7. BÖLÜM: ZEKAT BAHSİ

ZEKÂT'IN TARİFİ VE ÖNEMİ
854 Önce kelime üzerinde duralım. zekât; Arapça bir kelime olup, temizlik ve üremek (çoğalmak) manalarına gelir.(1) İbn-i Abidin: "Zekât lûgatta üremekten başka mânalara da gelir. Meselâ: Bereket, medih, senâ mânalarına da kullanılır. Ama bu mânaların hepsi şer'î mânasında mevcuddur. Çünkü zekât, sahibini günahlardan ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi, malı da bir kısmını vermek sûretiyle temiz pak eder. Onun için verilen cüzü kirli sayılır. Ve Resûlullah (sav)'in âline (Hanedanına) haram olur"(2) hükmünü zikreder. İslâmî ıstılâhta zekât; "Bir müslümanın, haşimi ve haşimi'nin kölesi olmayan mü'min bir fakire, ondan hiçbir menfaat beklemeksizin, sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, malının bazısını temlik etmektir."(3) Zekâtın şer'i şerifteki tarifi budur. Tebyin'de de böyle tarif olunmuştur.
855 Kur'an-ı Kerim'de: "Namazınızı kılın ve zekâtınızı verin" emri, birçok Ayet-i Kerimede tekrar tekrar beyan buyurulmuştur.(4) Esasen zekât ibadetinin Kur'an-ı Kerim'in muhtelif sûrelerinde otuz iki defa zikredilmiş olması, meselenin ehemmiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Hz. Abdullah İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te: "İslâm beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) Kelime-i Şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek ve Ramazan-ı Şerif orucunu tutmaktır"(5) buyurulduğu bilinmektedir. Yine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mallarınızın zekâtını veriniz"(6) emrinin kat'iyyeti malûmdur. Dolayısıyla zekât; kitab, sünnet ve icmai ümmetle farziyyeti kat'i olan bir ibadettir. Nitekim Feteva-ı Hindiyye'de: "Zekât, muhkem bir farzdır. İnkâr eden kâfir olur. Vermeyen ise öldürülür. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir"(7) hükmü kayıtlıdır. Buradaki "Vermeyen ise öldürülür" hükmü üzerinde iyi tefekkür etmek borcundayız.
856 Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilmiştir: "Resûl-i Ekrem (sav) vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir halife seçildi. O zaman arab kabilelerinden bir kısmı (Zekât hususunda) isyan ederek küfre döndü. Hz. Ebû Bekir (ra) isyan eden kabilelerle cihad etmeye karar verdi. Fakat Hz. Ömer (ra) buna mani olmak için "Sen bu insanlarla nasıl cihad edersin? Halbuki Resûl-i Ekrem (sav) "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah" deyinceye kadar cihad etmekle emrolundum. Kim bu şehadeteyn'i söylerse, malını ve canını şer'i bir vecibe olmadıkça, korumuş olur. Kalbinde gizlediğinin (Küfür ve şirkin) hesabı Allahû Teâla (cc)'ya aittir" buyurmuştur. Sen de bunu biliyorsun" dedi. Hz. Ömer (ra)'in bu sözü üzerine, Halife Hz. Ebû Bekir (ra): "Vallahi her kim namazla zekâtı birbirinden ayırırsa, mutlaka onunla harbederim. Çünkü zekât malın hakkıdır. Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki; Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem'e verdikleri bir dişi oğlağı benden esirgerlerse, bundan dolayı muhakkak onların boynunu vururum" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) dedi ki: "Vallahi bildim ki, bu sözler Allahû Teâla (cc)'nın Hz. Ebû Bekir'in gönlünde meydana getirdiği genişliğin bir eseridir. Bu sayede onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim."(8) Yine İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah" deyib, namaz kılıb, zekât verinceye kadar cihad etmekle memur kılındım."(9)
857 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Şu muhakkak ki (Yahudi) bilginlerinin ve (Hıristiyan) rahiblerinin bir çoğu batıl (sebebler)le, insanların mallarını yerler, (onları) Allah yolundan men ederler!.. Altını ve gümüşü yığıb ve biriktirip de, onları Allah yolunda harcamayanlar (yokmu?), işte bunlara pek acıklı bir azabı haber ver. O gün bunlar üzerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak, "İşte bu (Denilecek) nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız. Artık saklayıp, stok ettiğiniz bu nesneleri(n acısını haydi) tadın"(10) hükmü beyan buyurulmuştur.
858 Hz. Ömer (ra); bu Ayet-i Kerimede geçen "Stok hükmündeki (Kenz) malla" ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Zekâtı ödenen mal, toprak altında gömülü de olsa stok hükmüne (kenz'e) dahil değildir. Kenz (Stok, istif) hükmündeki mal, zekâtı edâ edilmeyen maldır. Zekâtı verilen mala gelince; o asla kenz (stok) hükmünde değildir. Velev ki toprak altında gömülü olmasa da, zekâtı verilmeyen malın sahibi, cehennemde dağlanacaktır"(11) İbn-i Abbas (ra) "Mallarını stok edib, Allahû Teâla (cc) yolunda harcamayanlar" Ayet-i Kerimesini tefsir ederken, "Allahû Teâla (cc) bununla, zekâtı verilmeyen malları ve o malların sahiblerinin durumunu izah buyurmuştur"(12) hükmünü zikreder. Allahû Teâla (cc)'nın kendisine ihsan buyurduğu malı; şer'i şerifin çizdiği hududlar içerisinde harcamayan ve cimrilik sebebiyle zekât ibadetini terkeden kimselerin, hem bu dünyada hem de ahirette azaba uğrayacakları kat'i nasslarla sabittir. Günümüzde "Zahiri" ve "Batıni" malların zekâtını tahsil edecek bir "Ulû'lemr" olmadığı için; zekât ibadetini hafife alanları cezalandırmak mümkün değildir. Ancak Allahû Teâla (cc)'nın dinine ihlâsla bağlı olan mü'minlerin, bu hususta hassasiyet gösterecekleri malûmdur.
ZEKÂTIN VÜCÛBUNUN ŞARTLARI
859 Zekâtın farz olması için; hem mükellefle, hem de malla ilgili, bazı şartların tahakkuku gerekir. Şimdi bu şartların üzerinde duralım.
860 MÜSLÜMAN OLMAK: Hanefi fûkahası: "Bir kimseye zekâtın farz olması için, o şahsın müslüman olması şarttır. Zira zekât bir ibadettir. Kâfir ise ibadete ehil değildir. "İslâm", zekâtın vücûbunun şartı olduğu gibi, bekâsının da şartıdır. Kendisine zekât farz olduktan sonra irtidat eden bir kimseden zekâtın farziyeti düşer"(13) hükmünde ittifak edilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de: "Darû'l Harb'te müslüman olan bir kâfir, müslüman olduktan sonra orada senelerce yaşasa, sonra da çıkıp Darû'l İslam'a gelse, bu kimseden "Ulû'lemr" zekât namına hiçbirşey almaz. Çünkü bu kimse "Ulû'lemr'in" velâyeti altında değildir ki, kendisinden zekât almak vâcib olsun. Ancak bu kimse; Darû'l İslâm'a gelmeden önce zekâtın farz olduğunu biliyor idiyse, onun zekât vermesi ile fetva verilir. Darû'l İslâm'da mûkim olan kimselerin durumu bu kaidenin hilâfınadır. Çünkü bu kimselerin -velev ki zekâtın farz olduğunu bilmeseler bile- zekât vermeleri farzdır. Siracü'l Vehhac'da da böyledir"(14) hükmü kayıtlıdır. Esâsen "Zahiri Malların" (Gizlenmesi mümkün olmayan, açıktaki) zekâtı; "Ulû'lemr" tarafından görevlendirilen "Amil" tarafından alınır.
861 HÜRRİYET: Hanefi fûkahası: "Mülkiyetin tam olabilmesi için hürriyet şarttır. Köle'ye, velev ki ticaret yapabilmesi için izin verilmiş dâhi olsa, zekât farz değildir."(15) hükmünde ittifak etmiştir. Bir İslâm beldesi, istilâya uğrarsa, orda ikamet eden müslümanlar, acil ihtiyaçlarının dışındaki bütün imkânlarını cihad için sarfetmek mecburiyetindedirler.(16)
862 AKIL VE BÜLÛĞ: Bir kimseye zekâtın farz olması için, o kimsenin akıllı ve bülûğa ermiş olması şarttır. Çocuğun ve delinin zekât vermeleri farz değildir. Ancak deliliğin bir sene boyunca (İnkitasız) devam etmesi şarttır. Nisab miktarı mala sahib olan kimse, sene başında ve sonunda birkaç gün sıhhat bulursa, zekât vermesi farz olur. Baygın olan kimseler, baygınlık hali bir yıl dahi devam etse, zekâta muhatabtırlar. Zira "Delilik" teklifi düşürür, ancak "Baygınlık" teklifi düşürmez.(17)
863 NİSAB MİKTARI MALA SAHİP BULUNMAK: Resûl-i Ekrem (sav) zekâtın sebebini; nisab miktarı mala sahib olmakla izah buyurmuştur.(18) Nisab miktarından az olan mal için zekât farz olmaz.(19) Nisab miktarı; zekâtta esas olan mallarda birbirinden farklıdır. Bu husus üzerinde daha sonra duracağız.
