5. BÖLÜM: CİHAD BAHSİ

EMANET'İN TABİİ SONUCU: CİHAD
711 Kur'an-ı Kerim'de: "Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de; onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye tüştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o zülûmkâr, çok cahildir"(1) hükmü beyan buyrulmuştur. Müfessirler bu ayet-i kerime'de geçen "Emânet'in"; Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamına verilen bir isim olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.(2) Hz. Abbas (ra)'dan gelen rivayette de; "Emanet, Allahû Teâla (cc)'ya taattır, kulluktur. Hz. Adem (as) Allahû Teâla (cc)'ya emanet'in ne olduğunu sormuş, Allahû Teâla (cc) "İyilik edersen mükâfat, kötülük edersen ceza görürsün" buyurmuştur. Hz. Âdem (as) kendi rızası ile emâneti yüklenmiştir.(3) Usûl-i Fıkıh'ta "Emânet"; Allahû Teâla (cc)'nın gerek kendi hukuku, gerekse yarattıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isimdir.(4) Malûm olduğu üzere "Cihad"; Allahû Teâla (cc)'nın farz kılmış olduğu bir ibadettir.(5) Cihad; hem mal, hem nefis, hem de diğer vasıtalarla edâ edilebilen ve aynı zamanda hiçbir "Mekruh" vakti olmayan bir ibadettir. Hatta öyle ki; bir gayr-i müslim, namazını edâ etmekte olan bir mü'mine hitaben: "-Bana kelime-i şehadet'i öğretir misiniz?" teklifinde bulunsa, o mü'min'in, bu teklif sebebiyle namazını bozup, tebliği yapması caizdir.(6) Aynı namazı, tebliğden sonra edâ eder.
712 Cihad; arapça bir kelimedir. Lugatta "güç ve gayret sarfetmek, amelde mübalâğa etmek ve zahmet" gibi manalara gelen "Cehd" kökünden türemiştir. İslâmi Istılâhta: "Allahû Teâla (cc)'nın dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla eldengelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denir" tarifi esas alınmıştır.(7) Resûl-i Ekrem (sav)'in "Müşriklerle; malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz"(8) buyurduğu bilinmektedir. Cahiliye döneminde arap kabileleri arasında yıllarca süren kanlı harb'ler cereyan ediyordu. Dolayısıyla "Harb"mefhumuna yabancı değildiler. Bu noktada "Cihad" ile "Harb" mefhumu arasında fark var mıdır? sualine cevab arayalım. Hz. Cabir (ra)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, bu iki mefhum arasında bazı farkların bulunduğu tasrih olunmuştur.(9) Cihad kavramı, "Harb" mefhumundan daha geniştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "- Hakiki mücahid, nefs-i emmaresine karşı savaş açan kimsedir." (Sünen-i Tirmizi-K.Cihad: 2) buyurduğu malumdur. Dünyevi endişelerini, heva ve hevesini bir kenara bırakan mükellefin; Allahû Teâla (cc)'nın rızasını kazanmak niyetiyle küffarla savaşması bir ibadettir.
713 Mükellif'in; kendisini Allahû Teâla (cc)'ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmesine "Zühd" denilmiştir. Sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'nın rızası için; heva ve heveslerini bir kenara bırakan mükellefe de "Zâhid" denir. Abdullah İbn-i Mes'ûd (ra)'den rivayet edilen şu hadis-i şerif; Resûl-i Ekrem (sav)'in "Dünya hayatını" nasıl değerlendirdiğini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ûd (ra): "Resûl-i Ekrem (sav) bir hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktı, fakat hasır vücûdunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine: "-Ya Resûlallah!.. Size bir yatak tedarik etsek olmaz mı?" dediler. Resûlullah (sav) "Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip de (sonra onu) bırakıp giden bir yolcu gibiyim" buyurdu.(10) Zühd ve takva sahibi her mü'minin; Resûl-i Ekrem (sav)'e uyması esastır. Şimdi "Cihad" gibi bir ibadeti terketmenin vehameti üzerinde duralım. Resûl-i Ekrem (sav): "Herhangi bir müslümün gaza yapmadan (Savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifak'ın bir şubesi üzerine (Yani münafık olarak) ölür"(11) hükmünü beyan etmektedir. Dolayısıyla mü'minlerin; ister farz-ı kifaye, ister farz-ı ayn olsun; cihad'a niyyet etmeleri vâcibtir. "Büyük Cihad" yaptığını iddia ederek; gaza etmeyi gönlünden geçirmeyen kimse; şeytanın vesvesesine kapılmış ve nefs-i emmare'sine tabi olmuştur. Hz. Adem (as)'le başlayan tevhid mücadelesinde, Tağuti güçlerle savaşmanın farz kılınmadığı hiçbir dönem yoktur. Muteber kaynaklarda zikredildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav); hicret'ten sonraki on yıllık dönem içerisinde (Yani Medine Döneminde) yirmi defa; zırhını giyip ve kılıcını eline alıp "Cihad'a" çıkmıştır!.. Sahabe-i Kiram'ın hayatı ise sürekli cihad'la geçmiştir. "Nefis terbiyesi" iddiasında bulunan her mü'min; bunun mahiyetini iyi tefekkür etmelidir.
CİHAD'IN SEBEBİ NEDİR?
714 Kur'an-ı Kerim'de: "Müşrikler sizinle nasıl topyekün harb ediyorsa, siz de onlarla topyekün harb ediniz"(12) hükmü beyan buyurulmuştur. Hanefi fûkuhası, bu Ayet-i Kerime'yi esas alarak; müşriklerle ve kafirlerle yapılması emredilen cihad; onların İslâm'a karşı savaş açmalarının sebebiyledir.(13) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Merginani; savaşın farziyeti ile ilgili olarak bu Ayet-i Kerime'yi zikrettikten sonra: "Ve Resûl-i Ekrem (sav): "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir" buyurmuştur. Bununla bâkî olan bir farzı murad etmiştir."(14) hükmünü beyan etmektedir.
715 Mü'minlerin; kendi içlerinden bir "Ulû'lemr"seçmelerinin temel sebebi; İslâm'ın emirlerini hakkı ile edâ etmektir.(15) "Ulû'lemr" yeryüzündeki bütün mü'minlerin (Herhangi bir ayırım yapmadan) haklarının takipçisi ve koruyucusudur. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihad'dan maksad; müslümanların emniyet içinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (Edâ edebilme) imkanına kavuşmalarıdır"(16) hükmünü zikreder. Darû'l İslâm'a hicret etme imkanını bulamamış, zayıf ve azınlık durumunda bulunan mü'minlere; "Tağuti rejimler" zulmetmeye kalkarlarsa, "Ulû'lemr" derhal cihad ilân edebilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "İman edib hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad'da bulunanları (Muhacirleri) barındırıb, yardım edenler (yok mu?) İşte birbirlerinin velileridir. İman edib de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velâyetiniz yoktur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavm aleyhine değil. Allah yapacaklarınızı hakkı ile görücüdür."(17) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine diğer bir Ayet-i Kerime'de: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve acz-û ızdırab içinde bırakılıp: "Ey Rabbimiz, bizi ahalisi zalim olan şu memleketten (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda (Muzdaz'afinler için) düşmanla çarpışmıyorsunuz?"(18) buyurulmaktadır.
716 Cihad'ın diğer bir sebebi de; kâfirlerin, mü'minlerle olan ahidlerini bozup, yeniden savaş haline geçmeleridir.(19) Nitekim Hudeybiye Andlaşmasını bozan Mekke Müşriklerine karşı, Resûl-i Ekrem (sav) "Cihad" ilân etmiştir.
İSLÂM'A DAVET ZORBALIKLA YAPILMAZ
717 Kur'an-ı Kerim'de: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağut'u tanımayıp da, Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkı ile işitici ve her şeyi kemali ile bilicidir"(20) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de hem İkrah'ın, (baskı ve zorlamanın) olamıyacağı, hem de "İman" ve "küfrün" açıkca meydana çıktığı zikredilmiştir. Bir insan; ya Allahû Teâla (cc)'ya iman eder ve Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler, ya da Tağut'a teslim olup, O'nun (Tağut'un) heva ve heveslerine göre yaşar!.. Bu iki halin dışında üçüncü bir hal yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "İman edenler, Allah'ın yolunda cihad ederler, küfredenler de Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytan'ın dostlarıyla (Tağuti güçlerle) savaşın. Şüphesiz ki şeytan'ın hilekârlığı zayıftır"(21) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada da; iki hal ve iki cephe'nin mahiyeti izah olunmuştur.(22) İnsanlar; bu iki hal'den birini hergangi bir baskıya maruz kalmadan seçebilirler.
