'mal' bütün müslümanlara aittir. Malum olduğu üzere Ayet-i Kerime'de: "O irtikap ettiklerine bir karşılık (ve ceza) ve Allah'tan insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere, ellerini kesin" hükmü beyan buyurulmuştur. Bu sebeble; hırsızlık fiilinde (herhangi bir) şüphe olmaması, halis olması şarttır. Milkiyet şüphesi "suç"un mahiyetini değiştirir. Malik olmak ve milkiyet şüphesi haddi düşürür.
1292 GİZLİLİK ESASTIR: Hırsızlığın rüknü; gizlice almaktır.(122) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Aşikâre zorla alan, aşikâre kapıp, süratle kaçan ve emanetindeki malı çalan kimsenin üzerine el kesme yoktur"(123) buyurduğu bilinmektedir. Zira bu fiilerde esas olan "gasb" ve "emanete hıyanettir" Müctehid imamlar; "Emanete hıyanet eden kimsenin eli kesilmez"(124) hükmünde ittifak etmiş, icma hasıl olmuştur. Gasb ve emanete hıyanetin cezası ta'zirdir.
1293 MAL; KORUNMUŞ YERDEN (HIRZ'DAN) VE GİZLİCE ALINMALIDIR: Sahibinin; muhafaza etmek lüzumu hissetmediği bir malın değerli olmayacağı malumdur. Hanefi fûkahası: "Malın korunması iki noktada toplanabilir. Birincisi: "Bizzat korunan yer" dir ki; içinde eşya saklamak maksadıyla hazırlanıp, izinsiz girilmesi yasak olan evler, dükkanlar, çadırlar, kasalar ve sandıkları gibi. İkincisi: "Başkası sebebiyle korunan yer" dir ki; esasen eşya saklamak üzere hazırlanmamış ve izinsiz girilmesi yasak olmayıp, ancak içerisine konacak malların yanına muhafız (bekçi) bulunan mescidler, yollar ve sahralar gibi... Dolayısıyla "Bizzat korunan yer" lerden gizlice alınan mallar sebebiyle "had" tatbik edilir. Ancak sahibinin izniyle bizzat korunan yere giren kimse, hırsızlık yaparsa, had tatbik edilmez. Mesela: Misafirin hırsızlık yapması gibi. "Başkasının sebebiyle korunan yer"den; muhafız yokken çalınan mal, korunmuş mal hükmünde değildir. Ancak muhafız varken çalınırsa, hırsızlık teşekkül eder"(125) hükmünde müttefiktir.
1294 Kur'an-ı Kerim'de: "Size gerek kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden, gerek kızkardeşlerinizin evlerinden gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek (başkalarına ait olup da) anahtarlarına malik (ve hazinedarı) bulunduğunuz (evler) den, yahud da sadık dostlarınızın evlerinden yemenizde bir günah yoktur"(126) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla bir kimse; evlenemeyeceği (nikâhı kendisine haram olan) kan hısımlarından mal çalsa, eli kesilmez. Çünkü bunlar birbirlerinin evlerine izinsiz olarak girerler. Öyle ise; evleri birbirlerine nisbetle hırz (korunmuş, muhafazalı) değildir. Hırz (korunmuş, muhafazalı) olmayınca; hırsızlık fiili, halis suç durumunda değildir.(127) Elbette akrabanın malını çalmanın "haramlığı" bakidir. Ancak "had" tatbik edilmez.
1295 Bir adam; hırsızlık niyetiyle bir başkasının evine girse, eşyaları toplasa, fakat dışarı çıkmadan yakalansa eli kesilmez. Çünkü suç bütün unsurlarıyla teşekkül etmiş değildir.(128) Ancak, evin masuniyetini ihlal ettiği için ta'zir cezası uygulanır. 1296 Soygunculuğu ve hırsızlığı maharet haline getiren ideolojik sistemlerin militanları: "Efendim, bu devirde hırsızın eli kesilir mi?" iddiasını kitlelere yayma gayretindedirler. Hadd-i Sirkat (Hırsızlık cezası); kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Hırsızlığın mahiyetini ve hangi şartlarda nasıl amel edileceğini; bizzat Resûl-i Ekrem (sav) izah buyurmuştur. Bir kimse: "Bu devirde hırsızın eli kesilmez" derse, Allahû Teâla (cc) ve Resûlü'nü yalanlamış olur. Ayrıca, "Hırsızlığı" müdafaa ettiği de unutulmamalıdır. Esasen, bütün tağuti (ideolojik) sistemlerde hırsızlık yaygın bir hastalıktır.