864 MALA TAM MALİK OLMAK: Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de; kişinin mala tam sahib olmasıdır. El konulan ve sahibinin tasarruf hakkı gasbedilen mallar da; zekâta tabi değildir.(20) Tam malik olmak; malın kişinin elinin altında bulunmasıdır. Malı bulunduğu halde, elinin altında olmazsa (meselâ; kadının kocasından olan mehri gibi) veya mal elinde olduğu halde kişi ona tam sahip olmazsa (Mukâteb köle ve borçlu gibi) zekât vermek farz olmaz.(21)
865 HAVAİC-İ ASLİYE'DEN FAZLA MAL: Malın; havaici-i asliye'den (aslî ihtiyaçlardan) fazla olması ve nisaba ulaşması da şarttır. İçinde oturulan eve, giyilen elbiseye, evin zaruri eşyalarına, binek hayvanlarına, kullanılan silâhlara, aile fertlerinin senelik yiyeceğine, altın ve gümüşten olmayan kap-kacağa zekât gerekmez. Ayrıca inci, yâkut, zümrüt ve benzeri maddeler de, eğer ticaret için kullanılmıyorsa, zekâta dahil değildir. Nafaka temini için; sanatkâr kimselerin kullanmış olduğu aletlere ve ilim ehlinin kitaplarına da zekât gerekmez.(22)
866 BORÇLU OLMAMAK DA ŞARTTIR: Hanefi fûkahası: "Kullar tarafından taleb edilen borçların hepsi zekâtın farz olmasına manidir"(23) hükmünde ittifak etmiştir. Nezirler, keffâretler, fıtır sadakaları ve hacc gibi, kullar tarafından istenilmeyen her borç, zekâtın farziyyetine mâni olmaz. Bir kimsenin borcundan sonra, nisab miktarından fazla malı mevcudsa, ona zekât vermek farz olur.(24) Borç olan kısmı yok hükmündedir. Zira o kendisinin değil, bir başkasınındır.
867 NİSABIN NAMİ OLMASI ESASTIR: Zekâtın farz olmasının şarlarından birisi de; malın nami (üreyici, çoğalıcı) olmasıdır.(25) Nemâ (Çoğalma); ya doğma, doğurma, kazanma, kâr etme gibi "Hakiki" olur veya bir kimsenin elinde durması (Kendisinin veya vekilinin) sebebiyle artmaya elverişli olan mal gibi "Takdîri" olur. Hakiki nemâ da, takdirî nemâ da, hılki ve fiilî olmak üzere ikişer kısma ayrılırlar. Hılkî olanlar; altın ve gümüştür. Çünkü bunlar bizzat intifâ için, yani havaici asliyeyi gidermek için elverişli değildirler. Ticaret için niyyet edilsin veya edilmesin, "Altın ve Gümüşün" zekâtı verilir. Fiili olanlar ise, altın ve gümüşün dışında kalanlardır. Bunlarda nemâ; ticarete niyet etmekle olur. Bilindiği gibi ticarete niyyet de, ya serahaten (açıkca) beyanla veya delâleten sabit hâle gelir. Meselâ; ev yapmak için, bir arsa alan kimse ile arsa ticareti yapan kimse arasında fark vardır. Bir malın zekâtının verilmesi için, o malın sahibinin elinde bulunması ve malın artması veya temekkün etmesi (yığılması) lâzımdır. Artması olmayan ve temekkünü bulunmayan mal için zekât yoktur. Nitekim Dımar malı böyledir.(26) Hz. Ali (ra)'den rivayet edildiğine göre; "Dımar malında zekât yoktur"(27) Mal-ı dımar: "Aslında bir kimsenin malı olan ve onun milkine dahil bulunduğu sırada elinden çıkıp bir daha geri dönmesi umulmayan mal demektir. Muhıyt'te de böyledir."(28) İnkâr edilen borç, gömülüp tekrar bulunamayan mal, ve şahidleri, senetleri bulunmayan alacak vs... Bunlar hep dımar malıdır.
868 "HAVELANÜ'L HAVL" ŞARTTIR: "Bir malda, üzerinden tam bir yıl geçinceye kadar zekât yoktur"(29) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi Fûkahası: "Zekâtın farz olmasının şartlarından birisi de, malın üzerinden bir sene geçmesidir. Zekâtta kameri yıla itibar olunur. Nisab senenin başında ve sonunda tamam olursa, sene içerisinde noksanlanmış olması, zekâtı düşürmez"(30) hükmünde ittifak etmiştir.
869 Bir mükellefin; nisaba malik olduktan sonra, zekât vermekte acele etmesi caizdir. Sebebleri mevcud olduğu için; geçmiş senelere ait zekâtları vermekte acele etmek şarttır. İmam-ı Muhammed (rha) "Zekât "Fevri" olarak (derhal ödenmek üzere) farzdır, tehiri caiz değildir. Zekâtını zamanında ödemeyen kimsenin şahidliği kabul edilmez"(31) buyurmaktadır. Bu husus iyi düşünülmelidir.
ZEKÂT İBADETİ NASIL EDÂ EDİLİR?
870 Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc)'nın emrine kat'i olarak ittiba ve O'nun rızası için zekât'ı vermek esastır. Zira bu bir ibadettir. Allahû Teâla (cc): "Halbuki onlar ancak Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibadet etmelerinden... başkasıyla emrolunmamışlardır" hükmünü beyan etmektedir. Bu durumda, zekâtı edâ eden mükellef için ihlâs lâzımdır"(32) diyerek, en hassas noktaya işaret etmektedir. Çünkü insan; gerçekten mala düşkündür ve cimrilik sıfatıyla tanınır. Kur'an-ı Kerim'de: "Kendileri cimrilik yapıp, insanlara da cimriliği emredenler, bir de Allah'ın hazinesinden kendilerine verdiği nimetleri gizleyenler yok 'mu? Biz o nankörlere hor ve hakiyr edici bir azab hazırlamışızdır. Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için sarfedenleri (de Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır"(33) hükmü beyan buyurulmuştur.
871 NİYYET: Şurası malûmdur ki; zekât bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi niyyet şarttır.(34) Mükellef; zekâtını vermek için birisini vekil dahi tayin etse, niyyet etmesi esastır. Şayet bu şahsı vekil tayin ederken değil de, bu vekile zekâtı teslim ederken niyet etmiş olsa caiz olur. Miracü'd Diraye'de de böyledir. Bir mükellef; başka bir şahsa zekâtını teslim edib, onu fakirlere vermesini emretse, bu şahıs fakirlere verirken niyet etmese bu yine caiz olur. Çünkü bu durumda amirin (Emir veren mükellefin) niyeti bulunmaktadır. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(35) Sonuç olarak; zekâtın edâsının ilk şartı; niyyettir. Malûm olduğu üzere "Niyyet"; ibâdet ile âdeti birbirinde ayırmak noktasından da, oldukça önemlidir.(36)
872 MİLK EDİNDİRMEK: Mükellefin; zekâtı müstehak olan kimselerden birisine "Temlik"te bulunması, yani ona teslim etmesi de, edâsının şartlarındandır.(37) Niyyet edib; zekâtı vaadetmekle bu ibadet edâ edilmiş olmaz. Dolayısıylâ; hem niyyet, hem de tasadduk bir arada bulunmalıdır. Ayrıca; zekât verdiği kimseye, "Kendisinden hiçbir menfaat beklemediğini, Allahû Teâla (cc)'nın bu malı muhkem haberlerle kendisine verdiğini" beyanla, meselenin mahiyetini izah etmelidir. Ta ki; hem zekât veren, hem de zekâtı alan, nefsine herhangi bir pay ayırmasın!..
ÂMİL'DE (ZEKÂT MEMURUNDA) ARANAN VASIFLAR
873 İmam-ı Serahsi (rh.a) zekâtın farziyetini izah ederken "Allahû Teâla (cc): "Onların (Mü'minlerin) mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onların (hasenatını) bereketlendirmiş olasın" (Et Tevbe Sûresi: 103) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur"(38) buyurmaktadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz b. Cebel'i (ra) Yemen'e gönderirken: "Ey Muaz!.. Sen zekâtı müslümanların zenginlerinden al ve onların (Müslümanların) fakirlerine ver"(39) buyurduğu da bilinmektedir. Hanefi fûkahası nası şer'i delilleri esas alarak; "Zekât toplama hakkı "Ulû'lemr'e" aittir. Öyle ise bu hakkı; hiç kimsenin, iptal etmeye yetkisi yoktur"(40) hükmünde ittifak etmiştir. Esasen Resûl-i Ekrem (sav), Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) dönemlerinde; hem zahirî hem de batınî malların zekâtları, "Âmiller" kanalı ile toplanılmıştır. Hz. Osman (ra); bâtınî malların (Gizlenebilen, para, altın, gümüş vs.) zekâtını sahipleri tarafından ödenmesi hususundaki kararını halka şu hutbesiyle açıklıyor; Saib b. Yezid (ra) diyor ki; Osman b. Affan (ra)'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: "Bu ay, zekât verme ayıdır. Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin". Bu şekilde batınî malların zekâtını sahiplerinin emrine bırakmış, ondan sonra da bu durum devam etmiştir.(41) Resûl-i Ekrem (sav)'in âmilleri şunlardır: Hz. Ömer, Hz. Abdullah İbn-i Mesûd, Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Ebû Cehm b. Huzeyfe, Hz. Ukbe b. Amir, Hz. Kays b. Sabit, Hz. Ukbe b. Samit, Hz. Bureyde b. Husayb, Hz. Ubhad b. Beşr El Eşheli, Hz. Rafii b. Mekis, Hz. Büsr b. Süfyan El Ka'bi, Hz. Muhacir b. Ebi Ümeyye, Hz. Ziyad b. Lebid, Hz. Malik b. Nüveyre, Hz. Zeberkan b. Bedr, Hz. Kays b. Âsım ve Hz. A'lâ b. Hadremi!..