718 Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin (insanların) hepsi iman ederlerdi. Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?"(23) hükmü beyan buyurulmuştur. Başta Fahrüddin-i Râzi olmak üzere müfessirler: "İlâhi iradenin aksine herhangi bir hal meydana gelemiyeceği için, bu Ayet-i Kerime'de zamir "efe'ente tûkrihû'n-nase" şeklinde varid olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in kavminin iman etmesi hususunda haris olduğundan, bu kuvvetli arzuyu izale için" nazil olduğunu beyan etmektedirler.(24) Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "De ki; o (Kur'an) rabbinizden (gelen bir) haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"(25) buyurulmaktadır. Hatta bir kimse kılıç zoru ve baskı ile iman etse, daha sonra bu hali beyan ederek İslâm'dan dönse, "Mürted'e" tatbik edilen ölüm cezası tatbik edilmez. Zira kılıç zoru sebebiyle "kalbî tasdik" bulunmamıştır.(26) Ancak yeryüzünde "Allahû Teâla (cc)'nın hükmü ile mi, yoksa tağutî güçlerin kanunlarıyla mı hükmedilecektir?" meselesi oldukça önemlidir!.. Bütün insanlar; ruhlar aleminde verdikleri "Mîsak sebebiyle, Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere tabi olmak zorundadırlar. Yâni yeryüzünde İslâm'ın hakim olması esastır. İslâm'a inanmayanlar; mü'minlerin "Ulû'lemr"i ile "zimmet akdi" yaparak bütün haklarına kavuşurlar. Hatta öyle ki; zimmi'yi (Gayri Müslim'i) şiirle hicvetmek dahi haram olur.(27) Ayrıca zimmet ehli bir kimseyi (Gayr-i Müslim'i) öldüren bir müslüman; kısas edilerek öldürülür.(28) Zîmmilerin herhangi bir musibet anında korunması da şarttır. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine, müslümanların aleyhine olan şeyler, onların da aleyhinedir"(29) buyurmuştur.
719 Hanefi fûkahası; "Emanet'i yüklenmek sûretiyle insanın kanının mâsum (Dokunulmaz) kılındığını, insanın ancak irtikab ettiği bir ma'siyet sebebiyle öldürüleceğini" esas almıştır. Dolayısıyla Cihad; kâfirlerin şerrini defetmek ve onların mukavemetlerini kırmak için meşru kılınmıştır.(30) Mü'minlere karşı silâh çekmeyen veya bizzat savaşmayan kimseler, harb anında dahi öldürülmez. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) bir harp'te öldürülmüş olan bir kadını görünce müteessir olmuş ve "Bu kadın savaşmıyordu" diyerek ileri birliklerin komutanı Hz. Halid b. Velid (ra)'e haber gönderip: "Kadınları ve çocukları öldürmesinler" emrini vermiştir.(31) Mâlum olduğu üzere; öldürülmemeleri taleb edilen kadınlar da küfür üzere yaşıyorlardı. Ancak bizzat savaşmadıkları için öldürülmemeleri esas alınmıştır. Dolayısıyla savaşın sebebi mücerred küfür değildir. Kafirlerin fitne ve fesadının ortadan kaldırılması esastır.
720 İmam-ı Şafii (rha) İbn-i Abbas (rha)'dan rivayet edilen: "Bana Sa'd b. Cessame anlatmıştı: Gece baskını sonucunda, kadın ve çocukları da öldürülen müşrikler hakkında Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bu çocuklar da, kadınlar da onlardandır" dediğini işittim" Hadis-i Şerifi ile Ka'b b. Mâlik (ra)'den rivayet edilen: "Resûl-i Ekrem (sav) İbn-i Ebi Hukeyke'yi Seriyye'nin başına geçirirken, kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladı" Hadis-i Şerifini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh bize göre (Allahû Alem) Resûl-i Ekrem (sav)'in buradaki nehyi, kasden öldürmeyi beyan buyuruyor. Yani bilerek, kadın ve çocuk olduğunu farkederek, kasden öldürülmezler. Müşrikler üzerine gece baskını yapmak ise sünnetle sabittir. Resûl-i Ekrem (sav) "Beni Mustalık'a" gece baskını düzenlemiştir. Mâdem ki gece baskını ve hücûm sünnetle sabittir; öyle ise hiç kimse çocuk ve kadınların öldürülmeleriyle sonuçlansa bile gece baskını ve hücûm cevazını önleyemez. Hakkında mübahlık bulunan bir hususta, hiç kimsenin kınama yetkisi de olamaz. Ancak kasden ve teammüden kadın ve çocuklar muharib olmadıkları için öldürülmezler"(32) hükmünü zikrediyor. Esâsen kadın ve çocuklar savaşırlarsa, öldürülmeleri caizdir.(33) Zira savaşla birlikte, mü'minlere karşı ma'siyet işleyen "muhârib" durumuna geçmişlerdir.
CİHAD'IN KEYFİYETİ (CİHAD İBADETİ NASIL EDÂ EDİLİR?)
721 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Ne oldunuz ki, size "Allah yolunda topyekün cihad'a çıkın" denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlaştınız. Ahiretten (vaz geçip yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır. Eğer (emrolunduğunuz bu cihada ) topyekün çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azaba uğratır. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz Allah her şeye hakkı ile kadirdir"(34) hükmü beyan buyurulmuştur.
722 Mü'minlerin; sâdece Allahû Teâla (cc)'nın rızasını esas alarak "Cihad'a" niyyet etmeleri vâciptir. Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav)'e bir kimse: "Ya Resûlullah!.. Bir şahıs Allah (cc) yolunda cihad'ı kasdedip, cihad'da dünya malını da murad etse sevabına nail olur mu?" diye sordu. Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz: "Onun için sevab yoktur" buyurdular.(35) Bu Hadis-i Şerif iki vecihle tevil edilir. Birincisi; cihad için çıkmış olduğunu gösterip hakikatte maksadı mal kazanmaktır. Bu münâfıkların halleridir, onlar için asla sevab yoktur. İkincisi; cihad kasdıyla çıkar fakat en büyük arzusu mal elde etmektir, yoksa ahirette sevaba nâil olmak değildir.
723 İslâm ordusu; kâfirlerle karşı-karşıya geldiği zaman önce "Tebliğ" görevini ifa eder. Zira İbn-i Abbas (ra)'dan rivâyet edilmiştir ki; "Resûl-i Ekrem (sav) bir kavim ile onları İslâm'a davet etmediği süre içerisinde savaşmadı."(36) İmam-ı Ebû Yusuf (rh.a) "Resûl-i Ekrem (sav), Allah'a ve Resûlüne davet etmeden önce, hiçbir kavimle savaşmadı, Haccac bize, İbn-i Ebi Nüceyh, babası ve Abdullah b. Abbas yolundan rivayet etti ki, İbn-i Abbas şöyle dedi: "Resûlullah, İslâm'a dâvet etmeden hiçbir kavimle savaşmadı". Ata b. Saib bize Ebû Buhteri'den şöyle nakletti: "Selman-ı Farisi, İran Putperestlerine karşı savaşa girildiğinde: "- Durunuz Resûlullah (sav)'den işittiğim gibi ilk önce onları Allah (cc)'a ve Resûlü (sav)'ne davet edeyim" dedi. Putperestlere gelerek şöyle dedi: "-Biz sizi İslâm'a davet ediyoruz. Eğer müslüman olursanız, bize tanınan haklar size de tanınacak, bize yüklenen vazifeler size de yüklenecektir. Eğer müslüman olmayı kabul etmezseniz, zelil ve hakir olarak cizye veriniz. Bunu da kabul etmezseniz, size karşı harbeder ve sizi öldürürüz." Putperestler şöyle cevap verdiler: "-İslâm'a davet meselesine gelince, müslüman olmayız. Cizye'ye gelince: Onu da vermeyiz. Savaşa gelince; biz de size karşı savaşırız." Selman-ı Farisi; onları üç defa tekraren davet etti. Kabul etmediklerini görünce ordusuna hücûm emrini verdi"(37) hükmünü zikretmektedir.
724 İslâm ordularının komutanı; kâfirlerin ordusuna tebliğ görevini yaptığında; eğer onlar bu tebliğe icabet ederek İsl‹m'ı kabul ederlerse, maksad hâsıl olmuştur. Onlarla kat'iyyen savaşılmaz. Zira Resûl-i Ekrem (sav): "İnsanlarla, onlar "Lâ ilâhe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyenler benden mallarını ve canlarını korumuşlardır. Ta ki şer'i bir vecibe olmadıkça!.. Ancak bundan sonra (Kalblerinde gizledikleri hususlarda) hesapları Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır" buyurmuştur.(38)
725 Kur'an-ı Kerim'de: "Kendilerine kitap verilenlerden ne Allah'a, ne âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlünün haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe ediniz"(39) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm orduları'nın emiri; İslâm'ı tasdik etmeye yanaşmayan Hrıstiyan ve Yahudilere "Cizye "vermelerini teklif eder.(40) Cizye; kitap ehli şüphesi bulunan mecûsiler, samire tâifesi ve arap olmayan putperestlerden alınır. Frenk ve ermeniler de Hrıstiyanlar'a dahildir. İmam-ı Âzam (rha) Sabii'lerin cizyelerinin de kabul edileceğini beyan etmiştir. Dürri'l Muhtar'da "Cizye, bazı mülhidlerin dediği gibi müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilakis cizye kâfirlerin küfürleri üzerinde kalmalarının cezasıdır. İmana dâvet etmek için kâfirlere cizye'siz mühlet vermek caiz olduğu takdirde cizye ile mühlet vermek evleviyetle caizdir. Nitekim Allahû Teâla (cc)'nın "Zelil ve hakiyr olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz" Ayet-i Kerime'si ve Peygamber Efendimiz (sav)'in Hecer Mecûsilerinden, Necran Hristiyanlarından cizye alıp, kendilerini dinleri üzerine bırakmaları da cizyenin caiz olduğunun delilidir"(41) hükmü kayıtlıdır.