HIRSIZLIK CEZASININ (HADD-İ SİRKATIN) KEYFİYETİ
1297 Şer'i şerifle hükmeden hakim (kadı); hırsızlık hadisesine şahidlik eden kimselere: "Hırsızlığın nasıl olduğunu, nereden yapıldığını ve çalınan malın miktarını" sorar.(129) Eğer "Hırsızlık" hadisesi; mükellefin kendi ikrarı ila ortaya çıkmışsa; ikrarından vazgeçmesi için Kadı'nın telkinde bulunması mendubtur. Çünkü yanında mal bulunmadığı halde, hırsılık yaptığını ikrar eden bir kimse Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna getirildiğinde, Peygamberimiz Efendimiz (sav) hırsızlık haddini defetmek için o şahsa hitaben: "Senin hırsızlık yapacağını zannetmiyorum" buyurmuş, o zat ise: " Hayır, hırsızlık yaptım ya Resûlullah" demiştir. Resûl-i Ekrem (sav) iki veya üç defa "Senin hırsızlık yaptığını zannetmiyorum" diye buyurduğu halde, o da ısrarla, yaptığını beyan etmiştir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) elinin kesilmesini emretmiş ve "Hadd-i Sirkat" uygulanmıştır.(130)
1298 Hırsızın elinin kesileceği vakit; malı çalınan davacının hazır bulunması şart olduğu gibi, şahidlerin de hazır bulunmaları şarttır. Hatta şahidler kaybolsalar yahut ölseler, hırsızın eli kesilmez. Esasen şahidlerin hazır bulunmaları; haddlerde şarttır. Zira malı çalınan davacı: "Ben hata ettim, bu çaldığı mal onun alacağıydı veya ben emanet olarak bırakmıştım" diyebilir. Şahidler de; son anda "yalancı şahitlik" yaptıklarını ikrar edebilirler.(131) Ancak malı çalınan davacı; Hadd-i Sirkat'ın tatbiki kesinleştikten sonra: "Efendim; bu her ne kadar hırsızlık yapmışsa da, ben mal sahibi olarak affediyorum" dese dahi, had düşmez. Çünkü Hadd'ler Allahû Teâla (cc)'nın hakkı olarak farz kılınmıştır. "Hadd-i Kazf" ve "Hadd-i Sirkat'ta"; zarara uğrayan kimsenin müracaat etmeme hakkı vardır. Esasen davacı olmadıkları süre içerisinde, affetmeye ve bir mü'minin günahını setretmeye karar vermiş olurlar. Kadı huzurunda kat'ileştikten sonra; "ulû'lemr" dahi haddin tatbikine engel olamaz. Böyle bir yetkisi yoktur. Aksine tatbikini sağlaması farzdır.
1299 Hırsızın sağ eli bilek mafsalından kesilir ve dağlanır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "(Hırsızın) Elini kesiniz ve onu dağlayınız"(132) emrini vermiştir. Hadd-i Sirkat'ta asıl olan elin kesilmesidir, öldürme değildir. Dolayısıyla; mü'min ve kamil (mütehassıs) bir tabibin, kanı durdurması gerekir. Eğer hırsızlık haddi; mükellefin ikrarı sebebiyle tatbik edilmişse, bütün masraflar "Beytü'lmal"den karşılanır. Eli kesilen hırsızın; çaldığı mal yanında ise, sahibine geri verilir. Ancak malı harcamışsa, ödemesi lazım gelmez.(133) İkinci defa hırsızlık yapan kimsenin, sol ayağı kesilir. Ûçüncü defa hırsızlık ederse, herhangi bir uzvu kesilmez.(134) Hz. Ali (ra): "Hırsızlık sebebiyle bir kimsede; yemek yiyeceği ve istinca edeceği bir el ve yürüyeceği bir ayak bırakmama hususunda, Allahû Teâla (cc)'dan haya ederim"(135) buyurmuştur. Sahabe-i Kiram'dan herhangi bir itiraz olmadığı için, bu konuda icma hasıl olmuştur. Ûçüncü defa hırsızlık yapan kimse; tövbe edinceye kadar ta'ziren hapsedilir. Eğer hırsızlık bir hastalık haline gelmişse tedavi edilir.
HIRSIZLIĞIN TASNİFİ
1300 Şer'i hükümler itibariyle "hırsızlık" ikiye ayrılır. Bunlar: 1.Küçük hırsızlık (Serikat-ı Suğra) 2. Büyük hırsızlık (Serikat-ı Kübra), Hanefi fûkahası: "Hırsızlığın zararı ya yalnız mal sahibine olur veya hem mal sahibine, hem de bütün müslümanlara olur. Birincisine Serikat-ı Suğra (Küçük hırsızlık), ikincisine Serikat-ı Kübra (büyük hırsızlık) denir. Bunlar tarifte ve şartların çoğunda müşterektirler. Zira bunların her birinde muteber olan, malı gizlice almaktır. Fakat Serikat-ı Suğra'daki gizlilik; mal sahibinin veya onun muhafızının gözünden gizlice almaktır. Şerikat-ı Kübra'daki gizlilik ise; mü'minlerin yollarını ve beldelerini muhafaza etmeyi taahhüd eden "Ulû'lemr'den" almaktır"(136) hükmünde müttefiktir. Fûkaha büyük hırsızlığı (Serikat-ı Kübra'yı) Kat'ı tarik (yol kesme) ve "Hıraba" başlığı altında, ayrıca ele almıştı