874 Hz. Enes b. Malik (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Beni Temim kabilesinden bir adam Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek: "Ya Resûlullah!.. Zekâtı senin gönderdiğin memura verdiğim zaman, Allah'a ve Resûlüne karşı mes'uliyetten kurtulur muyum?" diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav): "Evet, zekâtı benim gönderdiğim memura ödediğin zaman kurtulur, beraat edersin. Ödediğin zekâtın mükafatı sana, (Eğer değiştirirse) günahı da, değiştirene aittir"(42) Cevabını verdi. Feteva-ı Hindiyye'de: "Âmil, açık olan malların zekâtını aldığı gibi, tüccarın yanında bulunan gizli malların da zekâtlarını alır. Kafi'de de böyledir. Âmil'in; hür, mü'min olması ve haşimi olmaması şarttır. Gaye'den naklen Bahru'r Raik'te de böyledir"(43) hükmü kayıtlıdır. Darû'l İslâm'da; bir mükellef "Âmil'i" beklemeden zahiri mallarının zekâtını vermiş olsa; "Ben zekâtımı şehirdeki fakirlere verdim" diye yemin etse dahi, tekrar zekât alınır. Birinci vermiş olduğu "Sadaka" olur; ikinci verdiği (Âmil'e ödediği) Zekâttır"(44) Ancak batınî (görünürde olmayan, para, altın ve gümüş vs. gibi) mallarda, mükellefin sözü tasdik edilir.
875 Âmil; aynı zamanda gayr-i müslimlerden (Zimmilerden) "Cizye'yi" de, tahsil etme durumundadır.(45) Mü'minlerin Ulû'lemr'ine karşı ayaklanan âsî ve bağyi'ler bir memur tayin ederek; müslümanlardan zekât toplamış olsalar, "Ulû'lemr" onlardan ikinci defa zekât alır.(46) Zira âsî ve Bağyi'lerin, zekât toplama hakları yoktur, bu "Velâyet'le" ilgili bir husustur. Müslümanların; "Ulû'lemr'e" karşı ayaklanan asi ve bağyilere "Zekât"larını vermiş olmaları, kendi kusurlarıdır. Ancak asi ve bağyilerin; çok güçlü olma durumlarında hüküm değişir.(47)
876 Ulû'lemr'in görevlendirdiği kimse (Âmil veya Âşir) "Harbi'lerle" de muhatabtır. Darû'l Harb'te ikamet eden müslümanlardan; ne kadar vergi alınıyorsa, Darû'l İslâm'a ticaret niyetiyle gelen Harbi'den de o kadar alınır.(48) Sözleri tasdik edilebilecek hallerde, mü'minlerle, zimmiler arasında fark yoktur. Ancak Harbi'nin hiçbir sözüne güvenilemez. Darû'l İslâm'da ikamet eden gayr-i müslimler (Zimmiler), İslâm fıkhına tabi oldukları için, Harbilerden üstündürler.
"ZEKÂT" VE "VERGİ" ARASINDAKİ FARK
877 Şurası muhakkaktır ki; "Zekât" ile "Vergi" arasında, teşri kaynağı, gaye, miktar ve harcanacağı yerler noktasından izahı mümkün olmayan farklar vardır. Zekât; Allahû Teâla (cc)'nın koyduğu bir ibadettir. Hangi maldan, hangi süre içerisinde, ne kadar ve kimlere verileceği Resûl-i Ekrem (sav) tarafından izah buyurulmuştur!.. Bu şer'i hududlara hiç kimsenin tecavüz etmesi veya onu değiştirmesi mümkün değildir. "Vergi" ise; insanların ihtiyaçlar sebebiyle, kendi akıllarına göre tayin ettikleri ve ibadet olma özelliği bulunmayan iktisâdî bir olaydır. Darû'l İslâm' da dahi; Beytülmal'de "Zekât" bölümü, diğerlerinden ayrı mütalâa edilir. Zira masraf yerleri birbirinden farklıdır.
878 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ölüm tehlikesi olmadığı süre içerisinde, mü'min için kendisini zelil etmek yoktur. Ancak ölüm tehlikesi anında, bu tehlikeyi hangi yolla defetmek mümkün olursa, o vâcibtir"(49) buyurduğu bilinmektedir. Bir İslâm beldesi istilâya uğrarsa; mü'minler malları ve canlarıyla cihad ederler. "Esâret" hayatı başlarsa, kendi içlerinden seçtikleri emir, müstevlilerle olan ilişkilerde maslahat tayin edebilir. Dolayısıyla mü'minlerin; müstevli kâfirlere karşı sevgi ve muhabbet beslemeleri düşünülemez. Onlara gönül rızasıyla vergi de ödemezler.
879 Hanefi fûkahası; "Darû'l İslâm'da zalim bir yönetimin koyduğu haksız vergilerin ödenip-ödenmeyeceği konusunda" ihtilâf etmiştir. Dürri'l Muhtar'da "Haksız yere alınan vergiyi ve zulmü kendisinden defetmek evlâdır. Meğer ki bu kimsenin hissesini, diğerleri üzerine almış olsunlar" hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şerhederken; ihtilâfları kaydettikten sonra: "Ben derim ki, bu cevap söz götürür. Zira alması haram olan şeyin, vermesi de haramdır. Nitekim Eşbah'ta beyan edilmiştir. Bundan yalnız zaruret müstesnadır. Şayet zâlim ne sûrette olursa olsun, o malı alacaksa, kendi payına düşeni vermekten aciz olan kimse, verdiğinden dolayı günahkâr olmaz. Kâdir olan kimse bunun gibi değildir. O, alması haram olan şeyi vermekle, zulme kendi arzusuyla yardımcı olmuş olur"(50) buyurmaktadır. Feteva-ı Hindiyye'de: "Zamanımızın zâlim yönetimlerinin (Devletleri'nin) zekât, öşür, haraç, vergi ve benzerlerini almaları halinde, essah olan bu borçların sakıt olduğudur. Ancak bunları verdikleri mükelleflerin niyyet etmeleri gerekir. Tatarhaniye'de de böyledir"(51) hükmü kayıtlıdır. Meselenin özü şudur: "Müslümanlar, içinde yaşadıkları siyasi coğrafya'da Cum'a ve Bayram Namazlarını edâ edebiliyorlarsa iki hal sözkonusudur.
Birincisi: Onlar İslâm ahkâmı ile hükmeden adil bir yönetim içindedirler. Bu durumda zekâtlarını ve vergilerini gönül huzuruyla "Âmil'lere" teslim edebilir.
İkincisi: Câir bir yönetimle karşı-karşıyadırlar. Ancak Cum'a ve Bayram Namazlarını edâ ederek, orada hâkimiyetlerinin varlığını ilân etmişlerdir. Bu durumda cair yönetimin (Zalimlerin) âmillerine; zekât ve öşürlerini teslim ederken niyyet ederler ve bu borç sakıt olur. ancak âdil veya câir bir imamın (Ulû'lemr'in) yönetimi altında olmayan beldelerde, mü'minler küfür ahkâmına muhatab oldukları için "Esir" hükmündedirler. Küfür ahkâmı ile hükmeden yönetimlerin memurlarına; zekât ve öşürlerini kat'iyyen veremezler. Verseler de sahih olmaz. Esâsen o beldelerdeki müslümanlar, acil ihtiyaçlarının dışındaki bütün varlıklarını, cihad için harcamak mecburiyetindedirler.
ZEKÂT KİMLERE VERİLİR?
880 Kur'an-ı Kerim'de: "Sadakalar Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, (Sadakaların) üzerine me'mur olanlara, (Âmil'lere), kalbleri ısındırılmak istenenlere (Müellefe'ye), kölelere, gârimine (borçlulara), Allah yolunda (harcamaya) ve yolculara mahsustur. Allah hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir"(52) hükmü beyan buyurulmuştur.