726 Arap ırkından olan putperestlerin (Müşriklerin) cizyeleri kabul edilmez. Zira Kur'an-ı Kerim onların lisânı üzere inzal buyurulduğu için; küfürleri, diğer ırklardan olan kimselerin küfürlerinden daha ağırdır. Ma'zeretleri yoktur. Bunlar ya İslâmiyeti kabul ederler veya öldürülürler. İmam-ı Merginani: "Kendilerinden cizye kabul edilmeyen kimseler arap ırkından olan putperestler ve İslâm'dan dönen mürtedlerdir. Bunlardan ancak "İslâm'ı tasdik etmeleri "kabul edilir. Zira Allahû Teâla (cc): ".. Onlar müslüman oluncaya kadar onlarla savaşınız" buyurmuştur.(42) hükmünü beyan etmektedir.
727 Resûl-i Ekrem (sav)'in ordu kumandanlarına hitaben: "Kâfirleri, Allahû Teâla (cc)'dan başka ibadet edilecek bir ma'budun bulunmadığına ve ibâdet'e (Kulluğa) lâyık olanın ancak Allahû Teâla (cc) olduğuna şehâdet etmeye davet ediniz" emrini esas alan Hanefi fûkuhası; "İslâm tebliğ olunmayan kâfirlerle savaşmak caiz olmaz. Zira onlar dâvet ile bilirler ki; biz kendilerinin mallarına sahip olmak, kadınlarını ve çocuklarını esir etmek için savaşmıyoruz. Cihad'ımızın tek hedefi, Allahû Teâla (cc)'ya kulluğa davet etmek ve küfürün fitnesini ortadan kaldırmaktır" hükmünde müttefiktirler.(43) Kendilerine İslâmî tebliğin ulaşmadığı kâfirlerle, (Tebliğ yapılmadan önce) savaşan kimse, bu hal nehyedildiği için günahkâr olur.(44)
728 Resûl-i Ekrem (sav) "Seriyye Kumandanlarına" karşılaştıkları kâfirler İslâm'ı kabule yanaşmazlarsa ne yapacaklarını izah ederken: "Eğer İslâm'ı kabulden uzak dururlarsa, kâfirleri "Cizye" vermeye davet ediniz!.. Buna da razı olmazlarsa, Allahû Teâla (cc)'dan yardım talebinde bulununuz ve onlarla sonuna kadar cihad ediniz"(45) emrini vermiştir. Kendilerine İslâmî tebliğ yapılmış olan kâfirlere, yeniden İslâmî tebliğ yapmak mendubtur. Bu Allahû Teâla (cc)'nın onlara hazırladığı akıbeti beyanla, inzar içindir. Ancak vâcib değildir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) "Ben-i Mustalık" üzerine gece baskını düzenlemiş, onları gaafil oldukları bir sırada yakalamıştır. Ayrıca Hz. Usâme (ra)'ye "Sabah vakti Übna'ya saldırmasını ve orayı ateşe vermesini" emir buyurmuştur.(46) Zira burada mukim olan kâfirlere daha önce İslâmi tebliğ yapılmıştır.
729 İbn-i Abidin: "Çünkü hadd'ler dünyayı fısk-ü fücurdan temizler, cihad ise küfürden temizler. Cihad elden gelen kuvvet ve kudreti sarfetmek manasınadır. Buna göre; iyiliği emredip, kötülükten menetmek sûretiyle, halkla mücâhede eden herkese şamildir"(47) hükmünü zikretmektedir. Dolayısıyla cihad; yeryüzünde yalnızca Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilmesini, ihlâsla arzu eden her mü'minin, asla terkedemiyeceği bir ibadettir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Fitneden eser kalmayıncaya ve din de (şunun bunun değil) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla (Tağuti güçlerle, kâfirlerle) savaşın. Vazgeçerlerse artık zaalimlerden başkasına hiçbir husûmet yoktur"(48) hükmü beyan buyurulmuştur.
RİBAT VE MURÂBIT
730 Hz. Mekhûl (rh.a)'den rivâyet edilen bir Hadis-i Şerif'te "Ribat'ın" önemi ve "Murâbıt'lığın" fazîleti beyan buyurulmuştur. Hadis-i Şerif şudur: "Bir adam Resûl-i Ekrem (sav)'e gelerek şöyle dedi: "- Dağda bir mağara buldum. Ecelim gelinceye kadar orada ibadetle meşgul olmak, namaz kılmak istiyorum." Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): "- Sizden bir kimse'nin Allah yolunda (bir miktar) beklemesi, evinde altmış sene namaz kılmasından iyidir."(49) buyurdu. İbn-i Abidin "Es Siyerü'l Kebir" şerhinde zikredilmiştir ki, Hadis-i Şerif'teki "Ribat" ve "Mürabata'nın" mânâsı: "İslâm dinini aziz kılmak, müslümanlardan kâfirlerin şerrini defetmek için düşman sınırında oturmaktan ibârettir"(50) hükmünü beyan etmektedir. Dikkat edilirse murâbıt "İslâm dinini aziz kılmak ve müslümanlar üzerinden kâfirlerin şerrini defetmek niyyetiyle" sınırda nöbet bekleyen kimsedir. Herhangi bir ideoloji için (Sosyalizm, kapitalizm, demokrasi, laiklik vs..) sınırda nöbet beklemek; İslâm dinine değil, o ideolojiye "Hizmet etmek" demektir. Bu fiilde; o ideolojiyi güçlendirme söz konusudur ve haramdır.
DARÛ'L İSLÂM VE DARÛ'L HARB
731 Önce "Dar" mefhumu üzerinde duralım. Arapça bir kelime olan "Dar"ın lugat mânâsı; yerleşme mekânı, belde, mahalle ve arsaların tamamı, bir kavmin konakladığı, yerleştiği yerdir.(51) İslâmi ıstılahta; "Herhangi bir inanç sahiplerinin kuvvet ve hâkimiyetle ele geçirdiği belde" manasına kullanılır. Bütün mûteber kaynaklarda; "Darû'l Küfür, Darû'ş Şirk, Darû'l Mütegallibe, Darû'l bağy ve Darû'l İslâm gibi terkiplere raslamak mümkündür. Bunlar genellikle; "Kitabu'l Cihad" veya "Kitabu's Siyer" bablarında zikrolunmuştur. Dikkat edilirse bütün terkiplerde; keyfiyet ön plândadır ve hepsi de akâid belirtmektedir. Zira Mü'min için; yeryüzünün doğusu da, batısı da Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Bütün âlemlerin yaratıcısı ve onlar arasındaki nizamın kurucusu sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'dır. (Yeryüzünün tamamı; "Niyyet" ehli mü'min için "Vatan-ı Aslî" veya "Vatan-ı İkâmet" olabilir. Dolayısıyla "Vatan" ile "Dar" mefhumu arasında büyük farklar vardır.)
732 Kur'an-ı Kerim'de: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak (kasden) öldürmesi yakışmaz. Kim ki bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman öldürenin mü'min bir köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda anlaşma olan bir kavimden ise, o vakit mirascılarına bir diyet vermek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Kim (bunları) bulamazsa, Allahû Teâla tarafından tevbesi(nin kabûlü) için birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allahû Teâla her (şeyi) bilendir. Gerçek hüküm ve hikmet sahibidir"(52) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii(rh) bu Ayet-i Kerimeyi zikrettikten sonra: "Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc) hatâen öldürülen bir mü'min için diyet ve bir kölenin azadını; aramızda muahede bulunan (Darû'l Musalaha) kanı, yurdu ve ahdi korunması gerekenlerin de bu durumunu beyan buyurmuştur. Kanı ve dar'ı mâsum olmayan (Darû'l Harb'te) yaşayan mü'min için ise diyet yoktur. Keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman etmesi sebebiyle korunmuştur."(53) buyurmaktadır. Resûl-i Ekrem (sav): "Darû'l İslam içinde yaşayanı her türlü tecavüzden korur. Darû'l harb ise, içinde bulunanı mübah kılar"(54) hükmünü beyanla, mahiyeti izah buyurmuştur. Yine diğer bir Hadis-i Şerifte "Darû'l Harb'te hudutlar tatbik edilmez"(55) hükmü zikredilmiştir. Tağuti güçlerin hakim olduğu beldelerde mü'minlerin; can, mal, akıl, nesil ve din emmiyetlerinden söz etmek mümkün değildir. Ancak Tağut'un hevâ ve heveslerinden kaynaklanan "Kanun"larına boyun eğerlerse (Yani esâreti kabul ederlerse) bazı hallerde korunurlar. Dikkat edilirse; Tağuti güçlerin hakim olduğu beldelerde, başta genelevleri olmak üzere, her türlü zina müsâmaha ile karşılanır. Zira "Nesil emniyetini" tahrip ancak bu yolla gerçekleştirilebilir. İçki'nin her çeşidi, bizzat tağuti güçler tarafından üretilir. Kumar serbest bırakılmış, faizcilik ve tefecilik alıp yürümüştür. Mü'min kadınların tesettürlerine bile tahammül edemezler!.. Zira kâfirlerin velîsi şeytandır.Şeytan onlara fitne ve fesadı yaymalarını emreder.