881 FAKİRLER: Nisab miktarından az malı olan kimseye fakir denir.(53) Ayrıca nisab miktarına ulaşmış malı olmasına rağmen, nâmi (Üreyici) olmayan mala sahib olan kimseye de, fakir denilmiştir. Zira bunların da, ihtiyaç hâli devam eder. Zekâtı, fakir olan ilim ehline vermek, fakir olan cahile vermekten daha efdaldir. Zahidi'de de böyledir.(54)
882 MİSKİNLER: Hiçbir şeyi bulunmayıp, dilenerek hayatını idâme ettiren kimselere "Miskin" denir.(55) Molla Hüsrev: "İçinde bulunduğu gün için yiyeceği olan kimsenin dilenmesi helâl değildir"(56) buyurmaktadır. Dolayısıyla "Fakir" ile "Miskin" arasındaki en önemli fark buradadır. Fakir'in; nisab miktarına ulaşmamakla birlikte malı mevcuddur ve dilenmesi helâl değildir. Miskin'in ise; hiçbir şeyi bulunmayıp, dilenmesi helâldır.
883 "ÂMİL'LER" (ZEKÂT MEMURLARI): Âmil; "Ulû'lemr'in, zahiri malların zekât ve öşürünü toplamak üzere tayin edib, memur eylediği kimselerdir. Kâfi'de de böyledir.(57) Bir mükellef, kendi malının zekâtını bizzat kendisi "Ulû'lemr'e" verirse, âmil bu zekât'tan hisse almaya hak kazanamaz. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir. Amil, zengin dahi olsa sırf zekât işi ile meşgul olduğu için oradan geçimini temin edebilir.(58)
884 BORÇLULAR (GÂRİM): Borcu olup, nisab miktarı mala sahip olmayan veya insanlarda alacağı olup da, alması mümkün olmayan kimselere de zekât verilir.(59) Bazı ulemâ gârim zümresine, herhangi bir felâkete (Yangın, kaza vs.) uğramış mü'minleri de, dahil etmiştir.
885 MÜKÂTEB KÖLELER VE CÂRİYELER: Bir bedel mukâbilinde azad edilmek üzere efendisi ile mukâvele yapmış bulunan köle ve câriyeye "Mükâteb" denir. Onları kölelikten ve cariyelikten kurtarıb, hürriyetlerine kavuşturmak için zekât verilir.(60) Ancak Hâşimi'lerin mükâteblerine zekât vermek caiz olmaz. Çünkü kölenin mülkü de efendisine aittir. Halbuki Hâşimi'lere zekât haramdır.(61)
886 ALLAH YOLUNDA CİHAD EDENLER: Ebû Yusuf (rh.a)'a göre; fakirlikleri dolayısıyla cihada katılamayan gazilere (Mücahidlere) zekât verilir. İmam-ı Muhammed (rh.a) "Allah yolunda olanlardan" murad, hacc yolunda (Malını ve vâsıtasını kaybetmiş) fakir kimselerdir.(62) Sahih olan İmam-ı Yusuf (rh.a)'un kavlidir.(63) İbn-i Abidin: "Ben derim ki; Onu ben de Cemiû'l Feteva'da gördüm. İbaresi şudur: "Mebsut'ta beyan edildiğine göre, nisaba malik olan kimseye zekât vermek caiz değildir. Ancak İlim öğrenene, gaziye ve hacc kafilesinden ayrılmış olan kimseye verilebilir. Çünkü Peygamber (sav): "İlim öğrenene zekât vermek caizdir. Velev ki kırk yıllık nafakası olsun" buyurmuştur. İlimden murad şer'î ilimdir. Kendini öğrenmeye ve öğretmeye vermek şartı ile sözünden murad, bundan başkası ile ilişkisi olmamaktır"(64) hükmünü zikreder. Bahsin devamında da; öğrencinin fakir olmasına dikkat edilmesini hâssaten tasrih etmiştir.
887 YOLCU (İBN-İ SEBİL): Yolcudan maksad; malı memleketinde kalıp, elinde birşey bulunmayan garib kimsedir. Molla Hüsrev: "İbn-i Sebil diye isimlendirmenin sebebi, yolculuk (Sefer) ona gerekli olduğu içindir. Her ne kadar; aslî vatanında malı mevcud ise de, sefer halinde ona uluşmaya kâadir olmadığından, ihtiyacı kadar alması caizdir. İhtiyacından fazlasını alması ise helâl olmaz"(65) buyurmaktadır. Memleketinde malı olan yolcunun, zekât yerine borç alması daha efdaldir.(66)
"MÜELLİFE-İ KULÛB" MESELESİ
888 Önce müellife (kalbleri te'lif edilecek, ısındırılacak) kimdir? sualine cevab arayalım. İmam-ı Kasani: "Müellife-i Kulûb, Kureyş'in reislerinden ve arapların önde gelen kimseleridir ki, Ebû Süfyan b. Harb, Safvan b. Ümeyye, Uyeyne İbn-i Hısn-i Firazi, Ekra b. Habis, Abbas İbn-i Mirdat, Malik İbn-i Avf onlardandır. Bunlar kendi kavimleri (kabileleri) arasında nüfûz, kuvvet, şeref ve çok bağlıları bulunan şahıslardı. Bazıları hakikaten mü'min olmuşlardı, bazıları zâhiren müslüman, gerçekte münâfıklar zümresindendi, üçüncü bir kısmı da kâfirdiler."(67) hükmünü beyanla, müellife'nin tek bir akaidle açıklanamıyacağını kaydediyor. Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti döneminde Ekra b. Habis ile Uyeyne b. Hısn-i Firazi, çevrelerinde bulunan arazilerin "Müellife-i Kulûb" hakkı olarak kendilerine verilmesini taleb ettiler. Hz. Ömer (ra) kadı'lık görevini yürütüyordu. Kendilerine; "bunun mümkün olmadığını, Allahû Teâla (cc)'nın İslâm'ı aziz kâldığını ve kendilerine muhtaç olmadıklarını" beyanla, "Müellife-i Kulûb" hissesinin kaldırıldığını ilân etti.(68) Fûkaha; bu hususta sahâbe-i kiram'ın icma'sının tahakkuk ettiğini zikretmektedir.(69) İbn-i Nüceym bu icma'nın; mü'minlerle-kâfirler arasında dostluğun kesildiğini beyan eden Âyet-i Kerimelere dayandığını, farz ve vacib olan hiçbir sadakanın kâfire verilmeyeceğini beyan etmektedir.(70) İmam-ı Merginani: "Zekâtın verileceği yerler sekiz sınıftır. Müellife-i Kulûb ise düşmüştür. Çünkü Allahû Teâla (cc) İslâm'ı aziz kıldı, onlara (Müellife-i Kulûb'a) muhtaç etmedi. İşte icma bunun üzerine mün'akid oldu"(71) hükmünü zikreder. Dolayısıyla; "Müellife-i Kulûb'a", sırf bu noktaları esas alınarak zekât verilmez. İbn-i Abidin: "Müellife-i Kulûb'un müslüman fakirlerine, fakirlik vasfından dolayı zekât verilir, müellife'den olmasına bakılarak verilmez"(72) hükmünü beyan eder.
889 Zekât; mahiyetini beyan ettiğimiz yedi sınıfın bütün ferdlerine veya bazısına temlik yoluyla (Milk edindirmek, vermek sûretiyle) edâ edilir.(73) İmam-ı Şafii (rh.a) "Her sınıftan en az üç kişiye verilmek sûretiyle edâ edileceğini" esas almıştır.(74) Dürri'l Muhtar'da: "Zekât veren kimse, bu sınıfların hepsine veya bazısına -velev ki herhangi sınıftan bir kişiye olsun- verebilir. Çünkü cins bildiren "Elif lâm", topluluğu iptal eder. Şafii her sınıftan üç kişiye verilmesini şart koşmuştur" hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu metni şerhederken "Cins bildiren" "Elif, lâm" topluluğu iptal eder" hükmünü şu şekilde izah ediyor: "Cins bildiren "Elif lâm"dan murad; ayetteki "lilfûkarai" kelimesinin başındaki harf-i tariftir. Bu harf-i tarif cinse, yani hakikate delâlet eder. Halebi diyor ki, "Bu yedi sınıf zekât ehlinden sadece bir kişiye vermenin caiz olduğunu ta'lildir. Yalnız bir sınıfa vermenin caiz olmasına gelince, onun illeti şudur: Ayetten murad, kendilerine zekât vermek caiz olan sınıfları beyan etmektir, yoksa onlara vermeyi tayin etmek değildir.""(75) Firaset sahibi her mü'min kabul eder ki; gününüzde "Ulû'lemr" ve onun zekât toplamakla görevlendirdiği "Âmil" yoktur. Ayrıca Allah (cc) yolunda silâhlı mücadele veren fakir mücahidlerin sayısı da oldukça azdır. "Mükâteb köle'nin de" bulunmadığı dikkate alınırsa, geriye: Fakir, miskin, yolcu ve borçlu kalır!..
890 Zekât verilen mal, nisab miktarına ulaşmıyorsa, bunu tek bir kişiye vermek daha efdaldir. Zahidi 'de de böyledir.(76) Ancak nisab miktarını aşarsa, bir kişiye vermek mekrûh olur. Zira bu fiilde, karşıdakini "Zengin" duruma getirmek vardır. Bu gibi hallerde; birkaç fakir arasında taksim edilir.
ZEKÂT VERMENİN CÂİZ OLMADIĞI YERLER
891 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Zengin olan bir kimseye zekât malı helâl olmaz"(77) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası, bu hadis-i şerifi esas alarak: "Zekât'ın, zengin olan kimseye verilmesi caiz değildir. Ayrıca zengin olan mü'minin; kölesine ve akıl-baliğ olmamış çocuğuna da zekât verilmez. Çünkü kölenin malı efendisinin olduğu gibi, bülûğa ermemiş çocuğun da nafakası babasına aittir. Zengin olan kimsenin karısına da, nafaka ve menfaat yönünden şüphe bulunduğu için vermemek esastır"(78) hükmünde ittifak etmiştir. Ancak köle "Mükateb" duruma geçer ve çocuk da bülûğa ererse; zekât vermekte beis yoktur. Ayrıca zengin olan kimsenin; karısı çok fakirse ve mal ayrılığına riayet olunuyorsa zekât verilebilir.
892 Menfaatleri müşterek olduğu için, zengin bir kocanın, fakir olan karısına zekât vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde zengin olan kadın da, fakir olan kocasına zekât veremez.(79)
893 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ey Haşimoğulları!.. Şüphesiz Allahû Teâla (cc) insanların mallarının kirlerini ve pisliklerini size haram kıldı."(80) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi fûkahası: "Haşimoğullarına ve onların mükâteb kölelerine zekât vermek caiz değildir"(81) hükmünde ittifak etmiştir. "Haşimoğulları"ndan murad; Resûl-i Ekrem (sav)'in amcası Hz. Abbas (ra)'ın evlâd ve ahfadıyla, diğer amcası Ebû Talib'in oğulları, Hz. Ali (ra)'nin, Hz. Cafer (ra)'in ve Hz. Akil (ra)'in evlâd ve ahfadı, bir de Abdulmüttalib b. Hars'ın evlâd ve ahfadıdır.(82) "Beni Haşim"den, bu sayılanların dışında kalanlara zekât vermek caiz olur. Meselâ: Ebû Leheb'in zürriyetinden gelenler gibi!.. Çünkü onlar Resûl-i Ekrem (sav)'e yardım etmediler. Siracü'l Vehhac'ta da böyledir. Zekât, Nezir, Öşür ve Keffâret gibi verilmesi icabeden sadakalar, Beni Haşim'e verilmez. Ancak bunlara nafile sadakaları vermek caizdir. Kafi'de de böyledir. Beni Haşim'in kölelerine de zekât verilemez. Kenz Şerhi Ayn'de de böyledir. Beni Haşim'den; fakir olanlara madenlerin ve definelerin beşte birini vermek caizdir. Cevheretü'n Neyyire'de de böyledir.(83) Resûl-i Ekrem (sav): "Ey Beni Haşim, Allahû Teâla (cc) bunun (Zekât'ın) yerine size humus'un humusunu (Ganimet'lerin beşte birinden) bedel kıldı"(84) hükmünü beyan etmiştir. Dolayısıyla Haşim oğullarına, kazancının en temizi ve en efdali olan ganimetten payları verilir. Bilindiği gibi, ganimetler önce humus'a (beş'e) bölünür, bunun biri Allahû Teâla (cc) ve Resûlü (sav)'ne aittir. İşte bu beşte birin beşte biri, "Beni Haşim'in" payıdır.
894 Bilindiği gibi zekâtın edâ edilebilmesi için temlik (Milk edindirmek) şarttır. Bu genel kaideyi esas alan Hanefi fûkahası: "Zekât parası ile mescid yaptırmak, yolları tamir ettirmek, su kanalları açmak, müsafirhane ve hastahaneler inşaa ettirmek caiz olmadığı gibi, bir ölüye kefen almak veya borcunu ödemek de caiz değildir"(85) hükmünde ittifak etmiştir. Çünkü bu fiillerde temlik (Milk edindirmek) yoktur. Yine "Demokratik-Laik bir devlet'te", meclislerin çıkardığı kanunlarla teşekkül eden; siyasi partiler, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kızılay ve bunun gibi derneklere "Zekât" verilemez. Çünkü bunlar hükmi birer şahsiyet kabul edilir. Bizzat ferd hükmünde değildir. Hiçbir hükmî şahsiyet; açlık tehlikesi geçirmez, çünkü canlı değildir. Ayrıca Laik devlet; "Din ile Devlet işlerinin ayrılığı" ilkesine dayanır. Bu hükmî şahsiyetler ise; İslâm'ın değil, devletin hükümlerine göre vücût bulmuşlardır.
895 Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz (ra)'a hitâben: "Ey Muaz!.. Sen ehl-i kitab bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Resûlü olduğuma" şehadete davet et!.. Eğer senin bu davetini kabul ederlerse, kendilerine tebliğ et ki, Allah (cc) onlara her gün ve her gecede beş vakit namazı farz kılmıştır. Bu hususta da sana itaat ederlerse, onlara bildir ki, Allahû Teâla (cc) kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Bu onların zenginlerinden alınacak, fakirlerine verilecektir."(86) buyurduğu bilinmektedir. Hanefi fûkahası bu hadis-i şerifteki: "Bu onların (Müslümanların) zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecektir" hükmünü esas alarak, "Zekâtın hiçbir zimmi (Zimmet akdi imzalamış gayr-i müslim) ve Harbi'ye, yani küfür ehlinden hiç kimseye verilemiyeceği" hususunda ittifak etmiştir.(87) "Peki diğer sadakalarda durum nedir?" sualine cevap arıyalım. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Din ehline sadaka veriniz"(88) Hadis-i Şerifini esas alan İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed (rh.a), nafile olan sadakaların zimmet ehline verilebileceğini beyan etmişlerdir. İmam-ı Şafii ve İmam-ı Yusuf (rh.a) ise, Hz. Muaz (ra)'a hitaben Resûl-i Ekrem (sav)'in emrinin, diğerlerini neshettiğini esas alarak; farz veya nafile hiçbir sadakanın küfür ehline verilemeyeceğine kail olmuşlardır.(89) Sonuç olarak; farz olan zekâtın kâfire verilemeyeceği hususunda tam bir ittifak vardır. Nafile olan sadaka hususunda ise iki ayrı ictihadla karşı karşıyayız. Ancak günümüzde Ulû'lemr ile zimmet akdi yapmış; herhangi bir gayr-i müslimden söz edemeyeceğimiz için, farz veya nafile hiçbir sadakanın küfür ehline verilmemesi esastır. Darû'l İslâm'da; Nafile sadakada, durum değişir.
896 Zekât vermekle mükellef olan mü'min zekâtını; babasına, dedesine ve bunun gibi ne kadar yukarı çıkarsa çıksın "Usûlüne", oğluna, torununa ve bunun gibi ne kadar aşağı inerse insin "Furû'una" veremez. Çünkü usûl ve fürûu arasında milk menfaatleri iç-içedir. O halde bütün şartlarıyla temlik (Milk edindirme) gerçekleşemez.(90) Aynı şekilde kölesine, ümmü veledine ve bir kısmını azad ettiği mükâtebine de zekât veremez. Çünkü menfaat ve milk şüphesi sözkonusudur. Zekâtı bunların dışındaki kimselere vermek mecburiyetindedir. Ancak nafakası ile mükellef olmadığı fakir akrabalarına vermesi müstehabdır.(91) Bir kimse, zekâtına mahsuben bir fakiri evinde oturtsa veya yemek yedirmiş olsa, temlik (Milk edindirme) gerçekleşmediği için zekât yerine caiz olmaz.
897 Mükellefin zekâtı edâ etmeden önce; zekât vermeyi düşündüğü kimsenin halini araştırması caizdir. Durumu şüpheli olan bir kimseye gerekli tahkikat yapmadan (Araştırıp-soruşturmadan) zekâtını veren mükellef, eğer o kimse Haşimi çıkarsa veya zengin olduğu anlaşılırsa, vermiş olduğu zekât fesada uğrar. Ancak gerekli tahkikatı yaptıktan sonra (yâni araştırıp-soruşturduktan sonra) zekâtını verir, vermiş olduğu kimse zengin veya Haşimi çıkarsa, zekâtı sahih olur. Tekrar vermesi gerekmez.(92) Çünkü bu tıpkı, sahrada kıble yönünü bilmeyen, musallinin durumu gibidir. Gerekli alâmetlere baktıktan sonra, musalli "Kıble istikametin de" isabet edemese dahi, namazı sahih olur. Zekâtta da, gerekli araştırma yapıldığı zaman; isabet edilemese dahi, zekât sahih olur. Ancak araştırma yapılmadığı zaman, sahih olmaz.
898 Zekâtını verip-vermediği hususunda şüpheye düşen mükellefin zekâtını yeniden vermesi gerekir.(93) Nisab miktarı mala sahip olup, bunun üzerinden bir yıl geçtikten sonra, zekâtını edâ etmeyen mükellef, malı helâk olsa dahi o malın zekâtını ödemek zorundadır. Bir kimse bir ticaret malını, başka bir ticaret malıyla değiştirse, mal helâk olmuş sayılmaz. Değişen malın aynı cinsten veya ayrı cinsten olması müsavidir. Bu hususta ihtilâf yoktur.(94)
HANGİ MALLAR ZEKÂTA TABİDİR?