733 Kur'an-ı Kerim'de: "İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad'da bulunanları (Muhacirleri) barındırıb yardım edenler (yok mu?) İşte onlar birbirlerinin velileridir. İman edib hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlarla hiçbirşey ile velâyetiniz yoktur. (Bununla beraber) Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur. Şu kadar ki, sizinle aralarında muahede bulunan (Darû'l Musalaha olan) bir kavm aleyhine değil!.. Allah yapacaklarınızı hakkı ile görücüdür."(56) hükmü beyan buyurulmuştur. Darû'l İslâm'ın (Şer'i devletin) lideri olan ûlu'lemr ile; Darû'l Harb'te ikamet eden mü'min arasında velâyet (Bey'atla teşekkül eden siyasi ahid)yoktur. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) "Hudeybiye Andlaşması'ndan" sonra müslüman olan ve Medine'ye hicret etmek isteyen "Mekke"lileri; Medine'ye kabul buyurmamıştır. Zira andlaşmanın maddelerinden birisi de budur. Bilindiği gibi "Hudeybiye Andlaşması'nı" bozan taraf Mekke Müşrikleri olmuştur.(57) Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ahidlere vefâlı olmak gerekir, gadretmek (İhanet ve arkadan vurmak) câiz değildir"(58) buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca Ebû Sa'lebe hadisi ile istidlal olunmuştur ki; Hayber savaşında, andlaşma akdettikten sonra Yahudilerden bir cemaat gelib dediler ki: "-Bizim bahçelerimiz var. Senin arkadaşlarından bu bahçelere girip bakla yahud sarımsak alanlar oldu." Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) Abdurrahman b. Avf (rh.a)'a mü'minler arasında şöyle nidâ etmesini emretti.ÿ"Resûlullah buyuruyor ki; "Haksız yere, Andlaşmalıların (Muahede ahdettiklerimizin) mallarını size helâl görmem"(59) Hanefi Fûkuhası; İman ve ahid'in, bütün emniyetleri beraberinde getirdiğini (Can, mal, nesil, akıl, ve din) esas almıştır.
734 Müslümanların hakimiyeti altında bulunan ve İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldelere "Darû'l İslâm" denir. İmam-ı Serahsi; "Darû'l İslâm dememizin sebebi; idâre ve hâkimiyeti beyandır"(60) hükmünü zikreder. İmam-ı Kasani "Bir dar'ın (Ülke'nin) "İslâm" veya "Küfre" nisbet edilmesinden maksad; bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Maksad; emniyet ve korkudur. Eğer bir belde'de (Dar'da) hakimiyet ve emniyet mutlak sûrette mü'minlere, korku da aynı şekilde kâfirlere âitse orası "Darû'l İslâm"dır. Ancak, emniyet ve hakimiyet kâfirlere; korkuda mü'minlere âitse, orası "Darû'l Harb"tir. Zira Ahkâm'ın icra olunması (Hududların tatbiki) emniyet ve korku ile ilgilidir"(61) hükmünü beyan etmektedir. Sonuç olarak Hanefi fûkuhası: "Darû'l İslâm; Mü'minlerin ulû'lemr'inin sulta ve hükmünün geçerli olduğu, İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldedir" hükmünde müttefiktir.(62) Esâsen bu hususta; Ehl-i Sünnet ve'l cemaat'in müctehid imamları arasında herhangi bir ihtilâf yoktur.(63)
DARÛ'L İSLÂM'IN, DARÛ'L HARBE DÖNÜŞMESİ
735 Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi'ni bekleyen üç tehlike sözkonusudur: Birincisi: Kâfirler işgal veya istilâ edebilir. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidat ederek, işgal edebilirler. Üçüncüsü : Ulû'lemr'e zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimler, zimmet akdini bozarak bulundukları beldeleri istilâ edebilirler.(64) Bu üç halde de mü'minler üzerine cihad "Farz-ı Ayn" olur. Zira her üç halde de, İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğramıştır.(65) Ancak istilâ ile birlikte, "Darû'l İslâm", Darû'l Harb'e dönüşür mü? İbn-i Abidin: "Kâfirlerin elindeki beldeler İslâm beldeleridir, harb beldeleri değildir. Çünkü kâfirler orada küfrün hükmünü ortaya atamamışlardır. Belki oradaki kadı'lar, vâli'ler müslümandırlar; kâfirler onlara zarûret dolayısıyla yahud zarûretsiz itaat ederler. Müslümanlar tarafından (seçilmiş) valisi olan her şehirde Cum'a namazı ile bayramları kılmak ve kadı tayin etmek câizdir. Şayed vali'ler kâfir olursa, müslümanların (şartlara riayet ederek) vali tayin etmeleri ve cum'a namazı kılmaları câizdir. Kadı müslümanların seçimi ile kadı olur ve müslümanlara kendilerine müslüman olan bir vâli aramaları vacip olur"(66) hükmünü zikretmektedir. Dikkat edilirse; istilâ altına düşen mü'minler; kendi içlerinden bir "Vali" ve bir "Kadı" tayin eder, islâm ahkâmını kendi aralarında tatbik ederlerse "Darû'l İslâm" hükmü devam eder. Bunu yapmazlarsa ve küfür ahkâmının icrâsı başlarsa. Hâkimiyetlerini kaybederler. Nitekim birçok İslâm beldesinde; kâfirlerin ve mürted'lerin istilâsından sonra; mü'minler kendi içlerinden"Vali", "Kadı", "Cum'a İmamı" ve "Âmil" tayin etmedikleri için küfür ahkâmı güç kazanmıştır.
736 İstilâ'ya uğrayan bir İslâm beldesinde; "Küfür ahkâmının icrâsı ve orada İslâm ahkâmından (Hadd-i Zina, Hadd-i Şürb, Hadd-i Kazf, Hadd-i Sirkat, Recm vs..) hiçbiriyle hükmedilmemesi, müslümanların kendi içlerinden şeçtiği Kadı'ya müracaat etmemeleri " sonucunda Darû'l Harbe dönüşme tahakkuk eder.(67) İmameyn'in kavline göre; küfür ahkâmının icrası ile birlikte Darû'l İslâm olan bir belde, "Darû'l Harb" hâline gelir. Müftabih olan kavil de budur.(68) İmam-ı Kasani; "Şer'i şerife göre hükme bağlanmayan hiçbir kazâ (Mahkeme), kazâ hükmünde değildir"(69) hükmünü zikreder. Dolayısıyle mü'minlerin; Allahû Teâla (cc)'nın ve Resûl-i Ekrem (sav)'in emirlerini bir kenara bırakıp, ihtilâf ettikleri hususlarda Tağuti güçlere müracaat etmeleri iki şekilde tevil edilebilir. Birincisi: Hevâ ve heveslerine kapılıp küfür ahkâmına, kendi nefislerinde razı olmalarıdır!.. İkincisi: Tağut'un hükümlerine razı olmamakla beraber, mecburiyet hissetmemeleridir. Her iki halde de; o belde'de müslümanlar hakimiyet ve emniyetlerini kaybetmişler ve esarete düşmüşlerdir.
737 İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha)'ye göre; istilâ ile birlikte üç şartın tahakkuku gerekir. Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir. İkincisi: Darû'l Harbe bitişik olmalıdır. Üçüncüsü: İçinde evvelki eman ile nefsi üzere (Yani mü'min'in "bey'at" ve zimmi'nin "zimmet akdi" sebebiyle) emin bir müslüman veya zimmi kalmış olmamalıdır.(70) İbn-i Abidin: "Kâfirler İslâm memleketlerinden bir memleketi mücerred ele geçirirseler yahut bir şehir ahâlisinin mürted olarak küfür ahkâmını icra etseler yahud zimmilerin ahidlerini bozarak memleketlerini ele geçirseler bu üç sûrette İslâm memleketi darû'l harb olmaz. Bir İslâm memleketinin -Allah korusun- bir dâr-ı harbe çevrilmesi şu bir şartın gerçekleşmesine bağlıdır. O da içerisinde küfür ahkâmının icra olunmasıdır. Bir İslâm memleketi (Darû'l İslâm) Darû'l Harb olunca orada Hadd'ler ve kısas icra edilemez. Müslüman bir esirin; kâfirlerin mallarına ve canlarına taarruz etmesi câizdir. Kadınların namusuna dokunulması caiz değildir. Bir dar-ı harb, Dar-ı İslâm olunca "İslâm ahkâmı" tatbik edilir"(71) hükmünü zikreder.