899 Önce "Mal" ve Milkiyet" kavramları üzerinde duralım. Kur'an-ı Kerim'de "Yeryüzünde neler varsa hepsini sizin için yarattı"(95) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu ayet-i Kerime'yi esas alan İslâm ûleması: "İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılmış ve istenildiği zaman elde edilib kullanılabilen insandan maada (gayri) şeylere mal denir"(96) tarifini esas almıştır. İmam-ı Şafii (rh.a) haramı ihtiyaç olarak kabul etmediği için "İhtiyaçlarımızı karşılayan şeylere mal denir" tâbirini benimsemiştir.(97) Dikkat edilirse; her iki tarifte de ortak nokta; insanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. "Mülkiyet" ve "Milkiyet" kavramlarına gelince!.. Arapçada (M-L-K) kökünden gelen bu kelime hem "Mülk", hem de "Milk" olarak okunmaktadır. Mülk; daha ziyade siyasi iktidar ve hüküm koyma manasına kullanılmıştır.(98) "Lehû'l Mülk" (Mülk O'nundur, Allah'ındır) denildiği zaman, bununla hüküm koyma hakkı kasdedilir. Kur'an-ı Kerim'de "Hz. Dâvud (as)'un kıssası" beyan buyurulurken: "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik"(99) buyurulmuştur. Müfessirler; bu Ayet-i Kerimedeki "Mülk'ten" kasdın; siyasi güç, zafer ve büyük ordular olduğunu kaydetmektedirler.(100) Esâsen "Mülkün Allahû Teâla (cc)'ya ait olduğunu" beyan buyuran bütün Ayet-i kerimelerde, hüküm koyma hakkı üzerinde de durulmuştur, "Milk" kelimesi ise; daha ziyade mala sahip olma manasına kullanılmıştır. Ancak Türkçe'de "Mülkiyet" kelimesinin yerine saltanat kullanıldığı için, fazla yaygınlaşmamıştır. Osmanlı döneminde sultanlara "Allah (cc) mülkünüzü daim kılsın" şeklinde dua etmek âdet haline dönüşmüştür. Günümüzde siyasi iktidar manasında kullanılan "Mülkiyet" ile, mala sahip olma manasındaki "Milkiyet" kavramları içiçe girmiştir. Genellikle de "Mülkiyet" şeklinde kullanılmaktadır. Şimdi "Milkiyet nedir?" sualine cevap arayalım. İmam-ı Kasani: "Milkiyet; tasarrufa konu olabilen mal-ı mütekavvim üzerinde, tasarrufta bulunabilmek için Şâri'in (Allahû Teâla (cc) ve Resûlünün) bahşetmiş olduğu yetki ve iktidardır"(101) tarifini yapıyor. İşte zekâta tâbi olan mallar, bu tarifin mahiyeti içerisindedir.
SAİME'LERİN (OTLAK HAYVANLARININ) ZEKÂTI
900 Önce "Saime" kelimesi üzerinde duralım: Kırlarda ve otlaklarda güdülen, nesillerinin çoğalması, süt ve yağlarının artması ve ticâri gayelerle beslenilen hayvanlara "Saime" denir.(102) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kendisine yük yüklenen ve çalıştırılan hayvanlarla, çift süren sığırlarda zekât yoktur"(103) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi fûkahası; kırlarda otlatılmayan ve ticâret niyetiyle beslenmeyen hayvanlardan zekât alınmayacağı" hususunda ittifak etmiştir. Yâni yük taşımak ve binmek için beslenen veya çift sürmek için bulundurulan hayvanlara zekât düşmez. Ayrıca senenin bazı aylarında kırlarda otlatılan, bazı aylarında evlerde beslenilen hayvanlar, şayet senenin yarısından fazla kırlada otlatılırsa "Saime" hükmüne dahil olur. Senenin yarısında veya daha az kırlarda otlatılan, geri kalan sürede evlerde yemle beslenen hayvanlar saime hükmüne dahil değildir. Onlara zekât farz olmaz.(104) Şimdi "Saime" hükmünde olan hayvanlarda, nisab ve zekât miktarını izaha gayret edelim.
901 KOYUN VE KEÇİLERİN (DAVARLARIN) ZEKÂTI: Saime olan koyun ve keçilerde, nisab miktarı 40'dır. Bu miktardan aşağıda olanlar için zekât gerekmez. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Her kırk davarda (Şat'da), bir davar (Şat) zekât vardır"(105) buyurmuştur. Kırk adet saime koyun ve keçinin üzerinden bir yıl geçerse; zekât olarak bir koyun verilir. 120'ye kadar, zekât miktarı aynıdır.(106) Koyun miktarı 121 olunca; iki koyun zekât olarak verilir, 200'e kadar zekât miktarı aynıdır. 201 koyundan, 400 koyuna kadar zekât miktarı, üç koyundur. Koyunların sayısı 400'e ulaşınca; zekât olarak dört koyun verilir. Bu rakamdan sonra (Yani 400'den sonra) her 100 koyun için, bir koyun daha verilir. Bu hususta icma tahakkuk etmiştir.(107)
902 Hz. Ali (ra)'den mevkûf ve merfû olarak rivâyet edilen bir Hadis-i Şerif'te: "Zekâtta ancak "senî'" ve daha yukarı yaştakiler alınır"(108) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ve İmam-ı Muhammed (rh.a)'in kavillerine göre; koyunlardan zekâtın farz olması için, bunların en az bir yaşında olmaları gerekir.(109) Âmil, zekât alırken koyunların en iyisini seçmediği gibi, en cılızını almaz. Orta hallilerinden alır. Zîrâ Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanların mallarının en üstün vasıftakilerin (Hazeratını) almayınız. Onların mallarının orta hallilerini (vasat) alınız"(110) buyurmuştur. Dikkat edilecek husus, zekât olarak alınan ganem'in (Koyun ve keçi'nin) kurban edilebilecek vasıfta olmasıdır. Resûl-i Ekrem (sav) döneminde bir koyunun bedeli, beş dirhem gümüştür.(111)
903 SIĞIR VE CAMÛS'UN (BAKAR'IN) ZEKÂTI: Saime olan sığır ve camûs'un nisabı 30'dur. Yani 30'dan az olan sığırlar için zekât gerekmez. Nisaba ulaştığı zaman, zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi buzağı (tebi veya tebie) verilir. Sığırların Sayısı 40'a varıncaya kadar, ilave birşey vermek gerekmez. Sığırların sayısı kırka ulaşınca, zekât olarak üç yaşına girmiş erkek veya dişi (müsin veya müsinne) daha verilir.(112) Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Her otuz sığırda bir tebi veya tebie, her kırk sığırda da bir müsin veya müsinne zekât vardır"(113) buyurmuştur. Sığır sayısı 60'a varınca, zekât olarak iki yaşına girmiş erkek veya dişi;,iki buzağı verilir. Sığırların zekâtının hesablanmasında, 60'dan sonra "Otuz" veya "Kırk" sayılarına itibar edilir. Yani 60'dan sonra her otuz sığır için; iki yaşına girmiş bir buzağı veya her kırk sığır için, üç yaşına girmiş bir dana hesabı ile zekât ödenir. Tahavi şerhinde de böyledir.(114) Zekât hususunda manda (Camûs) sığır gibidir. Bunlar karışık bulunduğu zaman sayı olarak birbirlerine ilâve edilir. Esâsen Arapça'da "Bakar" kelimesi, hem sığırı, hem de manda'yı (Camûs'u) içine alır. Mükellef sığır ve mandadan hangisi çoksa, ondan zekâtı öder.(115)
904 DEVELERİN ZEKÂTI: Beş adetten daha az olan Saime develer için zekât yoktur. Beş deveden sonra, bir yaşını bitirmiş bir koyun zekât olarak verilir. Esasen 25 deveden az olan develer için, her beş devede bir koyun zekât verilir. Deve adedi 25'e varınca, zekât olarak iki yaşına basmış dişi bir deve verilir, deve adedi 35'e varıncaya kadar durum böyledir.(116) Deve sayısı 36'ya varınca, zekât olarak üç yaşına girmiş dişi bir deve verilir, deve sayısı 45'e varıncaya kadar durum böyledir. Deve sayısı 46'ya varınca zekât olarak dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Altmış deveye kadar durum yine aynıdır. Deve sayısı 61'e varınca beş yaşına basmış dişi bir deve verilir, 75 deveye kadar durum aynıdır. Deve sayısı 76'ya varınca, üç yaşına basmış iki adet dişi deve verilir. Deve sayısı 90 oluncaya kadar durum aynıdır. Deve sayısı 91 olunca, dört yaşına girmiş iki adet dişi deve verilir. Deve sayısı 120'ye varıncaya kadar durum böyledir.(117)
905 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ile İmam-ı Muhammed (rh.a)'in kavillerine göre: "Saime olan develerden, zekât olarak verileceklerin en az iki yaşına basmış olmaları gerekir. Develerin sayısı tesbit edilirken; küçük ve kör olan develer de hesaba alınır. Ancak bunlar zekât olarak verilmezler. Amil; durumu itibariyle vasat'ın altında olan bir deveyi zekât olarak almaz!. Ya verilmesi gerekenin aynısını ister veya onun kıymetini taleb eder."(118)
906 DİĞER HAYVANLARIN DURUMU: İmam-ı Merginani: "Senenin ekseri günlerini kırlarda otlayarak geçiren atlar (yani saime atlar) ister erkek, ister dişi olsun sahibi muhayyerdir. Dilerse her at için bir dinar verir, dilerse onun kıymetini tesbit eder ve her ikiyüz dirhem gümüş için beş dirhem verir. Bu İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'nin kavlidir, aynı zamanda İmam-ı Züfer (rh.a)'in kavlidir. İmam-ı Muhammed (rh.a) ve İmam-ı Yusuf (rh.a) ise Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın; ne kölesi, ne de atı için üzerine sadaka yoktur" kavlini esas alarak, demişlerdir ki, atlarda zekât yoktur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ise, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her saime olan at için, bir dinar veya on dirhem zekât vardır" kavlini esas almıştır. İmam-ı Muhammed (rh.a) ile İmam-ı Yusuf (rh.a)'un rivayet ettikleri hadisin te'vili, Hz. Zeyd b. Sabit (ra)'den rivayete göre mücahid'in (Gâzi'nin) atıdır. Atların dinar ile kıymetini takdir hususundaki muhayyerlik ise Hz. Ömer (ra)'den rivayet olunmuştur(119) hükmünü zikreder. Feteva-ı Hindiyye'de; atlar hususunda zekâtın olmadığı "Fetvâ" olan görüş şeklinde beyan edilmiştir. Ancak hemen devamında da: "Ticaret için olan atlar, zekâta tabidirler. Kafi'de de böyledir. Bunların hükmü, diğer ticaret eşyasının hükmü gibidir. Eğer bunların değeri nisab miktarına ulaşırsa; ister saime olsun, ister yemle evde beslensin zekâta tabi olurlar. Muzmarat'ta da böyledir"(120) denilmektedir. Dolayısıyla ticaret için beslenen atlar, zekâta tabidir. Ancak binmek, yük taşımak ve bunun gibi sebeblerle evde beslenen atlar için zekât yoktur.