738 Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi "Kitabû'l İlm ve'l Akl ve'l Makûl" isimli eserinin mukaddimesinde: "Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır: ÿDarû'l İslâm ve Darû'l Harb!.. Darû'l İslâm'da; İslâm fıkhı hayata hakimdir, bütün işler Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre tanzim edilir. Orada mü'minler emniyet içerisindedirler ve hâkim durumdadırlar. Darû'l Harb'te ise; İslâm ahkâmı açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler. Türkiye'de kurulan Demokratik-Laik Cumhuriyet; medeni kanunu kabul etmek sûretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da Avrupa'dan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeble ikinci kısma (Darû'l Harbe) dahil olmuştur" hükmünü zikreder. Yine "Mevkıfû'l Beşer" isimli eserinde: "Müslümanların inkirazını şiddetlendiren ve onların yakalandıkları hastalıkların en sonuncusu, batıyı taklid hastalığı!.. Şiddet ve hasarda frengi hastalığı bile buna denk olamaz. İşin garip tarafı, bu hastalık tedavi etmek isteyenlere de farkına varmadan bulaştı. Mısır'daki ûlemâ bu hastalığı zararsız görüyorlar. Şurası muhakkak ki. Arap âleminde kavmiyetçilik şuuru hızla terakki eylemekte!.. Ve ben derim ki; bu kavmiyet şuuru, İslâmi şuura gâlib gelecektir. Mısırlı ûlemâ ve müelliflere; müslüman Türkiye'nin uğradığı felâketler, İslâm'dan silâhla uzaklaştırma operasyonları ve uğradıkları musibetler hiç tesir etmedi , halâ da tesir etmiyor"(72) diyerek İslâm topraklarındaki gelişmelere dikkati çekiyor. Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken: "İslâmcılar kanunların uygulanmasında sert kaideci görüşlerini şiddetle savunmaktaydılar. Bu hücûmun son temsilcilerinden Mustafa Sabri (Mütareke devrinin Şeyhülislâmı) Mısır'daki sürgün hayatında yazdığı Arapça bir eserin giriş kısmında şöyle diyordu..."(73) iddiasını zikretmektedir. Bahsettiği beyan; maddenin başında zikrettiğimiz husustur. Ancak eserde olmayan; "İslâm âlemi, Türklerle harp halindedir" cümlesi ilave olunmuş!.. Prof. Dr. Erol Güngör'de; Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi'nin, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularını beğenmediği için "Türkiye Darû'l Harb"tir, dediği kanaatinde!..(74) Halbuki Türkiye Cumhuriyeti "Darû'l İslâm" (Şer'i devlet) değil Demokratik-Laik Çağdaş bir devlettir. Ceza kanunun 163. maddesine göre; devlet'in temel nizamlarını dine uydurmak için tebliğ'de bulunmak (Propoganda yapmak) suçtur. Yani "İslâm Ahkâmı tatbik edilmelidir" diyen kimse, şuç işlemiş olur. (Bugün 163. madde kalkmıştır ama onun yerine yürürlüğe konulan Terörle Mücadele Kanunu'nda aynı durum sözkonusudur.) Nitekim 7 Kasım 1982'de halk oyuna sunulan ve %92 oranında "Evet" denilen Anayasa'da; hangi dinden olursa olsun (Müslüman, Yahudi, Hrıstiyan vs.) bütün vatandaşların eşit olduğu "Genel Esaslar" bölümünde yer almıştır. Ayrıca Teokrasi'ye (Teo: Latince'de "Allah" manasına kullanılır) dayanan siyasi bir hareket yasaklanmıştır.
DARÛ'L HARBİN, DARÛ'L İSLÂMA DÖNÜŞMESİ
739 Darû'l Harb, bir şartla Darû'l İslâm olur. Bu şart da; o yerde, İslâm ahkâmının uygulanmasıdır.(75) Bu hususta müctehidler arasında ittifak vardır.
740 Molla Hüsrev: "İçinde İslâm ahkâmının tatbik edildiği Darû'l Harb; Darû'l İslâm olur. Cum'a ve Bayram namazlarının kılınması gibi!.. Her ne kadar; o beldenin (Darû'l Harbin) mûkim olan kâfirleri orada kalsalar da, o belde Darû'l İslâm'a bitişik olmasa da, durum aynıdır."(76) hükmünü zikreder!.. Zira "Cum'a ve Bayram Namazları'nın; hadd'lerin tatbik edildiği ve hükümlerin infaz edildiği şehir'de; "Ulû'lemr'in" izni ile edâ edileceği hususu Resûl-i Ekrem (sav)'in sünneti ile sabittir!.. Hadd'ler tatbik edilince; o belde'de idâre ve hâkimiyet mü'minlere ait demektir. Bir belde'de mü'minler; kendi içlerinden seçtikleri "Cum'a imamının" değil de, o beldedeki siyasi yönetimin tâyin ettiği imam'ın arkasında Cum'a namazını edâ ediyorlarsa, "o siyasi yönetime karşı" cihad'dan söz edemezler!.. Zira her ibadet; edâsının şatlarına riâyet edilerek yerine getirilir. Cum'a ve Bayram Namazları'nın edâsı'nın şartları; mükellefin dışında aranan şartlardır. O şartların bulunması; mü'minlerin idâre ve hakimiyete sahip olduklarının delilidir. Hiçbir mü'min; kendi idâre ve hâkimiyetini tahrip etmek isteyen "Âsi ve Bağyi'lere "itaatle yola çıkamaz. Bu husus iyi bilinmeli ve "Demokratik" hevesleri için İslâm'ı istismar edenlere meydan verilmemelidir. Zira Allahû Teâla (cc)'nın rızasını bir kenara bırakıp; hevâ ve heveslerine göre amel edenlerde "İhlâs" yoktur.
CİHAD'IN TEŞRİ MERHALELERİ
741 İmam-ı Şafii (ra) Resûl-i Ekrem (sav)'in "Mekke'de" tebliğe başladığı dönemi izah ederken, değişik akaidlere sahip müşriklerin durumunu şu şekilde izah ediyor: Allahû Teâla (cc)'yı inkârda ve Allah'ın râzı olmadığı (izin vermediği) amelleri icra etmede birleşiyorlardı"(77) Hz. Cabir b. Zeyd(ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te İbn-i Abbas (ra)'ın, Hicret'ten önce "Medine'nin" de "Darû'ş Şirk" mahiyetini taşıdığını beyan ediyor. İbn-i Abbas (ra) şöyle buyuruyor: "Allah'ın Resûlü (sav) , Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) de muhacirlerden idiler. Zira onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine "Darû'ş Şirk" idi. Onlar da Akabe gecesi Resûl-i Ekrem (sav)'e geldiler"(78) İmam-ı Serahsi "Mekke" dönemini değerlendirirken: "O dönemde Mekke; İslâm ahkâmının tatbik edilmediği bir "Darû'ş Şirk " özelliğindeydi"(79) hükmünü zikreder. Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğe başladığı Mekke toplumu; kabile esasına dayanan bir "Demokrasi" ile yönetiliyordu. "Darû'n Nedve" bir şehir parlementosu hükmündeydi.(80)
742 Mekke dönemindeki sosyal yapıyı iyi kavrayabilmek için; insanın bizzat kendisini ve kendi elleriyle yaptılarını nasıl "İlah" noktasına çıkardığını bilmek mecburiyetindeyiz!.. Darû'n Nedve'de toplanan kırk yaşını doldurmuş Tağut'lar; insanlar üzerine "kânun" koymakla meşguldüler!.. Resûl-i Ekrem (sav) kendisine "Vahiy" gelmeden önce dâhi; "Darû'n Nedve'ye" dahil olmamış ve o parlemento'yu kabul etmemişti. Habeşistan Kralı Necaşi'nin huzurunda yapılan tartışmada Cafer b. Ebi Talib (ra) "Mekke Dönemindeki" durumlarını şu şekilde beyan ediyor: "-Ey Melik!.. Biz cahiliye içerisinde yüzen bir topluluktuk. Ellerimizle yaptığımız heykellere ibadet eder, fuhuş yapar, yol keser, komşuya kötülük eder ve kuvvetlilerimiz zayıf olanlarımızı ezerdi".(81) Dikkat edilirse; "Mekke toplumundaki" kabile esasına dayanan Demokrasi, cahiliyenin ayakta kalmasını sağlayan bir vasıtadır.
743 Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc) Resûl-i Ekrem (sav)'e tebliğin ilk döneminde müsamaha ile davranmayı emretmiştir. Nitekim bu hususta Kur'an-ı Kerim'de: "Müşriklere karşı yumuşak ve iyi davran" (El Hicr Sûresi: 85) buyurulmuştur."(82) hükmünü zikreder. Müslümanlara yapılan çeşitli işkence ve zulümlere rağmen, "Lâ ilâhe (İlâh yoktur, tağutları reddediniz), İllâllâh, (Yalnız Allah vardır)" diye haykıran ve "Hz. Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve Resûlü" olduğunu beyan eden sahabe güzel bir misaldir. Esâsen Resûl-i Ekrem (sav) ilk üç yıl, İslâmı gizli olarak tebliğ etmiştir.(83) Hevâ ve hevesleri bir kenara bırakıp; tevhid mücadelesi için herşeye katlanmak "Nefisle mücâhede'nin" en güzel örneğidir. Zühd ve takva'da bu olayın içinde gizlidir. Bilindiği gibi; kulun heva ve heveslerini bir tarafa bırakıp, Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, bütün tağuti güçleri reddetmesi oldukça önemli bir hadisedir.
744 İbn-i Abidin: "Peygaberimiz efendimizin ilk vasifesi tebliğ'den ve Allahû Teâla (cc)'ya eş koşanlardan yüz çevirmekten ibaretti.Nitekim Allahû Teâla (cc): "Şimdi sana emrolunanı kafalarını çatlatırcasına açıkla!.. Müşriklerden gelecek şeylere aldırış etme... Allah ile birlikte başka ilâhlar tanıyan o istihzacılara (Alaycılara) karşı muhakkak ki biz sana yeteriz. Andolsun biliyoruz ki, onların söyleyip durduklarından cidden göğsün daralıyor. Sen hemen rabbını hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!.. Sana ölüm gelinceye kadar rabbına ibadet et" (El Hicr Sûresi: 94) buyurmuştur. Sonra İslâm dinine güzellikle ve tatlılıkla dâvet emredilmiştir. Nitekim Allahû Teâla (cc): "(İnsanları) Rabbinin, yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!.. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl Sûresi: 125) buyurmuştur; hükmünü zikrederek, Mekke dönemindeki ûsûlü beyan eder.(84) Bütün işkence ve eziyyetlere rağmen "Mekke Döneminde" iken Resûl-i Ekrem (sav)'e savaş izni verilmemiştir. Hicret'ten önce savaşın meşru kılınmadığı hususunda ûlema arasında ittifak vardır.(85) Burada dikkat edilecek husus; Allahû Teâla (cc)'nın dinini dosdoğru tebliğ etmek ve bu hususta sünnete uygun davranmak şarttır.
745 Mekke şehir parlementosu olan Darû'n Nedve'de toplanan Tağut'lar; Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini durdurabilmek için, değişik metodlar uygulamaya karar verdiler. Bunların başında "Tehdid" geliyordu. Darû'n Nedve'de Resûl-i Ekrem (sav)'i koruyan amcası Ebû Talib'e bir heyet gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu heyette; Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû'l Bahteri, El Velid İbn'ul Mugire, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe bulunuyordu. Heyet Ebû Talib'e varıp şu talebte bulundular: "Yâ Ebû Talib!.. Senin yeğenin İlâhlarımıza, putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaret etti. Babalarımızın delâlette olduğunu söyledi. Ya onu bu işten vazgeçirirsin veya bizimle onu başbaşa bırakırsın. Çünkü sen de bizim gibi ona inanmıyorsun!.." Ebû Talib; tatlı dille bu heyeti uzaklaştırdı. Resûl-i Ekrem (sav); İslâm'ı tebliğe devam ediyordu. İnsanları Allah'a (cc) iman etmeye ve yanlızca O'na kulluk etmeye dâvet ediyor, her türlü işkence ve eziyyete tahammül gösteriyordu. Tabii bu arada Mekke Hükümeti'nin kini ve düşmanlığı da artıyordu. Nitekim Ebû Talib'e yeniden bir heyet gönderdiler: "-Yâ Ebû Talib!.. Sen yaşlı birisi olup, aramızda şeref sahibi bir kimsesin. Biz, yeğenini söylediklerinden vazgeçirmek için sana ricada bulunduk; sen hiçbirşey yapmadın. Artık putlarımıza, atalarımıza yapılan küfürlere sabrımız kalmadı. Ya onu bu işten vazgeçirirsin veya seni de onunla birlikte mütalaâ ederiz!.. Her iki taraftan biri helâk oluncaya kadar da sizinle çarpışınız.".Ebû Talib ; heyetin kararlı olduğunu görünce Resûl-i Ekrem (sav)'e "- Fazla ileri gitmesen iyi olur!.. Çünkü bana çok ağır bir yük yüklüyorsun" tarzında serzenişte bulununca, Peygamberimiz efendimiz (sav) çok üzüldü. Amcası Ebû Talib'e cevaben: "- Ey Amcam!.. Vallahi Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verip, bu davadan vazgeçmemi isteseler, ben yine de vazgeçmem. Ta ki Allahû Teâla (cc) bana bir çıkış yolu gösterinceye kadar; ya bu işe feda olur giderdim veya ondan vazgeçmem" buyurdu. Ebâ Talib bunun üzerine: "- Git yeğenim, dilediğini yapmakta serbestsin. Vallahi ben seni onlara teslim etmem" dedi.(86) Ebu Talip, hayatının sonuna kadar Resûl-i Ekrem (sav)'i müdafaa ve koruma hususunda sözünde durmuştur.
746 Mekke Hükümeti'nin düzenlediği büyük "Panayır"lar mevcuddu!.. Buraya bütün arap yarımadasından kimseler gelir, değişik yarışmalar düzenlenirdi. Evet bu panayırları; Tağutî rejim düzenliyordu!..(87) Peygamberimiz Efendimiz (sav)'in bu panayırlar vesilesiyle "Tevhid Mücadelesi'ni" bütün diyarlara ulaştıracağından endişeye kapılmışlardı. Mekke Hükümeti'nin ileri gelenlerinden İbnû'l Mugire, Kureyş'in ağzı laf yapan tiplerini toplayarak; "- Ey Kureyş'in önde gelenleri, panayır zamanı yaklaşıyor. Her taraftan heyetler Mekke'ye gelecekler ve bu heyetler Muhammed'in durumunu duyduklarında, merak edip soracaklardır. Farklı cevaplar vererek birbirimizi yalanlar durumuna düşmeyelim. Bu durumda hepimiz güç durumda kalırız" dedi. Orada bulunanlar: "- Ey İbnû'l Mugire; sen bizim en yaşlımız, en tecrübelimizsin!.. Sen nasıl emredersen öyle hareket ederiz" cevabını verdiler. İbnû'l Mugire: "- Hayır hayır siz söyleyin" dedi. Oradakiler: "- O bir kâhindir diyelim" teklifinde bulundular. İbnû'l Mugire: "Hayır, o kahin değil! Biz çok kâhin gördük, onlardaki sırrı gizleme özelliği bunda yok" dedi. Birisi: "O bir şâirdir diyelim" teklifinde bulundu. Diğerleri: "- Hayır!.. O şair de değil. Biz şiirin herşeyini biliriz. Vurgularını, sırasını, tertibini, veznini iyi anlarız. Onun söyledikleri şiir değil" dedi. "- O halde delidir diyelim" teklifinde bulundular. İbnû'l Mugire bu teklife de karşı çıkarak: "- Hayır, üzerinde hiç delilik alâmeti yok!.. Biz çok deli gördük, delilerdeki saldırganlık, tehlike, saflık ve sayıklama mevcud değil" dedi. Heyet: "- O halde, bu bir sihirbazdır" deriz, teklifinde bulundu. İbnû'l Mugire şu karşılığı verdi: "O sihirbaz da değil!.. Biz çok sihir ve sihirbaz gördük. Bu onlar gibi ipler bağlayıp, üflemiyor." Bunun üzerine heyet: "- O halde gelen yabancılara ne diyelim, onu nasıl tanıtalım?" diye sordu. İbnû'l Mugire: "Vallahi o çok tatlı sözlüdür. Sözlerinden güzellik akıyor. Onun hakkında ne derseniz, yalan olduğu anlaşılır. Mâmâfih "Sihirbaz" diyebilirsiniz. Şunu da ilave edersiniz: "Çünkü o öyle birşey getirdi ki, evladı babadan, kardeşi kardeşten, kadını kocasından, vatandaşı toplumundan ayırdı" dedi ve öylece dağıldılar.(88) Dikkat edilirse "Tehdit" sökmeyince; Darû'n Nedve'nin (Parlemento'nun) akıllıları organize bir iftirâ ve yanlış tanıtma kampanyasını başlatıyorlar!..(89)
747 Allahû Teâla (cc) İbnû'l Mugire hakkında şu Ayet-i Kerime'yi inzal buyuruyor.(90) "(Ey Muhammed) Bir tek (Nev'i şahsına münhasır) olarak yarattığım, kendine bol bol mal ve (yanında daima) hazır bulunmak üzere oğullar verdiğim ve ni'metleri yaydıkça yaydığım adamı (İbnû'l Mugire'yi) bana bırak!.. Sonra da (bütün bunlara rağmen) hırs ile daha da artmasını ister. Hayır (asla beklemesin) Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır!.. Onu sarp bir yokuşa sardıracağım. Çünkü o (Kur'an hakkında ne diyeceğini) uzun uzadıya düşündü (kendine göre güyâ bir) ölçü koydu. Hay kahr olası (canı çıkası) Ne biçim ölçü kurdu o? Yine kahr olası, nasıl ölçü yaptı o? Sonra baktı, sonra (ümidsizliğinden ve öfkesinden) kaşlarını çattı, suratını astı. En son arka çevirdi ve büyüklük tasladı da: "- Bu dedi (sihirbazlardan öğrenilip) rivayet edilen bir sihirden başkası değil!.. Muhakkak bu insan sözünden başkası değil". İşte bu adamı yakıcı bir ateşe (Cehenneme) yaslıyacağım."(91)
748 El Velid İbnû'l Mugire ile birlikte bu işi düzenleyenler hakkında da şu Ayet-i Kerimeler nazil oldu;
"Nitekim iş bölümü yapanlara, Kur'an'ı parçalayanlara da (öyle azab) indirmiştik. İşte Rabbine and olsun ki onlara, tamamına yapmakta oldukları şeyleri elbette soracağız."(92)
Böylece "Mekke Hükümeti"; panayıra iştirak eden bütün yabancılara, bu şekilde propaganda yaparak, Resûl-i Ekrem (sav)'i yanlış tanıttılar ve bu haberler bütün Arabistan'a yayıldı.(93)