907 Yük taşımakta kullanılan katır ve eşekler için, zekât yoktur. Bu hususta Resûl-i Ekrem (sav)'e sual sorulmuş ve Resûl-i Ekrem (sav) de: "Onlar hakkında bana herhangi bir vahiy gelmedi"(121) hükmünü beyan buyurmuştur. Ancak bunlar da ticari niyetle beslenirse zekâta tabi olur.(122)
908 Molla Hüsrev: "Zekât ibadetindeki nisablar, Resûl-i Ekrem (sav)'den işitilerek sabit olur, kıyas yoluyla sabit olmaz"(123) buyurmaktadır. İmam-ı Merginani: "Zekât, ihsan olunan mal nimetine şükür için farz kılınmıştır. Nisab'ın başlangıçta şart kılınması, zenginliğin tahakkuku içindir"(124) hükmünü zikreder. Dolayısıyla mü'minler, nisab miktarı mala sahib oldukları zaman, dünyevi endişelere kapılıp (ve başkaları ile kendi halini kıyaslayarak) hile yoluna sapmamalıdırlar. Çünkü Allahû Teâla (cc) kalblerde gizlenenleri de hakkı ile bilir.
ALTIN VE GÜMÜŞ'ÜN ZEKÂTI
909 Resûl-i Ekrem (sav)'in Hz. Muaz (ra)'a hitâben: "Her iki yüz dirhem gümüşten beş dirhem ve her yirmi miskal altından yarım miskal zekât al"(125) emrini verdiği bilinmektedir. Hanefi fûkahası bu Hadis-i Şerifi esas alarak, "Her iki yüz dirhem gümüş için beş dirhem zekât vermek farzdır. Aynı şekilde her yirmi miskal altın için de, yarım miskal zekât gerekir. Bunların sikkeli olup-olmaması, ticari niyetle veya zînet kasdıyla bulundurulup - bulundurulmaması durumu değiştirmez. Her halûkârda zekâtlarını vermek farzdır"(126) hükmünde ittifak etmiştir. Bir miskal 4,8 gram olduğuna göre, yirmi miskal altın 96 gram eder. Yine bir dirhem 3,2 gram olduğuna göre 200 dirhem gümüş 640 gram ağırlığındadır. Dolayısıyla bu nisaba malik olan mükellef, üzerinden bir yıl geçince zekâtını vermek durumundadır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mallarınızın kırkta birini (Rub'u öşrünü) getiriniz" emrini verdiği bilinmektedir. Dolayısıyla mükellef, nisab miktarından fazla olan altın ve gümüşünün üzerinden bir yıl geçer-geçmez derhal zekâtını edâ etmek durumundadır. Çünkü bu bir ibadettir.
910 İmam-ı Şafii (rh.a) "kadınların zinet eşyalarının ve erkeğin gümüş yüzüğünün zekâta tabi olmadığını" beyan etmiştir. Esas aldığı husus, bunların kullanılmalarının mübah olduğu ve günlük elbiseye benzediğidir. Hanefi fûkahası Resûl-i Ekrem (sav)'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerifi esas almıştır: Resûlullah (sav) kollarında altından bilezikleri olan iki kadına: "Bileziklerinizin zekâtını veriyor musunuz? diye sordu. O iki kadın da: "Vermiyoruz" diye cevab verdiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "İkiniz de o bileziklerinizin zekâtını veriniz"(127) buyurdular. Dolayısıyle kadınların zinet eşyası olarak kullandıkları altın ve gümüşlerin de zekâtı vardır.
911 Altın ve gümüşün zekâtları, itibarî kıymetlerine göre değil, vezinlerine (ağırlıklarına) göre verilir. Bu İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ve İmam-ı Yusuf (rh.a)'un kavlidir. Ancak mükellef malın zekâtını, kendi cinsinden değil de, başka birşeyle (meselâ para ile) verecek olursa, bu durumda kıymetine itibar edilir.(128) Nisabı tesbit noktasında da; kıymetleri değil, ağırlıkları esastır. Bu hususta icma vardır. Dirhemlerde (Madeni paralarda) gümüş miktarı katkı maddelerinden fazla ise, gümüş hükmündedir. Altında da durum aynıdır. Katkı maddeleri altın ve gümüşten fazla ise bunlar ticaret malı hükmündedir.(129) Ticâret mallarının kıymeti, altın ve gümüş üzerine ilâve edilir. Altın ve gümüşten yapılmış, tabak, kaşık, çatal ve bunun gibi ev eşyaları da zekâta tabidir.(130) Çünkü bu iki maden, hılki olarak nâmî (üreyici, değeri artıcı) hükmündedir. Üzerinden bir yıl geçince, zekâtları edâ edilir.
TİCARET MALLARININ ZEKÂTI
912 Altın, gümüş ve saime'lerin (otlak hayvanlarının) dışında kalan ticaret mallarına "Uruz" denir. Cinsi ne olursa olsun, ticaret mallarına, nisaba ulaştığı takdirde zekât farzdır.(131) Bir kimse ticaret mallarının zekâtını dilerse "Gümüş" nisabını, dilerse "Altın" nisabını esas alarak, edâ eder. Ancak ticaret malları bunlardan birisinin nisabına ulaşmazsa; hangisinin nisabına ulaşıyorsa, ona göre vermesi icab eder. Bahrû'r Raik'te de böyledir.(132) Diyelim ki, ticaret malı, altının nisabına ulaşmıyor, ancak gümüşün nisabı sene başında mevcud!.. Bu durumda sene sonunda, gümüş nisabına göre zekât verir. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Ticaret mallarının (Uruz'un) kıymeti tayin edilir ve her ikiyüz dirhem (gümüş para) mukabilinde beş dirhem edâ edilir"(133) buyurmuştur. Cinsleri ayrı bile olsa, ticaret malları birbirinin üzerine ilâve edilerek hesaplanır. Yakût, inci ve cevahir gibi kıymetli madenler, sırf süs eşyası olarak kullanılıyorsa, zekâta tabi değildir. Ancak ticari maksadla bulunduruluyorsa, zekâtlarının verilmesi esastır. Bu husus mükellefin niyetiyle ilgilidir. Ticari maksadla (tasarruf etmek veya alıp - satarak kazanmak niyetiyle) bulundurulan otomobillerin zekâtlarının verilmesi şarttır.