749 Resûl-i Ekrem (sav)'e karşı; tehdit ve yanlış tanıtma yollarına başvuran müşrikler, işi daha da ileriye götürerek "Suikasta" karar verdiler. Bilhassa Ebû Cehil bu hususta kararlıydı. Nitekim bir gün: "- Ey Kureyş topluluğu!.. Görüyorsunuz ki Muhammed dînimizi yermekten, baba ve atalarımıza, tanrılarımıza dil uzatmaktan, akıllılarımızı, akılsız saymaktan geri durmuyor. Ben artık Allah'a(94) söz verdim: Yarın, kaldırabileceğim kocaman bir taşı yüklenip namazda secdeye vardığı zaman, onun başını ezeceğim. Siz de beni orada ister koruyun, ister teslim edin; bundan sonra varsın Abd-i Menaf oğulları bana istediklerini yapsınlar, razıyım" dedi. Müşrikler: "- Vallahi seni hiçbirşey için, hiçbir zaman teslim etmeyiz!..Haydi sen dilediğini yap" dediler. Ebû Cehil sabaha çıkınca anlattığı gibi kocaman bir taş alarak, Peygamberimizin oraya gelmesini bekledi. Peygamberimiz namaz kılacağı zaman; Kâbe'nin Yemen köşesi ile Hacerü'l Esved arasında dururdu ve Kâbe'yi kendisiyle Şam tarafı arasına alırdı. Peygamberimiz; o günde her zamanki gibi gelip namaza durdu.Müşrikler topluca oturmuş, Ebû Cehil'in ne yapacağını gözlüyorlardı. Peygamberimiz Efendimiz (sav) secdeye vardığı zaman, Ebû Cehil taşı yüklenip yürüdü!.. Ancak yaklaşır yaklaşmaz; korkarak, benzi sarararak, perişan bir halde hemen geri döndü. Elleri taşı tutmaz oldu. Taşı elinden yere düşürdü. Kureyş Müşrikleri, Ebû Cehil'in yanına dikildiler: "- Ne oldu sana ey Hakem'in babası" dediler. Ebû Cehil: "- Vallahi bir benzerini dâhi görmediğim; yenilmez, zabdedilmez, köpürmüş bir puğur deve gibi erkek bir canavar (bir ejderha) beni yemek için üzerime yürüdü" dedi.(95)
750 Ebû Cehil; her fırsatta Resûl-i Ekrem (sav)'e ve mü'minlere saldıran me'lûn bir tipti!.. Nitekim Bedir Muhârebesinde Hz. Abdullah b. Mes'ûd (ra) kendisini yaralı olarak bulmuş, başını kesip Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna getirerek: "- Yâ Resûlullah!.. Bu senin düşmanın Ebû Cehil'in başıdır" demişti!.. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz: "- Allahû Ekber!.. İşte bu benim, hem de ümmetimin firavûnudur. Bunun benim ve ümmetimin üzerindeki şer ve zararı; firavunun Hz. Musa (as) ve ümmeti üzerindeki şer ve zararından daha şiddetli idi"(96) buyurmuşlardır!.. Bir gün Resûl-i Ekrem (sav) efendimiz, Safa tepesinden geçerken Ebû Cehil'le karşılaşır! Tabii bu me'lûn, derhal küfretmeye, işkence etmeye ve hakârete başlar! Bu olaya bir köle şâhid olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in amcası Hz. Hamza; aynı gün avdan dönüşünde Kâbe'ye uğrar. Olaya şâhid olan köle; Hz. Hamza'ya hitaben: "- Ey Ummare'nin babası, keşke biraz önce burada olsaydın da Ebû Cehil'in senin yeğenin olan Muhammed'e (sav) yaptıklarını görseydin. Ona her türlü hakâreti yaptı, işkence etti ve dinine küfretti" diye ihbarda bulunur. Hz. Hamza'nın beyninde şimşekler çakmıştır!.. Hiçbirşey söylemeden doğruca Ebû Cehil'in oturduğu yere yürür ve elindeki mızrakla Ebû Cehil'in kafasını yarar. Orada bulunanlar ne olup-bittiğini şaşkınlıkla izlerken Hz. Hamza: "- Sen misin Muhammed'e sövüp sayan!.. İşte ben de onun dinindeyim, onun söylediklerini söylüyorum. Haydi gücün yetiyorsa ona yaptıklarını bana da yap, göreyim" der!.. Ebû Cehil ne yapacağını şaşırmıştır.(97) Bu olaydan sonra; Hz. Hamza (ra)'nın müslüman olması, "Mekke'de bomba gibi patladı!.. Tevhid Mücadelesi; Hz. Hamza (ra) gibi güçlü ve kuvvetli bir mücahid'e sahip olmuştu.
751 Mekke Hükümeti; Hz. Hamza (ra)'nın müslüman olmasından sonra taktik değiştirme ihtiyacı hissediyor. Önce Utbe bin Rabia vasıtasıyla; davasından vazgeçmek kaydı ile "her ne isterse yapmaya hazır olduklarını" Resûl-i Ekrem (sav)'e iletiyorlar.(98) Bundan bir netice alamayınca; Ebû Süfyan, Nadr İbnû'l Haris, Ebû Bahteri, El Velid İbnû'l Mugire, Utbe bin. Rabia, Ebû Cehil ve Umeyyeti'bnû'l Halef'ten teşekkül eden bir heyet; Resûl-i Ekrem (sav)'e görüşmek için haber gönderiyorlar. Haberci: "- Yâ Muhammed!.. Biz seninle konuşmak için seni çağırttık!.. Vallahi şimdiye kadar senin gibi kavmine kötülük yapan birisi aramızdan çıkmadı. Atalarımıza küfrettin, dinimizi batıl gördün, tanrılarımıza sövdün, aramıza bölücülük soktun, bize karşı işlemediğin hiçbir kötü fiil kalmadı. Eğer getirdiğin dava ile, "Zengin olmak" istiyorsan, en zenginimiz oluncaya kadar sana mal toplarız. Devlet reisi olmak istiyorsan, seni "Devlet Reisi" olarak seçelim. Eğer bu getirdiğin dava ile "Şeref kazanmak" istiyorsan, seni efendimiz olarak seçeriz. Eğer sana cinler çarpıyor ve sen kendini tedavi ettiremiyorsan, bütün imkânlarımızı seferber ederek sana tabib arayalım!.." evet, heyet "Devlet Reisliği" de dahil, her türlü şeye hazır!.. Tek istedikleri: "Lâ İlâhe" (İlâh yoktur) "İllâllah" (Yalnız Allah vardır)" davasından vazgeçmesi!.. Peygamberimiz Efendimiz (sav) bu tekliflere karşı şu cevabı veriyor: "Dediklerinizin hiç birisiyle alâkam yok. Getirdiğim dava; mallarınızı istemek, aranızda şeref, makam sahibi olmak, kralınız olmak için değil!.. Lâkin Allah beni size peygamber olarak gönderdi..Bana bir kitap indirdi. Size müjdeci ve uyarıcı olmamı emretti. Ve ben Rabbimin risaletini size tebliğ ederek, size nasihatta bulundum. Eğer size getirdiğim bu davayı kabul ederseniz, dünyanız ve ahiretiniz için saadet bulursunuz. Reddederseniz, ben de Allah, aramızda bir hüküm verinceye kadar sabrederim."
752 Bunun üzerine Mekke Hükümetinin adamları şu teklifte bulunuyorlar; "Yâ Muhammed, sen bizden birşey kabul etmiyorsun. Biliyorsun ki, yeryüzünde bizim gibi dağlar arasına sıkışmış, susuz ve hayat şartları zor olan başka kimse yoktur. Seni gönderen Rabbine de ki; bizi sıkıştırmış olan bu dağları uzaklaştırsın, memleketimiz ovalık olsun!.. Şam ve Irak'taki gibi, burada da nehirler aksın!.. Geçmiş atalarımızı diriltip göndersin ve bunlar arasında Atamız Kusayy b. Kilab da olsun. Çünkü o doğru sözlü biriydi senin dediklerinin doğru olup olmadığını ona soralım. Eğer dediklerine o da "Doğrudur" derse, biz de senin Allah katındaki değerini anlar, sana gelenlerin gerçek olduğunu kabul ederiz. Bunu yaparsan; Allah'ın seni peygamber olarak gönderdiğinine inanırız"!.. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyuruyor: "Ben bunun için gönderilmedim. Ben Allah'ın emirlerini size getirdim. Bana verilen risaleti size tebliğ ettim. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Reddederseniz Allah; siz ve benim aramda hükmedinceye kadar sabrederim"!..
753 Bu defa Mekke Hükümeti'nin heyeti, şu teklifte bulundu: "- O halde Rabbine de ki; tasdik eden bir melek göndersin!.. Rabbine de ki; senin için altın ve gümüşten saraylar ve hazineler yapsın ki görelim!.. Zira sen bizim gibi sokaklarda gezen, bizim gibi yaşayan bir insansın. Bu istediklerimiz, yap ki, senin bizden olan farkını anlayalım. İddî ettiğin gibi peygamberliğini görelim!.." Resûl-i Ekrem (sav) şu cevabı verdi: "- Ben bunları yapmak için gönderilmedim. Allah beni müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Kabul ederseniz; dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Reddederseniz; Allah siz ve benim aramda hükmedinceye kadar sabrederim."(99)
754 Dikkat edilirse; "Mekke Hükümeti'nin" heyeti; Resûl-i Ekrem (sav)'den değişik taleblerde bulunuyorlar!.. "Tevhid Mücadelesi'nin" bırakılması halinde; Mekke Şehir devleti'nin liderliği ve zenginlik vadedilmekte!.. Halbuki Hz. Adem Aleyhisselâmdan itibaren bütün peygamberler insanları, "Allahû Teâla (cc)'ya ibadet etmeye ve Tağut'a kulluk etmekten kaçınmaya" davet etmişlerdir.(100) Elbette Resûl-i Ekrem (sav) "Mekke Hükümet heyetinin tekliflerini kabul edemezdi.