913 Nisab, senenin başında ve sonunda tam olduğu zaman, sene içirisinde eksilmesi zekâta mani olmaz. Zira sene içerisinde, onun (Nisabın) tam olup-olmadığını hesap etmek oldukça güçtür. Senenin başında nisabın aranması, zenginliğin tahakkuku, sene sonunda aranması ise, vücûbu için zaruridir.(134)
MADENLERİN VE DEFİNELERİN (RİKAZ'IN) ZEKÂTI
914 Önce "Rikaz" kelimesi üzerinde duralım. Bu kelime "Rekiz"den alınmadır, türemiş değildir. Yerin altında gömülü olan, maden ve definelerin tamamını içine alan bir ıstılâhtır. "Maden" kelimesi "adn"dan alınmadır. "Adn", bir yerde oturmak, karar kılmak manasınadır. Allahû Teâla (cc)'nın arzı yarattığı zaman, onun terkibine kattığı cüzler manasına meşhur olmuştur. "Mâden" denince akla bu gelir.(135) Molla Hüsrev: "İster Allahû Teâla (cc)'nın yaratması sonucu tabii olarak bulunsun, isterse insan tarafından gömülmüş olsun, mutlaka yer altında bulunan mala "Rikaz" denir. Mâden ise, Allahû Teâla (cc)'nın yer altında yarattığıdır. "Kenz"e gelince, o toprak altına gömülmüş definedir"(136) hükmünü beyan etmektedir. Mâden ocaklarından çıkarılanlar mahiyet itibariyle üç çeşittir. Birincisi: Ateşte eriyen madenler. Meselâ: Altın, gümüş, demir, Bakır ve kalay gibi!.. İkincisi: Akıcı olan madenler. Meselâ: Petrol, zift ve sudan elde edilen tuz gibi!.. Üçüncüsü: Akıcı olmayan ve ateşte erimeyen madenler. Meselâ: Alçı, kireç, cevahir ve yakût taşları gibi.(137)
915 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rikaz'da (Maden ve definelerde) beşte bir (humus) vardır"(138) Hadis-i Şerifini esas alan Hanefi fûkahası; "Rikazı çıkaran kimsenin, hür, köle, zimmi, çocuk veya kadın olması müsavidir. Beşte bir'den geriye kalan (beşte dördü) kendisine aittir"(139) hükmünde ittifak etmiştir. Ancak harbi, rikazı, Ulû'lemr ile herhangi bir anlaşma yapmadan çıkarırsa, kendisine hiçbir şey verilmez, tamamına el konulur. Ancak "Ulû'lemr"le anlaşma sonucu çıkarırsa, anlaşma şartlarına riayet edilir. Zira ahidlerde vefalı olmak vacibtir.
916 Kenz'de (Definelerde) durum farklıdır. Üzerinde Kelime-i Şehadet gibi, İslâmî bir alâmet bulunan kenz'de (Definede) "Bulunmuş mal" (Lukata) hükmü geçerlidir. Zira o mü'minlere aittir. Üzerinde put (resim ve heykel) gibi, küfür alâmeti bulunan define'de (Kenz'de) ise, beşte biri alınır!.. Geriye kalanın hükmü ise, eğer o beldeyi silâhla fetheden mücahidler hayatta ise onlara aittir. Değilse bulana verilir.(140) Serahsi'nin muhıyt'inde de böyledir. Bulunan eşyaların üzerinde, işaret kesin olarak belli olmazsa, zahiri mezhebe göre cahiliyye'ye ait kabul edilir. Kafi'de de böyledir.
917 Bir mü'min; Darû'l Harb'e girip, Darû'l Harb'in sahrasında bir define veya altın ve gümüş madeni gibi; bir maden bulsa, o define veya maden kendisine aittir. O mü'minden, ister emanla, ister gizlice girmiş olsun beşte bir alınmaz. Zira eline mübah olan bir malı geçirmiştir. Beşte birin (Humusun) vacib olmamasının sebebi, o mü'min malı, harbi'lerden sessizce ele geçirmiştir.(141) Bu hususta takip, edilecek yol, bu gibi şeyleri fakirlere sadaka olarak dağıtmaktır. Bahrû'r Raik'te de böyledir. Bu müslüman Darû'l Harb'e, emansız girmiş ise beşte bir vermeden, tamamı kendisinin olur. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir.(142) Meselenin özü şudur: Darû'l Harb'e emanla giren bir mü'min ahid yapmıştır. Her ne kadar, ele geçirdiği rikaz kendisine ait ise de, ahde vefa çiğnenmiş olur. Bu durumda, ele geçirilen rikazın tamamının fakirlere tasadduk edilmesi münasibtir. Ancak Darû'l Harb'e "Emansız" girdiği zaman, harhangi bir ahid sözkonusu değildir. Dolayısıyla bulduğu rikaz "Ganimet" hükmünde olur. Bir İslâm beldesi istilâya uğrarsa; orda bulunan mü'minler esir hükmüne geçerler. Dolayısıyla küfür ahkâmı ile hükmeden siyasi güçlere karşı mücadele etmeleri esastır. Bu gibi durumlarda ele geçirilen "Rikaz", mü'minlerin kendi içlerinden seçtikleri harp emirine teslim edilir. O belde Darû'l İslâm haline gelinceye kadar, gücü yeten bütün mü'minler cihada devam eder. Çünkü Darû'l Harb'te, "Ganimet'lerin" taksimi sözkonusu olamaz.
ZİRAİ MAHSÛLLERİN VE MEYVALARIN ZEKÂTI (ÖŞÜR)
918 İmam-ı Kasani "Öşür'ün" (Zirai mahsûllerin ve meyvaların zekâtının) kitap, sünnet ve icma ile sabit olduğunu beyan ettikten sonra: "Bu hususta Allahû Teâla (cc)'nın şu kavli vardır: "Ey iman edenler!.. (Hak yolunda) infakı, kazandıklarınızın en temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan yapınız" (El Bakara Sûresi: 267) Resûl-i Ekrem (sav)'de: "Yağmur ve akar sularla (külfetsiz) olarak sulanan yerlerin mahsûlünden onda bir (Öşür), diğerlerine (Dolap ve kovalarla sulananlarda) yarım öşür (yirmi'de bir ) vardır" buyurmuştur. Sahebe-i Kiram'da "Öşür" hususunda icma etmiştir"(143) hükmünü beyan eder. İbn-i Abidin: "Öşür 1/10 (Onda bir) demektir. Burada ondan murad öşre nisbet edilen şeylerdir. Tâ ki ünvan, öşrün yarısına ve iki katına da şamil olsun. Hamevi. Musannıfın öşrü zekât bahsinde zikretmesi, o da zekâttan sayıldığı içindir. Fetih sahibi diyor ki; "Öşre zekât denilmesi, imameyn'in kavline göredir, diyenler vardır. Çünkü onlar nisabı ve mahsûlün devamını şart koşmuşlardır. İmam-ı Azam'ın kavli bunun hilafınadır. Ama bu sözün bir kıymeti yoktur. Zira öşürün zekât olduğunda şüphe yoktur. Hatta o da, zekâtın verildiği yerlere verilir"(144) diyerek, konunun zekâtla olan ilişkisini zikrediyor. Evet!.. Öşür, zirai mahsullerin ve meyvaların zekâtıdır ve kat'iyyen terkedilmeyecek bir ibâdettir.
919 Herhangi bir topraktan; zirai faaliyetler sonucunda elde edilen mahsûlden ya "Öşür" alınır veya "Haraç" taleb edilir. Hanefi fûkahası: "Bir müslümanın arazisinde öşür ve haraç birleştirilmez" Hadis-i Şerif'ini esas alarak, her ikisinin de aynı anda terkedilemeyeceğine kail olmuştur. İbn-i Hümam: "Öşür toprak sahibinin müslüman olmasına, haraç ise gayr-i müslim (zimmi) olmasına dayanır. Bu bakımdan, toprak sahibinin aynı anda hem müslüman, hem de gayr-i müslim olması imkansız olduğu için, her ikisi birleşemez. Bu mümkün değildir"(145) hükmünü beyan eder. İmam-ı Merginani: "Bizim için (Hanefi fûkahası) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın arazisinde öşür ve haraç birleştirilmez" kavli vardır. Ayrıca âdil ve zâlim halifelerden hiçbirisi, her ikisini bir toprakta birleştirmedi. Onların icmaı hüccet olmaya kafidir. Kaldı ki "Haraç"; kahren ve cihad sonucunda fethedilen arazilerin sahiblerinden alınır. Öşür ise, gönül rızasıyla İslâm'a teslim olan kimselerden taleb edilir"(146) buyurmaktadır. İbn-i Abidin'de: "Küfür ibadete zıt olduğundan" sözü, haraç almanın illetidir.Yâni sadece haraç vacip olur, öşür lazım gelmemesi, öşürde ibadet manası olduğundandır. Küfür ibadete zıttır"(147) hükmü kayıtlıdır. Meselenin özü şudur: Bir toprak, ya "Öşre" tabidir, ya da "Haraç'a". Birisi ibadettir, diğeri ise ceza!.. Ziraatle meşgul olan mü'minler bunu iyi düşünmelidirler.
920 Hanefi fûkahası: "Zirai mahsullerden ve meyvelerden zekât vermek farzdır. Bunun farz olmasının sebebi; arazinin verimli olması ve haraç arazisi olmamasıdır. Yerin hakikaten ve takdiren verimli olması öşür almanın sebebidir. Öşür'ün vücûbunun şartı ikidir: Birincisi: Ehliyet sahibi olmak (yani müslüman olmak) bu şar