755 Mekke devleti; görüşmeler yoluyla Resûl-i Ekrem (sav)'den hiçbir taviz koparamayınca; yeniden işkence ve zulüme başladı. Alınan karar gereğince; herkes kendi kabilesindeki müslümanları takip edecek ve yetkililere ihbarda bulunacaktı!.. İhbar olunan müslümanlar da; hapsedilecek veya dayakla aç susuz bırakılarak işkence ettirilecekti. Bu yetmezse; güneş altında kaynayan Mekke kumlarına, çıplak olarak yatırılacaktı!.. Umeyyeti'bnûl Halef'in; Hz. Bilâl-i Habeşi'ye yaptığı işkenceyi kelimelerle izah edebilmek mümkün değil!.. Yâsir ailesinin çektikleri de, bütün kaynaklarda mevcud!.. Hz. Sümeyye (r.anha)'nın şehadeti, kısa bir süre sonra kocası Yasir'in şehadeti ve Ammar b. Yasir'in İşkence altında, adeta bir et yığını haline geldiği sırada, kelime-i küfrü söyleyip; mahçup mahçup Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna gelişi!..(101) Bütün bu işkence'ler; Tağutu reddedib, yalnız ve yalnız Allah'a (cc) iman etmenin sonucu!..(102) Nihayet mü'minler; işkence'den kurtulmak için Resûl-i Ekrem (sav)'den "Hicret" için izin talebinde bulunuyorlar.
756 İşkence'nin değişik türleri de mevcud!.. Sahâbe'den Habbab İbnû'l Eret (ra) alacağını istemek için İslâm düşmanı El Ass İbn Vail'e gitmişti. El Ass İbn'i Vail ona hitaben: "- Sen Muhammed'i inkâr etmediğin müddetçe, sana paranı vermem" dedi. Habbab İbnû'l Eret (ra): "- Vallahi ben Muhammed (sav)'i inkâr etmem. Sen ölünceye ve dirilib hesab verinceye kadar beklerim" buyurdu. El Ass şaşkın: "- Ben öleceğim, sonra dirileceğim; malım ve çocuklarım olacak, o zaman senin alacağını veririm" deyip, Habbab'a (ra) borcunu ödemedi. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu;(103)
"(Şu) Ayetlerimizi inkâr eden ve "Bana elbette mal ve Evlâd verilecektir" diyen adamı gördün mü? O gayba mı vaakıf, yoksa Rahman katından bir ahid mi edinmiş? (söz mü almış). Hayır, öyle değil. Biz onun söylediği (sözü) yazar, azabını da uzattıkça uzatırız. Onun söyler olduğuna biz mirasçı olacağız ve o, bize tek başına gelecektir."(104)
757 Kuvvetli kabilelere dayanan mü'minler daha az işkence görüyor, fakat diğerleri işkence altında şehid oluyordu. Sahabe-i Kiram'dan bazıları işkence karşısında zaafa düşmüş Resûl-i Ekrem (sav)'e müracaatla; "Bunların bize tatbik ettikleri işkence tahammül sınırımızı aştı, bunlara beddua'da bulunmaz mısınız?" diyorlardı. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz efendimiz (sav) sabır tavsiye ediyor ve: "Sizden önceki müslümanların vücûdlarından; kemiklerine varıncaya kadar demir taraklarla taranarak etleri koparılırdı. Bu onları dinlerinden vazgeçirmedi. Başları saç ayırımından testerelerle ikiye biçildi; onlar yine dinlerinden vazgeçmediler. Biraz daha sabredin!.. Allah öyle bir zaman getirecektir ki; bir atlı yalnız başına Allahû Teâla (cc)'dan başka hiç kimseden korkmadan, San'a'dan, Hadramut'a gidebilecek; kurtla kuzu yan yana olacaktır"(105) buyuruyordu.
758 Hz. Adem (as)'dan itibaren tevhid mücadelesini yüklenen bütün peygamberler ızdırabın en şiddetlisini tatmışlardır. Tağut'un şehevi duygularını tatmin eden bir fahişe'nin arzusu üzerine, Hz.Yahya (as) şehid edilmiş. Hz. Zekeriyya (as) bir ağaç kovuğunda ikiye biçilerek; Allahû Teâla (cc)'nın rızası için ızdırabın en şiddetlisini tatmıştı!.. Nemrud'un korkunç ateşine atılan Hz. İbrahim (as), Fir'avn'ın akla-hayale gelmez işkencelerine katlanan Hz. Musa (as)'yı ve herkesin kendisini yalanladığı (sadece iki kızının kendini tasdik ettiği) Hz. Lût (as)'u nasıl unutabiliriz!.. Allahû Teâla (cc) Resûllerinin kıssalarını Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurmuştur.(106) Elbette bu kıssaların anlatılması boşuna değildi. Nitekim; bir ayet-i kerime'de;
"Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar. Sana bununla gelen hakikat, mü'minlere bir öğüt ve hatırlatmadır"(107) buyurulmuştur. Müfessirler; kıssaların tevhid mücadelesine karşı direnen kâfirlerin akıbetlerini beyan ve bununla mü'minlerin kalblerine sukûnet vermek hedefini esas aldığı hususunda müttefiktirler.(108) Kalbinde hapsedilmek korkusu duyan mü'min, Hz. Yusuf (as)'u düşünmelidir!.. İşkence ve alay edilmekten çekinen mü'minler; tevhid mücadelesine bir göz atmalıdırlar!.. İnsanlar; hangi peygamber'e "- Evet söylediklerin aynen doğrudur" deyip teslim olmuştur ki!.. Böyle bir misal yok!.. O halde; "Allah'a iman ve tağutu red" hususunda; hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmemek esastır. Bu noktada sabır ve sebat göstermeyen kimsenin imtihanı kazanması mümkün değildir.
759 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki; arzusunu İslâm'a tabî kılmayan kimse iman etmiş olmaz"(109) buyurduğu bilinmektedir. Zühd ve takva'ya dayanan bir hayata talib olan mü'min; İslâmı tebliğ etmek ve bu uğurda başına gelen her türlü musîbete sabretmek durumundadır. İşte İslâmî tebliğin "Mekke Dönemi'nden" çıkarılacak en büyük ders budur. Tağuti güçlere dalkavukluk edenlerin; zühd ve takva iddiasında bulunması mümkün değildir.
HİCRET'İN MÂHİYETİ
760 Kur'an-ı Kerim'de: "Nihayet Rabbleri onların (Dualarına) şöyle icabet etti: "İçinizden gerek erkek, gerek kadın -ki kiminiz kiminizden (hasıl olmadır) bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım. İşte hicret edenlerin, yurdlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye hakâret ve ziyana uğrayanların, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin de andolsun suçlarını örteceğim ve andolsun canibimden bir mükâfat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım. (Daha büyük) ve güzel mükâfat ise Allah'ın yanındadır. (Allah'ı ve Resûlünü) tanımayanların (refah içinde) diyar diyar dönüp dolaşması sakın ha sizi aldatmasın. Azıcık bir faidedir o!.. Sonunda varıb sığınacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yatma yeridir."(110) hükmü beyan buyurulmuştur. Kâfirlerin şiddetli işkence ve hakaretlerine, İslâmı sürekli tebliğ ederek karşılık veren ve sabreden mü'minlere "Hicret" emri verilmiştir. Hicret edenlerin faziletleri ile ilgili Ayet-i Kerime'de kadınların ismi zikredilmeyince Hz. Ümmü Seleme (r.anha) Resûl-i Ekrem (sav)'e: "Hicret'in mükâfatı hususunda kadınlara dair birşey zikredilmiş olduğunu işitmedim"(111) diye mürcaatta bulunması üzerine bu Ayet-i Kerime inzal buyurulmuştur!..
761 Mekke toplumunda; insanların kendi kendilerini ilâh yerine koyarak ve sembol olarak bazı heykelleri önlerine alıp, "Şirki" iktidar haline getirdikleri malûmdur. Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliği sonucu iman eden mü'minler ise; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere muhatabtırlar!.. Dolayısıyla İslâm ahkâmı ile küfür ahkâmı karşı-karşıyadır!.. Mü'minlere silâhlı mücadele yapma hususunda da herhagi bir emir verilmemiştir. Aksine hâla silâhla mücadele caiz değildir.(112) Bu durumda iki ihtimal sözkonusudur:
Birincisi; içinde yaşadıkları mekke toplumunun şartlarına ve "Darû'n Nedve'nin" çıkardığı kanunlara boyun eğme!.. Ki bu iman'dan sonra; küfrü seçip Tağut'a teslim olma manasına gelirdi.
İkincisi; Mekke civarında bulunan mağara veya evlere çekilip, kat'iyyen ses çıkarmama!.. Bu da mümkün değildir; zira tebliğ etme sürekli farzdı. Mekke müşriklerinin işkenceleri tahammül sınırını zorlayınca, Sahabe-i Kiram, Resûl-i Ekrem (sav)'e müracaatta bulundular. Resûlullah (sav): "Habeşistan'a gidiniz. Orada halkına zulmetmeyen bir Kral var, doğrulukla tanınmış, Sizler korunmuş olursunuz, ta ki Allahû Teâla (cc) size ve bana bir kurtuluş n